Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde “Mânâ Dili” – Cengiz GÜNDOĞDU

A+
A-

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde “Mânâ Dili”, Mesnevî’nin Türkçeye Şerh Geleneği ve Bu Bağlamda Halvetî Şeyhi Abdulmecîd-i Sivâsî’nin Mesnevî Üzerine Çalışmaları

Yrd. Doç. Dr.Cengiz GÜNDOĞDU

Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

cengizg@atauni.edu.tr

Bu Mesnevî mânâdır; feûlûn, fâilât değil”

Mesnevî

Özet

[Cengiz Gündoğdu, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde “Mânâ Dili”, Mesnevî’nin Türkçeye Şerh Geleneği Ve Bu Bağlamda Halvetî Şeyhi Abdulmecîd-İ Sivâsî’nin Mesnevî Üzerine Çalışmaları”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2005, Y. 6, S. 14, ss. 121-148]

Bu çalışmada, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’de kullandığı “mânâ dili” ve Mevlânâ merkez alınarak Mesnevî etrafında yazılan eserlerde bu “dil”in çözümlenmesine yönelik çabalarla oluşturulan Türkçe tercüme ve şerhlere değinilmiş, bu bağlamda Abdulmecîd-i Sivâsî’nin Mesnevî üzerine yaptığı çalışmalar tanıtılarak Şerh-i Mesnevî adlı eserinden ilk iki beytin şerhi metin olarak verilmiştir.

Giriş

Mesnevî, her beyti kendi arasında kāfiyeli nazma verilen addır1. Beyit sınırı olmadığı için uzun eserlerde tercih edilen ve genel anlamda İslâmî edebiyâtlarda (özellikle Fars Edebiyâtı, ve XV.yy’dan sonra Türk Edebiyâtı) şâirlerin, uzun aşk hikâyelerini ve destanımsı konuları işlerken kullandıkları bu edebî nazım türü,2 mutasavvıf şâirler tarafından yaygın olarak tasavvufî konuları anlatıp öğretme amacıyla da kullanılmıştır.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî(ö. 672/1273)’nin Mesnevî adlı eseri de bu türde vücûda geldiği için aynı isimle anılmaktadır. Zaten Mevlânâ da Mesnevî’sinin dibâcesinde “Bu kitâb Mesnevî kitâbıdır…” diyerek eserinin ismini bizzat kendisi koymuştur. Mevlânâ eseri için “Saykal-i Ervah”, “Hüsâmînâme” gibi bâzı isimlendirmeler kullansa da bunlar kitabın adı olmayıp Mesnevî’nin vasıflarıdır3. Eserin adı gerek Mevlânâ’nın döneminde gerekse daha sonraki devirlerde hep Mesnevîolarak anılmıştır.

Mevlânâ ve Mesnevî’sinin çağrışımı o kadar güçlü olmuştur ki, gerek tasavvufî, gerekse edebî çevrelerce “mesnevî” denince akla Mevlânâ’nın Mesnevî’si geldiği gibi, XIII. asırda âlim ve ârifler için kullanılan “mevlânâ” kelimesi de daha sonraki asırlarda, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye has bir isim hâlini almıştır.

Eflâkî’nin Kadı Necmeddin Taştî’den naklettiği değerlendirme Mesnevî” ve “Mevlânâ” isimlerinin yaptığı çağrışımın daha ilk dönemlerden itibaren var olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Taştî’ye göre; “Bütün dünyada genel olan üç şey vardı. Bu üç şey Mevlânâ’ya nisbet edildikten sonra özel bir anlam kazandı ve insanların aydınları bunu hoş gördüler. Bunlardan biri ‘mesnevî’dir. Eskiden her (kāfiyeli) iki mısraa mesnevî derlerdi; fakat zamanımızda mesnevî denilince akla, hemen Mevlânâ’nın Mesnevî’si gelir. İkincisi, eskiden bütün bilginlere ‘mevlânâ’ diyorlardı, fakat bugün ‘mevlânâ’ denilince Mevlânâ hazretleri anlaşılır. Üçüncüsü her mezara türbe derlerdi. Bugün ise türbe lafı anıldığında Mevlânâ’nın türbesi akla gelir.”4.

Veled Çelebi (İzbudak) de Türk Dili Sözlüğü’nde “mesnevî” kelimesini tanımlarken: “Her iki mısra’ı bir kāfiyede olan şiir ki, ekseriya uzunca manzûme sûretinde olur” dedikten sonra bunu takiben “Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretlerinin bu surette müretteb kitâb-ı meşhuru: Mesnevî-i şerifŞerh-i Mesnevî”, der. “Mevlânâ” terimini açıklarken de “Bâzı büyük ulemâ ve meşayiha verilen unvândır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî derken, Âlem-i İslâm’da ve Türklük’te yalnız “Mevlânâ” veya Hazret-i Mevlânâ denilince “Muhammed Celâleddîn-i Rûmî” murâd olunur.” şeklinde değerlendirmede bulunur5.

“Mevlânâ” denince Celâleddin-i Rûmî’nin; “mesnevî” denince de onun eserinin çağrışım yapması Mesnevî’nin türü içinde, Mevlânâ’nın da tasavvufî, ilmî ve edebî çevreler arasındaki yerini ve toplum nezdinde kazandığı mevkii göstermektedir.

Neticede, Mevlânâ’nın “mânâ âlemi” ile bağlantısı ismini öne çıkarırken, bu âlemin ona ilham ettiği “mânâ dili” de eserlerini ayrıcalıklı kılmıştır. İşte Mevlânâ merkez alınarak Mesnevî etrafında yazılan sayısız eserde bu “dil”in çözümlenmesi yoluna gidilmiş, bu çabalar neticede bir “Mesnevî şerh geleneği”nin oluşmasına yol açmıştır.

Bu çözümleme kültürünün oluşmasında ilk çabalar Farsça ve Arapça şerhlerle ortaya konmuş, bilahare Türkçe’ye tercüme ve şerh edilmeye başlanmıştır.

Bilindiği gibi Mesnevî Selçuklular döneminde resmî ve edebî dil olarak benimsenen Farsça ile yazılmıştır. Ancak bu dönemde resmî ve edebî dil olarak benimsenen Farsça, Osmanlı döneminde yerini yavaş yavaş Osmanlıca’ya bırakmıştır.

XVI.yy.dan itibaren Mevlevîliğin yaygınlaşması ile birlikte Mevlevî dervişleri ve bir tarîkata mensup olsun veya olmasın Mevlânâ muhiplerinden Farsça’ya vakıf olamayanların Mesnevî’den gerektiği gibi istifade edememeleri Mesnevî’nin Türkçe’ye tercüme edilmesi için bir gerekçe olmuştur. Diğer taraftan, mürid ve muhibler, Mevlânâ’nın da;

Bu Mesnevî mânâdır; feûlûn, fâilât değil” 6

Şekle aldananlar mücevherlere bürünmüşler,

mânâya değer verenler ise mânâ denizini bulmuşlardır.”tarzında işâret ettiği mânâ boyutunu yakalamak ve kavramak için çaba içine girmişler, bu konuda ehil olanları Mesnevî’yi şerh etme konusunda teşvik etmişlerdir. Bu talepler doğrultusunda Mevlevî olsun olmasın bir çok tarîkat mensûbu ve ilim erbâbı Kur’ân’ın özü olarak kabul edilen eserin “dil” ve “muhteva” derinliğini ortaya koymak, rumuz ve nüktelerindeki incelik ve hakîkatleri açmak için şerh etme yoluna gitmişlerdir. Bu doğrultuda Mesnevî’deki kelime ve kavramları bağlamlarına uygun şekilde anlayabilmek için Farsça-Türkçe sözlükler oluşturulmuş, Mesnevî’den seçme beyitlerin ya da Mesnevî’nin tamamının şerhi yapılmıştır.

Çalışmamızda Mevlânâ’nın kullandığı “mânâ dili”ne vurgu yapılarak bu “dil”in çözümlenmesi maksadıyla kaleme alınan tercüme ve şerhlere değinilecek, daha sonra da bu tercüme ve şerhlerle oluşan gelenek içinde Abdulmecid-i Sivâsî(ö. 1049/1639)’nin Mesnevî ile ilgili çalışmaları tanıtılacaktır. Mesnevî’nin Türkçe ve diğer dillere yapılan tercüme ve şerhleriyle alakalı şimdiye kadar pek çok çalışma yapıldığından, çalışmamızda aynı konuların tekrarına girmeyecek, sadece Mevlânâ’dan Abdulmecîd Sivâsî’nin yaşadığı döneme kadar yapılan Türkçe tercüme ve şerhlere değinmekle yetineceğiz.

1- Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde “Mânâ Dili”

Mevlânâ, vâridât, aşk ve heyecanı ile ortaya koymuş olduğu, düşünce, tespit ve rûhlara yönelik beyânları ile adeta aşkınlık ufkunun sesi-soluğu olmuş ve üzerinden asırlar geçmesine rağmen bu vadinin biricik gözdelerinden biri olarak ilâhi muhabbetin solunmasında, birlik ve dirlik yolunda rehberlik etmiştir. Eserlerinde ve özellikle bu alanda bir şahika olan Mesnevî’sinde topyekun varlığı muhabbetle kucaklayışı, onlara karşı sıcak ilgi ve alâkası, kısaca bütün varlıkla pozitif diyaloga geçişi bu ufkun çağrı ve yansımasından başka bir şey değildir.

O bir taraftan kendisini Mevlânâ yapan “aşkın gerçeklik”ten ilham almak suretiyle ebedî gerçeklikler etrafında yolculuk yaparken, diğer taraftan vücûda getirdiği eserlerle bu yolculuğunda kendisiyle yürümek isteyenlere aydınlık iklimini açmıştır. Onun yapıtlarının asırlardır en çok rağbet gören eserler arasında yer alması, işte bu ufkun açılımıyla alakalıdır ve bu ufkun muhteva bakımından izdüşümü Mesnevî’dir.

Mevlânâ Mesnevî’sini tanımlarken onun için;

Mesnevî’miz vahdet dükkânıdır; orada Bir’den başka ne görürsen  puttur8.” der. Bu sembolik anlatımda iki anlam kategorisine vurgu yapılmaktadır. Bunlardan biri “vahdet dükkanı” diğeri ise “put”tur. Mevlânâ Mesnevî adına ortaya koyduğu bu “vahdet dükkanı” tanımlamasının dışında, farklı bir okuma için özgürlük alanının var olduğunu dikkate sunarak, bu dükkanda İlâhî irâdenin belirişinden başka görülen “şey”in aslında bakan kimsenin görmek istediği “şey/ben” olduğunu söyler ki, bu “şey” onun lisanıyla “put”tur. Esasen Mevlânâ’nın öğretisinde “put”, bir anlamda “mâsivâ bataklığına düşmüş ney”le temsil edilmiştir. Bundan dolayıdır ki o, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde bir anlamda, özünden ayrı düşen ve ayrılık iniltileriyle didinen bu “ney”e seslenmekte ve onu “vahdet dükkanı”na dönmeye çağırmaktadır. Çünkü şuurlu veya şuursuz Allah’tan kopan ve ayrılık ateşi içinde inleyen neyin bu inleyişi, birlik dükkanından ayrılmak suretiyle yaşadığı esaretten kaynaklanmıştır. Bu esarette en çok mağdur olan da insandır ve Mevlânâ bu çağrısıyla “vahdet dükkanı”ndan nasiplenmek isteyenlere mâsivâ kaydından kurtularak birlik yolunda adım atmasını istemekte ve ona şefkat elini uzatarak şöyle seslenmektedir:

“ Ey oğul, bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?” 9

Halbuki halk makām ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer; yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır.”

On günlük yücelik için zilleti çekerler; gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.”

Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikte, aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?” 10

Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar; talihi yâr olur da sırrımı anlar.

Bana yapışın da doğan olun; baykuşsanız bile doğanlaşın!11

İşte bu birlik dükkanına çağrı Mevlânâ’nın dilinde adeta tecdid edâlı bir renk armonisi ile yapılmış, bu çağrı her iklim için adeta bir diriliş muştusu olmuştur. Daha da önemlisi Mevlânâ bu muştuyu seslendirişinde kendisiyle beraber yürümek isteyen çevresini de alıp beraber götürmek istemiştir. Bu yaklaşım söz konusu çağrıda kullandığı “mânâ dili”ni idrak için okuyucunun rolüne verdiği önemi de göstermektedir.

Mevlânâ pozitif diyalog diyebileceğimiz okuyucuya verdiği bu rolü şöyle dillendirmektedir:

Bu kitap, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta hâlini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir!”12

Mevlânâ bu ifadeleriyle aynı zamanda vücûda gelen ve satırlara dökülen beyitlerin sanatsal kaygı ile üretilmiş birer eserden ziyade, ilâhî kaynaklı bir “dil”in ürünü, bir mânâ iklimi olduğunu vurgulamaktadır.

A. Avni Konuk bunu şu ifadeleri ile dile getirmektedir:

Mesnevî-i Şerîf, fesâhât ve belâgat kasdı olmaksızın ve sanâyỉ ve bedâyỉ husûsunda tekellüf bulunmaksızın, fesâhat ve belâgat ile mâlî ve rengîn-i dürd-âmîz ve halâvet-i şûr-engîz olarak, Cenâb-ı Mevlânâ’nın sîne-i esrâr-ı gencine-i deryâlarından zâhir olmuştur.”13 Yâni Mevlânâ’nın çağrısında, kendinden gelen değil Hak’tan gelen “şeyler” vardır. Bunu kendisi de şu şekilde ifade etmektedir:

Gönlümden kopup gelen o söz, o taraftan gelmededir.

Çünkü gönülden gönle pencere  vardır14.

Öyle görünüyor ki, Mevlânâ’nın bu çağrıda kullandığı “dil” ne muhakemelerimizi prangalayacak felsefî bir dildir, ne de idrak ve duygu dünyamızı aşacak sanatsal bir kaygı taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle bu “dil”, ne felsefeye, ne de sanatsal kaygıları öncelemeye imkan bırakan, ilâhî yücelikle bağlantılı lisânın semavî yankısı olan kalbin mahsûlüdür. Ve o, kalbe hitap etme san’atı ile işlenmiştir. Şüphesiz Mevlânâ için bu “mânâ dili”ne zarf olacak araçların en önemlisi şiir formu olmuştur.

Şiire karşı alakasız görünümüne rağmen Mevlânâ, şiir yazmaktan kendini alamamış,15 harflerin, vezin ve kāfiyenin kendisine yabancı olduğunu sürekli hatırlatmasına rağmen, ilham geldiğinde daima yeni mısralar terennüm etmiştir16. Çünkü, sûfî şâirler genellikle günlük dilin sığ ve dar imkânları yanında, aktarmak istedikleri “yüce mânâ”ya şiirsel dilin daha fazla imkân sağlamasından dolayı tercihen şiire yönelmişlerdir17. Mevlânâ da “gönlünden kopup gelen” şeyleri ifade için bu formu kullanmayı gerekli görür; fakat Bürgel’in de belirttiği gibi,18 dilin hakîkat önünde yetersizliğini bilerek onu kullanır.

Sabah vakti sevgilisiyle buluşan Mevlânâ;

Bugün seher vaktinden beri darmadağınığız, sarhoşuz

Madem ki darmadağın olmuşuz, darmadağın sözler söyleyelim”19  derken mantığın kategorize ediciliğine uğramamış, sistematik olmayan o gelişleri, doğuşları kastetmektedir. Ne var ki bir müddet sonra, âşığın aşkı daha da arttıkça şiirin de yetersiz kalmaya başladığı görülür. Dilin sınır kalıpları içerisine sığdırılamayacak enginlikteki o ulvî duyguları şiir dilinin teknik kurallarına uydurmaya çalışmak zarûretinden fazlasıyla rahatsız olmaya başlar. Çünkü onun gibi coşkulu bir rinde artık bu elbise dar gelir20.

Ben kāfiye düşünüyorum oysa sevgilim bana der ki; vechimden başka bir şey düşünme.”

Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda en güzel kāfiye sensin.”

Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı!”

Harfi, sesi, sözü artık birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü olmaksızın konuşayım!”21

Sen olmadıkça, senin inâyetin lûtfetmedikçe gece-gündüz nazım ve kāfiyenin ne değeri olabilir; bu çeşit meydana gelen şiire kim bakar ki?”22

Mevlânâ her ne kadar şiirden hoşlanmadığını, kendisini şair olarak görmediğini söylese de o bir şairdir. Öyleki dizelerinin güzelliği, tıpkı, kutsallığın samimi ilanı için, “varoluşçu” şartın gereği olan bir mabedin güzelliği gibidir23.

Sezai Karakoç’un da dediği gibi; “Mevlânâ gibi rûh öncüleri şiirden öteye geçmişlerdir, ama şiiri de kendileriyle beraber geçirmişlerdir. Dolayısıyla Mesnevî’de şiirden başka bir şey görmemek, insanı yanıltır.”24. Ziya Paşa’nın dediği gibi;

Şâir demek öyle ehl-i hâle

Îrâs-ı nakîsedir kemâle.”

Mevlânâ, gerçekte “feûlûn, fâilât” değil “ayrı bir planın deyişleri”ni seslendirdiğini bizzat kendisi söylemektedir.

Çünkü ister kurallı ister kuralsız şiirde bütün ifade biçimlerinin kelime, harf, savt gibi yaratılmış ve bu açıdan kısıtlı araçlarla yapılıyor olmasından dolayı bunların hepsi nihâyetinde o sınır tanımayan gönle bir pranga vurmaktan geri kalmayacaktır25.

İşte Mevlânâ’nın Mesnevî’de kullandığı “dil” aslında şiirin sınırlı kalıpları içine sığmayacak aşkınlığa sahip bir “dil”dir. Yâni mânâdır, “feûlûn, fâilât” değil. Bu dilin terennümü de Mesnevî’de “lisân-ı Mevlânâ” diyebileceğimiz Mevlânâ’ya has bir renk taşımaktadır.

Ahmed Avni Konuk bu hususa işâretle şunları söylemektedir: “Hz. Mevlana’dan sonra efrâd-ı insâniyeden hiçbir ferde ayıklık kudreti ile berâber, hâlet-i mahviyet ve istiğrak nasîb ve bu mertebe ulûm-i aklî ve naklî’nin ihâtası ve müşâhedât-ı keşfî ve vicdânî müyesser olmamıştır ki Mesnevî-i Şerîf’in mislini söyleyebilsin.26

Mevlânâ’da “mânâ”, şekle öylesine hakimdir ki, O, Divân’ında, klasik Fars arûzunun tüm kurallarını yıkmıştır. Yine de “mânâ”, rûh dünyasından geldiğinden ve kendi hevesleri ile hayallerinin mahsûlü olmadığı içindir ki bu, hep şekil güzelliklerini yansıtmıştır. Klasik vezin kuralları kitapları içinde pek hoş olmadığı anlatılan Divân vezinleri dahi, insanın rûhunu, dünyaya ait esaret zindanlarının ötesindeki muazzam semâya çekme ve insanın içinde, o yüce sonsuzlukla birleşmek için sınırsız bir neş’e uyandırma gücüne sahiptir. -İdrak kabiliyeti olan bir okuyucu için, onun şiirlerinin, rûhlar âleminin varlığı gerçeğinin en güçlü kanıtı olduğu da söylenebilir-27.

Mevlânâ’nın Mesnevî’sini genel olarak incelediğimizde orada muhtelif dini inanışlar, tasavvuf esasları, bilhassa “vahdet-i vücûd felsefesinin tahlil edilmekte olduğu, münasip hikâyelerle, Kur’ân kıssaları anlatıldığı ve her bir hikâyenin, telkin edilmek istenen fikre tatbik olunduğu görülür.

Bu arada Mevlânâ, sade, fakat düşündürücü deliller getirir, örnekler verip, anlatmak istediği şeyi açmaya çalışır. Hatta bu maksatla sıra dışı hikâyeler bile söylemekten çekinmez. İyi incelendiğinde bu hikâyelerin tasavvufî derinlikli, hikmetli metinler olduğu görülür.

Dizelerinin çoğunda bir mizah duygusu vardır. Hatta dinleyicilerini şaşırtmak, belki de onları uyarmak için müstehcen gözüken ifadeler kullanmaktan da kaçınmaz.28. Mevlânâ’ya göre bu çaba muhataba bir şeyler belletmek içindir ve ciddiye alınması gerekir:

Şaka ve lâtife, bir şey belletmeye yarar.. onu ciddi dinle; görünüşte lâtife oluşuna kapılma!

Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır.. fakat akılılara göre de lâtifeler, ciddidir” 29

Ahmed Avni Konuk’a göre; “Hak teâlâ Hazretleri ‘Biz Kur’ân’da nâs için her bir meselden beyân ve tasfsîl ettik.’30 âyet-i kerimesi mûcibince, Kur’ân-ı Kerîm Kerîm’de esrâr-ı maânîyi ve hakāyık-ı ilâhî’yi darb-ı emsâl ve hikâyât-ı selef ile setr buyurdukları gibi, Cenâb-ı Mevlânâ dahi maânîyi ve esrâr-ı gaybîyi kıssa ve efsâne perdesi altında mestur ve muhtecib kılmıştır; tâ ki sâmiîn mahsüsden ma‘kūle intikāl etsinler.”31

Mesnevî bir bütün olarak düşünülmezse bazen sade ve tertipsiz parçalarla karşılaşılır. Bir bütün olarak kabul ettiğimiz takdirde ise ondaki sadeliğin, tertipsizliğin, kemâlin ve noksanın hülasa bin bir türlü tezahürün kudretli bir ahenk içinde muazzam bir birlik meydana getirdiği görülür.”32 Bu sadelik ve sınırsızlık, onun insan ve cihan ötesi ilâhî âlemle sürüp giden dostluğunun bir delilidir33.

Mesnevî, XIII. Yüzyılda bilinen akla gelebilecek bütün tasavvufî kavramları içerir. Vahdet-i vücûddan kişisel tasavvufa, vecd halindeki aşktan dini kurallara bağlılığa kadar her ne aranırsa onda bulunur. Çünkü onun ucu bucağı yoktur34.

Diğer taraftan Mesnevî’de kullanılan motifler çağının bütün geleneklerini de yansıtmaktadır. Tek bir şiir ve güzel söz söyleme biçimi yoktur ki, büyük bir ustalıkla kullanmış olmasın; bununla birlikte ince kāfiyeli sözler düşünmekten usanıp dizenin birine çoşkun tirilala takabilir, ya da mefâilün fâ’ilatun veznine uygun ilginç sözler de söyleyebilir. Bütün bunlarla aşk sırlarını anlatabilmek için okuyucularının rûhunu hazır hale getirecek bir kıvanç havası yaratır.35.

Mevlânâ bu ahenk içinde zaman zaman esrar perdesini açmak için hikmetli bir dille okuyucunun ilgisini çeken sade hikâyelere başvurur, bunları tahlile tabi tutar, çoşkun beyitlerle süsler, bununla da yetinmez, âyet ve hadîslerden deliller getirmek suretiyle harika bir tahkiye usulü dener.

Bütün bunlarla birlikte Mevlânâ;

Sanır mısın ki Mesnevî sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın?;

Yahut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin, ağzına gelsin.

Duyarsın duyarsın ama sana masal gibi gelir.. dış yüzünü duyarsın, iç yüzünü değil!

Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş! 36 ifadeleriyle Mesnevî’yi anlamanın onun iç yüzüne vakıf olmadıkça kolay olmayacağına dikkat çeker.

A. Avni Konuk da bu hususa işâretle şunları söylemektedir:

“Kur’ân-ı Kerîm’in şânında nasıl ki: ‘Çok kimseler onunla dalâlete düşer ve çok kimse hidâyet bulur’37 vârid olmuş ise: Mesnevî-i Ma’nevî’nin şânı da öyledir. Her kim onu i’tikād ile okur ve kelâm-ı Hak ile bilirse, o kimse kemâl-i îmâna, belki derece-i velâyete vâsıl olur. Eğer bilâ i’tikād efsâne ve hezl tavrıyla okursa velev âlim-i ma’kûl ve menkûl olsun, onun feyzinden mahrûm ve belki meslûbü’l-îmân olur”38

Mevlânâ kendisini anlatmak ve sahip olduklarını paylaşmak için bir metod ileri sürer: Bu da aynı ızdırabı çekme, aynı duyguları hissetme metodudur ki, buna “varoluşçu metod” adını verebiliriz. İşte Mevlânâ,

Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyâk derdini açayım.”39 beytiyle bu fikri ifade eder. Ney iştiyak derdini anlatabilmek için kendisi gibi parça parça olmuş sîne ister40. Mevlânâ aslında burada “görünmek” ile “olmak” gibi biri yapay diğeri gerçeklik olan iki olguya dikkat çekmekte ve “varoluş” için “olmak” olgusunu öngörmektedir.

Mevlânâ’daki bu “varoluşçu metod” okuyucuya verdiği rolü ve onu kendisiyle beraber yürütme için seçiği bir metoddur ve bunu Mevlânâ oldukça ustaca kullanmaktadır. Çağrıda kullanılan bazen girift bazen sade bu gergef dil, bir anlamda okuyan gönüllere merdiven olup onu kendi duygu dünyasına çekmektedir. Çünkü Mevlânâ’nın çağrısı, anlamak için satırları dolaşmak, nakışlarda takılmak değil o satırların sudur ettiği kaynağın nabzına denk bir yürüyüşe iştirak ister. İşte bundan dolayı olsa gerek Mevlânâ’nın tesirinin uzun soluklu olması salt Mesnevîokumakla değil onun gönül dünyasındaki enginliğin yansımasına iştirakle olmuştur.

Fürûzanfer bu hususu te’yîden derki; “Aşikardır ki, uluların sözlerinin mahiyetini anlamak, sırlarını idrak etmek, onların fesahatlerinin derecesini ölçmek, yalnızca şiir zevkine sahip olmak, edebiyâtın lafza ait tekniğini bilmekle, sathi bir inceleme ve araştırma ile müyesser olmaz. Belki bu yolun esas şartı, cana aşina olmakla mümkündür. Bir kimse kendi rûhunu manevî latifelerle bezemedikçe, onların sözlerinin inceliğini, anlatışlarının yüceliğini anlayamaz, başarı elde edemez.”41 Çünkü söz, meramı ve maksadı ileten anahtar olduğu gibi, bazen de anlamı kapatan bir kilit niteliğindedir42. Hatta surete takılıp kalma insanı yanlışa düşüren bir tehlikedir. Mevlânâ bunu, kendi Mesnevî’sini örnek göstererek onun, sözlerindeki sûrete kapılanı azdırarak yolunu kaybettireceğini, mânâya bakan kişiye yol göstererek doğru yolu bulduracağını43 şu beytiyle dile getirmektedir.

Mesnevî’nin sözlerindeki sûret de sûrete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, mânâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur44.

Bu nedenledir ki, bu yüksek aşk ve muhabbet ikliminde dillendirilen “öz” bazen herkesin yudumlayacağı türden olmayan, rûhânî zevk ve neşveye sahip kimselerin duyabileceği bir mahremiyete de bürünmüş, aklın sınırlarının aşıldığı, mânânın maddeyi gölgelediği bir boyut sergilenmiştir.

Çünkü “Mevlânâ, sûretlerden sûretin aynını göstermek için değil, onların örttükleri mânâ ve hakîkati anlatmak için bahseder. Sûfî görüşe göre, bütün dünya, bütün yaradılış, Tanrının varlığı, Allah’ın hakîkatini hem gösterir, hem örter. Mevlânâ da aynı sıfatı dil ve şiirde de görür ve söylediği şiiri ve içinde perdelenen “mânâ”yı iyi anlatmak için okuyucunun yardımcı faaliyetine lüzum hisseder. Mevlânâ dilin perdeleme sıfatını iyi bilir ve dilin bu sıfatını hem noksan hem fayda olarak kabul eder. Dilin eksikliği hakîkatin tam mânâsıyla ifadesine kafi gelmemesidir, onun faydası, şâirin açık söylemek istemediği şeyleri perdelemeye imkan vermesidir. Hem Allah’ın sırrını saklayan gayreti hem sûfî olmayan kimselerin şüpheleri sûfîyi, tanıdığı bâzı sırları ya söylememek ya da dil yardımıyla perdelemeye zorlar.”45

Mevlânâ kendini ifade edebilmenin zorluğunu Dîvân’ında şöyle dile getirmektedir:

Sırları elden çıkarayım, diyorum, yapamıyorum

Onları lâyık olanlara açıklayayım diyorum, yapamıyorum

İçimde beni hoş tutan bir şey var;

Ona parmak basayım diyorum, yapamıyorum46

Mevlânâ hâlini söze sığdıramamanın kendi elinde olmadığını da dile getirir:

Şimdi benim halim, söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil,

Aynada bir suret görürsün ya .. fakat o senin suretindir, aynanın değil.47

Mevlânâ’ya göre Allah istemedikçe dil söyleyemez; dil söylediğinde de O’nun müsaade ettiklerinden başka bir şey söylemez;

Ya beni bırak, hiç söylemeyeyim; ya da izin ver, tamamıyla açıklayayım.

Yoksa ne bunu istiyor, ne onu istiyorsan yine ferman senin…”48

Neyzen ney üfler. Fakat bu nefes ve bu nefesten çıkan ses, neyin midir, neyzenin mi.. bu ses, neyin harcı mı, nevzenin harcı mı?49

Mevlânâ’ya göre, kalbe doğan şeyler söylenmek istense bile söylenilmesinde iki engel vardır. Bunlardan biri peygamber buyruğu:

Ben bunu tamamıyla söyleyemiyorum, çünkü peygamberler men ediyorlar.”50

Diğeri de okuyucunun idrak seviyesidir:

Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.”

Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu ayıp değil, peygamber’in işidir.” 51

Bunu yüz türlü açar anlatırım ama ince sözlerden insanın aklı sürçer… Onun için vazgeçiyorum!”52

Bu konuda sonuç beyti ise şudur:

Bu bahisler buraya kadar söylenebilir; bundan sonra ne zuhûra gelirse gizlenmesi gerektir.”

Söylersen de faydasız. Yüz binlerce cehd etsen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz”53

İşte bu yaklaşımdan dolayı Mevlânâ mânâ iklimini kendi ufkunun sesi ve soluğuna denk düşen bir şiir diliyle seslendirirken, büyülü sözleri kelime sarmalında, yârâna açık, ağyâra kapalı müphemlikler içinde bazen şathiyat diliyle sunmuştur.

Mevlânâ, bu iklimin “dil”ini rûhundan fışkıran farklı bir ses ve solukla hem çağının insanlarını, hem de daha sonrakileri “vahdet dükkanı”na çağrıda kullanırken bu çağrının yüceliğine uygun muhtevada bildik bir edebi tür olan Mesnevî adını verdiği bir zarf kullanmıştır. Fakat mazrufun dalga boyutu o kadar aşkın olmuştur ki, mesnevî denince akla zarf değil bizzat Mevlânâ’nın Mesnevî’si gelir olmuştur.

2- Mesnevî Tercüme ve Şerh Geleneği

Mevlânâ,

Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir.”54 derken aslında yaptığı çağrının bâkî hakîkatlerin kendi fânî varlığıyla kayıtlı kalmaması, kendisinden sonra rehber olarak Mesnevî’deki hakîkatlerin alınması gereğine de dikkat çekmekte ve bu beyânlarıyla Mesnevî’yi herkese açmaktadır.

Eflâkî’nin naklettiğine göre; “Bir gün müderris-zâde Şemseddîn kendi hücresinde uyumuş, dalgınlık ve unutkanlık yüzünden de Mesnevî’yi arkasına koymuştu. Birdenbire Mevlânâ içeri girdi, o kitabı bu vaziyette gördü. Bunun üzerine Mevlânâ şöyle dedi: ‘Demek ki, bizim bu sözümüz arkaya atılsın’ diye söylendi. Tanrıya tekrar tekrar yemin ederim ki, bu mâna, güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak ve uzak iklimlere gidecektir. Hiçbir mahfil ve meclis olmayacak ki orada bu sözler (Mesnevî) okunmuş olmasın; hattâ o dereceye kadar ki, mâbetlerde, zevk ve safâ yerlerinde okunacak, bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır.”55

Gerçekten de tarih Mevlânâ’yı yalanlamamış, Mesnevî yüzyıllar boyu sadece Mevlevî mahvillerinde değil pek çok mecliste el kitabı, başvuru kaynağı olarak vazifesini idâme ettirmiştir.

Mesnevî sadece Anadolu topraklarında değil doğu-batı pek çok ülkede okunup tercüme ve şerh edilmiştir. Mevlânâ’nın doğu âleminde en geniş tesiri Hint-Pakistan yarımadası ve İran’da olmuştur. Böylece hem Mesnevî Urduca’ya defalarca tercüme edilmiş, Farsça, Urduca ve Pencap dilleriyle şerhler yapılmış, hem de Mesnevî ile ilgili, sözlükler, dizinler, antolojiler oluşturulmuştur56.

Mevlânâ ve Mesnevî’ye yönelik ilgi Selçuklu sultanlarının saraylarında Mesnevî-yi Şerîf okutup, Mevlevî ayini icra ettirmeleri ile başlamış, bu ilgi daha sonraki dönemlerde de artarak devam etmiştir. Özellikle Osmanlı padişahları tarafından Mesnevî’ye büyük ilgi gösterilip bu eserin tercüme ve şerhi için bâzı ulemâ ve sûfîler görevlendirilmiştir57

Kaplan’ın dediği gibi: “Hiçbir Osmanlı aydını tasavvur edilemez ki Mesnevî’yi okumamış, onda geçen hikâye ve hikmetleri işitmemiş olsun. Türkiye’de Kur’an’dan sonra camiye giren iki kitap vardır: Mevlid ve Mesnevî, Kur’ân ve Mevlid, umûmî olarak sadece okunuyor, Mesnevî ise (hem okunuyor hem de ) şerh ediliyordu.”58

Hüseyin Vassaf, Mesnevî’nin bu vasfını şu beyitle dile getirmektedir:

Sâlik-i râh-ı Hudâ’ya pîşvâdır Mesnevî

Cümle erbâb-ı tarîka rehnümâdır Mesnevî 

Bu özellik, Mevlânâ’nın tasavvuf terminolojisinde bilinen şekliyle müridliği, dervişliği, postnişinliği ve şeyhliğinden ziyade; onun Allah’la münasebetlerinde bir aşk u iştiyak insanı; Allah’tan ötürü kendisine teveccüh edenler karşısında da bir muhabbetullah sâkisi olmasından kaynaklanmıştır.

Mesnevî’ye samimi olarak yönelenler ve ondaki özü yakalamak isteyenler adeta Mevlânâ’nın da beraber yürüme talebine cevapla önce onu okumayı, bu şekilde ondaki incelikleri yakalamayı denemek istemişler, “Mesnevî’nin her beytinin her kelimesinde, hatta her harfinde gizli mânâlar bulmuşlardır.”59 Böylece sohbet meclislerinde, tekkede ve ilmî mahfillerde Mesnevî okuyup okutma ve açıklama yapma yaygınlaşmış, bu aktarımlar esnasında din, ahlâk, şiir, edebiyât, tarih gibi geniş bir alanda dolaşılmıştır60. Bilahare Mesnevî okuyup açıklama yapma yaygınlaşmaya başlamış, bu işi yapanlara “Mesnevîhân” denilmiştir. Hatta bu çabalar daha ileri gitmiş ve Mesnevî’yi ezberleyenler dahi olmuştur. Mesela Molla Camî (ö. 1492) Mevlânâ’ya büyük bir sevgiyle bağlanmış altı ciltlik Mesnevî’yi ezberleyecek kadar Mevlânâ’nın etkisinde kalmıştır61. Bu arada özellikle XVI. Yüzyıldan itibaren Mesnevîyazıcılığı da o kadar yaygınlaşmıştır ki, mesela aynı zamanda bir hattat da olan Cevrî (ö.1065/1654) Mesnevî’yi 22 kere yazmıştır62.

Mesnevî’nin şöhretinin yayılmasıyla birlikte, yalnız Mevlevîhanelerde ve Mevlevîlere değil, Mevlevî olmayanlara da Mesnevî’yi açmak için Dâru’l-Mesnevî’ler kurulmuş, oralarda Mesnevîokuyanlar, onu okutmak üzere icazetnâmeler almışlardır. Fatih devrinde açılan Kalenderhânelerde Mesnevî okunmuş, III. Ahmed zamanında Damat İbrahim Paşa’nın yaptırdığı medreselere girmiş hatta camilerde bile Mesnevîhanların bu kitabı dil ve mânâ bakımından tahlile koyuldukları görülmüştür.63.

İşte Mesnevî şerhi olarak bize intikal eden kitapların bâzıları bu Mesnevî meclislerindeki sohbetlerin yazıya geçirilmesi ile oluşmuştur. Bir çoğu ise müellifleri tarafından bizzat kaleme alınmıştır64.

Bu teşebbüsler sayesinde Osmanlıda XVI. yy.dan itibaren Mesnevî kültürü oldukça geniş bir çevreye yayılmış böylece Mevlânâ’nın duygu dünyasına iştirakte istekli olan muhiblerin ondan daha fazla istifade edebilmeleri için Türkçe’ye tercüme ve şerh edilmesi zorunluluğu ortaya çıkmış bu bağlamda sadece Mesnevî’yi daha iyi anlaya bilme ve ondaki ibarelere tam vukufiyet için Farsça-Türkçe lügatler dahi yazılmıştır65.

Bu çabayla birlikte bir çok mutasavvıf tasavvuf tefekkürünün Türkçe’de nesirle ifade sırlarını kurcalamış ve devirlerinin Türkçe’sinde hayli zengin bir kelime hazinesi oluşturmuşlardır66.

Tercüme ve şerhler yapılırken Mesnevî’den bir veya birkaç seçme beyit, bazen bir hikâye bazen de bir bölüm seçilmek suretiyle beyitlerin muhtevası doğrultusunda yorumlar aktarılmıştır. Böylece bir taraftan Mesnevî tercüme ve şerh edilirken diğer taraftan onda yer alan bâzı beyitler eser yazanlar için ilham kaynağı olmuş hatta ondan bâzı beyitler alınmak suretiyle Mesnevî’ye küçük büyük bâzı nazireler de yazılmıştır.

A- Mesnevî’nin Tesirinde Yazılan Eserler

Mesnevî’nin ilk ciddi tesiri Sultan Veled (ö. 712/1312)’in ilk mesnevîsi olan İbtidânâme (Velednâme)’de 67 görülür. Sultan Veled, babasına benzemek maksadıyla Mesnevî usûlünde de onun yolunu takip etmek istediği için bu eserini yazdığını söyler ve “Gücüm yettiğince o Hazrete benzemeye çalıştım, ama buna imkan yoktu” der68. Yine babasının Mesnevî’sinin vezninde ve aynı tarzda kaleme aldığı Rebâbnâme ile İntihânâme de Sultan Veled’in Mesnevî etkisinde yazdığı eserlerdir69.

Yunus Emre (ö. 648/1240-41)’nin şiirleriyle Mevlânâ’nın şiirleri arasında da bâzı benzerlikler vardır70. Hatta bâzı şiirleri Mevlânâ’dan Türkçe tercümeler mahiyetindedir71. Yine Âşık Paşa (ö.733/1332)’nın Garîb-nâme’sinde büyük ölçüde Mevlânâ’nın tesiri görülür72. Gülşehrî (ö.717/1317’den sonra.), Felekname’de Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden geniş ölçüde yararlanmış73 Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ını esas alarak meydana getirdiği eserinde de Mevlânâ’nın etkisinde kalmış ve Mesnevî’den bir çok hikâyeyi kullanmıştır74. Ahmed Eflakî(ö. 761/1360), Mesnevî’den özellikle tanık olarak aldığı beyitler bakımından çok yararlanmıştır. Denilebilir ki, Eflâkî’nin 745/1344 yılında bitirdiği Ariflerin Menkıbeleri(Menakıbu’l-Arifin)’nde geçen beyitlerin yüzde doksan beşinden fazlası Mesnevî’den alınmıştır75. Dede Ömer Rûşenî(ö. 892/1487)’nin Çoban-nâmeMiskinlik-nâmeNey-nâme adlı eserleri de Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki konu ve muhteva esas alınarak işlenmiş76, bu eserlerde Mesnevî’nin bâzı beyitleri manzum olarak tercüme edilmiştir. Mesnevî’yi ilham kaynağı alarak oluşturulan Türkçe mesnevîlerden en mühimi ise İbrahim Gülşenî(ö. 940/1534)’nin Manevî’sidir. Mevlânâ’nın Mesnevî’sine nazire olarak yazılan ve kırk bin beyti ihtivâ eden bu eserde bir çok beytin Mevnevî’den nakledildiği görülür77. İbrahim Gülşenî ayrıca Mesnevî’de geçen “Çobanla-Hz. Musa Kıssası” nı Çoban-nâme adıyla Türkçe müstakil bir manzume olarak kaleme almıştır78.

Mesnevî, Mevlevî olsun veya olmasın birçok mutasavvıf, âlim, edip ve şâire ilham teşkil etmiş79 ve bu yazarlar eserlerinde Mesnevî’yi esas tutmuş, bir kısmında onu tanzir etmiş ve yer yer de Mesnevî’den beyitler alarak adeta bir Mesnevî tercüme ve şerh geleneği yanında bir de “Mesnevî Edebiyatı”nın doğmasına sebep olmuşlardır.

Oldukça hacimli bir eser olan80 Mesnevî’nin, sırlarının anlaşılmasının güçlüğünden dolayı, Mevlânâ’dan hemen sonra âlimler, mutasavvıflar onun müşkül noktalarını açıklamak, karışık yerlerini çözmek için uğraşmışlar; gerek manzum gerek mensûr, Arapça, Farsça, Urduca, Türkçe ve sair dillerde bütün Mesnevî defterlerine, yahut onların muhtelif kısımlarına bir çok şerhler yazmışlar, antolojiler oluşturmuşlar, telifler meydana getirmişlerdir81. Bu çabalar XIV. Yüzyıldan itibaren artan bir hızla devam etmiştir.

XVI. Yüzyılın sonu ile XVII. Yüzyılın başında yaşamış olan ve gerek Mevlânâ’ya bağlılık ve saygısı gerekse Mesnevî merkezli çalışmalarıyla adeta bir Mesnevî mütehassısı diyebileceğimiz Halveti Şeyhi Abdülmecid Sivâsî (ö. 1049/1639)’nin bu yönüyle ilgili çalışmalarını tanıtmadan önce dönemine kadar yapılmış olan Mesnevîtercüme ve şerhlerine kısaca temas edelim.

B- Abdülmecid Sivâsî’nin Dönemine Kadar Yapılan MesnevîTercüme ve Şerhleri

a- İlk Türkçe Mesnevî Tercümesi

Daha Mevlânâ’dan kısa bir süre sonra onun eserinden iktibas ve seçmelerle başlayan tercüme ve şerh geleneğini içinde sayısız eserin kaleme alındığı görülür.

Bu kategoride ilk Mesnevî tercümesi olarak kayıtlara geçen eser Muînüddin b. Mustafa (Muînî)’nin, 839/1435-36 tarihinde yazdığı ve Sultan II. Murad’a (ö. 855/1451) sunduğu Mesnevî-i Murâdî(Mesnevî-i Manevî)’sidir. Muînî bu eserinin Mesnevî’den intihab olduğunu, bu intihabı Sultan II. Murad için yaptığını söylemektedir. Muinî eserinin Mesnevî’den intihab olduğunu söylemesine rağmen birinci cildin tam bir tercüme ve şerhidir. Yâni Muinî altı ciltlik Mesnevî’nin birinci cildini intihab etmiş ve bu intihabı da şerh ederek iki cilde sığdırmıştır82.

Bu ilk Mesnevî tercümesinin padişaha sunulmuş olması Mesnevî’nin Osmanlı padişahları nezdinde kabul gördüğünün bir işâretidir. Nitekim daha sonraki dönemlerde de bu eserle ilgili çalışmaların bir çoğunun padişahlara sunulması bir gelenek hâlini almış bazen de padişahlar bizzat Mesnevî’ye şerh yazılmasını isteyebilmişlerdir.

b- Mesnevî’den Seçmelerle Oluşturulan Tercüme ve Şerhler

XVI.yy.dan başlayarak yoğun bir şekilde Mesnevî’den seçmeler (Antoloji/Muntehabat) yapılmış ve seçilen belli sayıdaki beyitler tercüme ve şerh edilmiştir. Yazılış tarihine göre değerlendirdiğimizde ilk derli toplu seçmelerden birinin XVI. yüzyılın ünlü Mevlevî şâirlerinden biri Yenicevardar’lı Yûsuf Sîne-çâk (ö.953/1546)’ın Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden 366 beyit seçerek meydana getirdiği Cezîre-i Mesnevî83’si olduğunu söyleyebiliriz. Sine-çâk, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden aralarında anlam bakımından münâsebet bulunan beyitleri seçmiş, böylece küçük de olsa bir eser vücuda getirmiştir. Yazıldığından beri Mevlevîler arasında çok tanınan ve benimsenen bu eserin Farsça-Türkçe Manzum ilk tercümelerinden biri Dal Mehmed Paşa’nın 1004/1595 tarihli, Cezire-i Mesnevî Tercümesi’dir84.

Bu eser ayrıca Şam Mevlevîhânesi şeyhi Bağdatlı Mehmed Alemî Dede (ö. 1020/1611) tarafından 1571 tarihinde Türkçe olarak Şerh-i Cezîre-i Mesnevî85 adıyla şerh edilmiştir86.

Daha sonra Abdülmecîd-i Sivâsî Cezîre-i Mesnevî’yi 1011/1602 târihinde Şerh-i Cezîre-i Mesnevî adıyla şerh etmiştir87.

Bu dönemde kaleme alınan bir diğer intihab da Şam Mevlevîhânesi şeyhi Sabûhi Ahmed b. Muhammed (ö. 1057/1647) tarafından yapılmıştır. Sabûhî Ahmed Dede Mesnevî’nin altı cildinden başka başka beyitleri intihab edip adını İhtiyârât-ı Sabûhî koymuş, daha sonra bu eseri Türkçe şerh etmiştir88.

c- Mesnevî’nin İlk Türkçe Tam Şerhleri

Şu ana kadar ki tespitlere göre Mesnevî’nin Türkçe ilk tam tercüme ve şerhi Mustafa Şem’î (ö.1009/1600’den sonra)’nin 995/1586’da Sultan III. Murad’ın “Kitâb-ı Mesnevî’yi Şerîf’i Türkî lisân üzere şerh edesin” emri üzerine yazmaya başladığı Şerh-i Mesnevî adlı eseridir. Şem’î 1002/1593 tarihine kadar tamamladığı beş cildi padişaha sunmuştur. Bir süre hastalığı sebebiyle ara verdiği şerhine 1003/1594 senesinde III. Murad’ın vefatından sonra yerine geçen III. Mehmed’in emri üzerine yeniden başlamış ve altıncı cildi 1005/1596’da tamamlayıp, III. Mehmed’e sunmuştur89. Bu dönemde yazılmış bir başka şerh de Bosnalı Sûdî’nin (ö.1005/1596) pek tanınmamış olan şerhidir120.

Mesnevî tercüme ve şerhleriyle ilgili çalışmalarda genellikle bu şerhlerden sonra tarih sırası itibariyle ilk tam tercüme ve şerh İsmail Rüsûhî Dede (Ankaravî) (ö.1041/1631)’ye aittir. Ankaravî, önce Mesnevî’de geçen âyet ve hadîslerin mânâları ile ilgili olan beyitlerle, Arapça beyitlerin, ve anlaşılması güç bir takım kelimelerin şerhini konu alan Câmiu’l-âyât91 isimli eseri, daha sonra Mesnevî’nin ilk onsekiz beyitini ve müşkil kelimelerini izah için kaleme aldığı “Fâtihü’l-Ebyât” adlı ikinci bir eserini birleştirip genişletmek suretiyle Mecmuatu’l-Letâif ve Matmuretu’l-Maârif92 adlı Mesnevî şerhini oluşturmuştur. Bu çalışmalarıyla Hz. Şârih unvânı alan Ankaravî haklı bir şöhrete kavuşmuş; eseri Mesnevî’yi anlama hususunda en önemli kaynak olarak kabul edilmiştir. Yazdığı Mesnevî o kadar kabul görmüştür ki, ondan sonra Mesnevî okutacak kimselere verilen okuma ruhsatlarında onun yolu ve usulü başlıca şart olarak kabul edilmiştir93.

Bu eserin İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Pertevpaşa Kitaplığı 306 ve 307 numaralarda kayıtlı bulunan ve bizzat Ankaravî tarafından Derviş Ganem’e yazdırılan altı ciltlik nüshasının I-III ciltleri 1033/1623, IV-VI. Ciltleri 1035/1625’de, VI. Cilt ise 1036/1626 senesinde tamamlanmıştır94. Ankaravî, Mesnevî’nin altı cildine benzetilmiş ve bir ölçüde de başarılı olduğu söylenen bir yedinci cildi de yanılarak şerh etmiş ve o tarihten bu yana yedinci cilt meselesi tartışılan bir konu olmuştur95.

Ankaravî’nin Mesnevî ile ilgili bir diğer çalışması da Mesnevî’de geçen müşkil beyitlerin ve hikâyelerdeki maksatları açıklama amacıyla hazırladığı Hall-i Müşkilât-ı Mesnevî adlı eseridir. Ankaravî bu eserinde önce şerhini gerekli gördüğü beyitleri seçmiş, sonra bunları âyet ve hadîslere müsteniden açıklamıştır96. Ankaravî’nin bir başka eseri de Mesnevî’den seçilen bâzı beyitlerin şerhi olan Tuhfetü’l-Berere’dir97.

Mesnevî şerhlerinde genellikle müellifler Mevlânâ’nın “mânâ dili”nin benzersiz beyânlarını çözme ve anlama adına onun kullandığı rumuz ve nüktelerin incelik ve hakîkatlerini, beyitler arasındaki münasebetleri ve bunların hangi âyet ve hadîsin mazmûnu olduğunu beyân ve tahkîk etmeye, anlaşılmayan yerleri vuzûha kavuşturmaya çalışmışlardır. Bu arada farklı meşreblerdeki şârihlerin kendi meşreb ve mülahazalarını özellikle vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen sûfîlerin bu anlayışlarını Mesnevî eksenli açıklama eğiliminde oldukları da görülmektedir.

Son dönemlerde Mesnevî şerhleri üzerine yapılan bâzı etüdlerde şârihlerin kendi meşrebleri doğrultusunda Mevlânâ’nın inançlarını tahlil etmiş olmaları eleştiri konusu olmuş, Mevlânâ’nın sözlerini herhangi bir tasavvuf sistemine uydurmaya çalışmadan, oldukları gibi, basit mânâlarıyla kabul etmek gerekir şeklinde yaklaşımlar ileri sürülmüştür.

Mesela Fürûzanfer; “Şârihler, kendi bilgilerinin, kendi fikirlerinin derecesi ile Mevlânâ’nın inançlarını tahlil edip izah ediyorlar. Bâzıları da Mesnevî’nin müphem yerlerini çözmek için hikmet ile felsefe kitaplarının yardımına müracaat edip, hakîmlerin yolları ile Mesnevî’yi şerh ediyorlar. Eğer bu zahmetler yerine Mesnevî’nin kendisini dikkatle mütalaa etseler, incelemede bulunsalardı onu daha iyi şerh edebilirlerdi.”98 derken Mesnevî’nin yine Mesnevî ile şerh edilmesi gerektiğine işâret etmektedir. Gölpınarlı da aynı kanaate “Mesnevî’yi şerh eden de yine Mesnevî’dir.” değerlendirmesiyle iştirak etmektedir99. Aslında Gölpınarlı bu görüşü ileri sürmekle beraber kendi şerhinde eski şârihlerin yorumlarından faydalanmayı da ihmal etmez ve birçok şârihin yaptığı gibi Mesnevî’yi tasavvuf geleneğine göre yorumlar.

Gölpınarlı diğer tarftan şârihlerin Mesnevî’yi şerh ederken Mevlânâ’nın diğer eserlerinin, hayatıyla ve felsefesiyle ilgili ana kaynakların tetkik edilmesi gerektiğini söylemektedir100.

Ahmed Ateş de, eski şârihlerin yapmış oldukları yorumlarla “Mesnevî’nin mânâsını izah değil, bilakis iğlak ettikleri tezini ileri sürmüştür101. Ateş, bu şerhleri yapanların aslında kendi fikirlerini ortaya koyduğu kanaatindedir. Buna sebep eski şârihlerin metne bağlı olmayışları, ona metinde bulunmayan fikirleri katmalarıdır. Ateş’e göre Mesnevî’yi anlamanın yegane yolu, esas olarak, bütün şerhleri bir tarafa bırakıp, Mevlânâ’nın sözlerini herhangi bir tasavvuf sistemine uydurmaya çalışmadan, oldukları gibi, ilk ve siyak içindeki basit mânâlarıyla kabul etmektir102.

Ateş’in bütün şerhleri bir tarafa bırakarak metni ilk ve siyak içindeki mânâlarıyla kabul etme şeklindeki yaklaşımı aslında Türk kültüründe önemli bir yeri olan şerhleri toptan reddetmek, Mesnevî’nin herhangi bir tasavvuf sistemine uydurmaya çalışmadan ele alınması fikri de Mevlânâ’nın bütün hayatına ve eserlerine hakim olan tasavvufu yok sayma anlamına gelmektedir ki, şimdiye kadar bu tarz bir çalışma yapılmadığı gibi yapılması da güçtür.

3- Abdulmecîd Sivâsî ve Mesnevî İle İlgili Çalışmaları:

A- Abdulmecid Sivasî Hayatı ve İlmî Kişiliği

Abdülmecîd-i Sivâsî 971/1563 târihinde Zile de doğmuştur. Halvetiyye tarîkatı şeyhlerinden Muharrem Efendi’nin oğlu ve yine aynı tarîkatın Şemsiyye kolu müessisi olan Şeyh Şemseddîn Sivâsî’nin yeğenidir. Abdülmecîd-i Sivâsî otuz yıl kadar medrese tahsîlini sürdürdükten sonra tasavvufa sülûk etmiş, kısa zamânda şeyhlik makāmına yükselmiştir. Zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki şöhreti sebebiyle III. Mehmed tarafından İstanbul’a dâvet edilmiştir. Bu sâyede Şemsiyye şûbesi taşradan merkeze taşınmıştır.

Abdülmecîd-i-i Sivâsî İstanbul’a geldikten sonra bir taraftan tekkesinde mürîdlerini irşâda çalışırken, diğer taraftan da başta Ayasofya olmak üzere İstanbul’un merkez câmilerinde verdiği va’zlarla halkı irşâd etmeye devâm etmiş, Sultan Ahmed Câmii’nin yapılmasıyla buraya vâiz olarak atanmış ve ölünceye kadar buradaki görevini sürdürmüştür.

Sivâsî, devrin idârecileriyle, özellikle pâdişahlarla iyi münâsebetler içinde olmuş, zaman zamân toplumdaki bozulmalara dikkat çekmiş, bunun düzeltilmesi husûsundaki fikirlerini devlet adamlarına gerek yazılı gerekse sözlü olarak iletmiştir.

Sivâsî’nin yaşadığı dönemde Osmanlı’nın kurucu güçlerinden olan tarîkat ve medrese erbâbı arasında dikkat çekici olaylar tezâhür etmiş, tekke-medrese münâsebetleri daha önceki dönemlerden farklı olarak ilmî ve ahlâkî çizgiyi aşmış, her iki tarafın birbirlerine bakışında değişme ve sertleşme görülmeye başlamıştır. Bu tezâhürler, söz konusu çevrelerin birbirlerini toplumdaki bozulmalardan sorumlu tutup, idâreye şikâyet etmeleri ve değişik mahfillerde birbirlerini suçlamaları şeklinde kendini göstermiştir. Bu sebepten dolayı da her iki taraf arasında ciddî tartışmalar cereyân etmiştir. Sivâsî bu tartışmalara doğrudan katılarak, tasavvuf ve tarîkatleri savunmuştur. Bu tartışmalarda mutasavvıfların savunduğu fikirler Sivâsî ile; karşı görüşler de Kadızâde ile özdeşleşmiş ve taraflar arasındaki tartışmalar Kadızâdelîler-Sivâsîler mücâdelesi olarak târihe geçmiştir.

Bu tartışmalara rağmen Abdülmecîd-i Sivâsî’nin yaşadığı dönemde tarîkatlerin yaygınlığı artmış, buna bağlı olarak tarîkat zümreleri arasında muhtelif kanâat ve inanç farklılıkları da gelişmiştir. Bunlardan bir kısmının tavırları şerîatin zâhirine uygun, bâzılarınınki de aykırı görüldüğünden, bu sonrakiler hakkında bâzen devlet tarafından tâkibat yapılmıştır. İşte Abdülmecîd-i Sivâsî de bu dönemde bir taraftan tarîkatlara karşı yürütülen taassub ile mücâdele ederken, diğer taraftan da, faaliyetlerini gizlice sürdüren Melâmîler ve özellikle İdris-i Muhtefî’nin şerîate muhâlif gözüken görüş ve davranışlarına şiddetle karşı çıkmış, herkesin havsalasına sığmayacak taşkın fikirlerin yayılmasına mâni olmaya çalışmıştır.

Sivâsî’nin en mümeyyiz vasfı belki de Ehl-i Sünnet’in sıkı bir bağlısı ve savunucusu olmasıdır. Bu doğrultuda o, gerek tarîkat gerekse şerîat meselelerini îzah ederken, İslâmî geleneğe uymuş, görüşlerini dile getirirken âyet ve hadîsleri sıkça kullanmış, farklı kaynaklardan yaptığı nakillerle bu görüşlerini te’yid etmeye çalışmıştır.

Abdülmecîd-i Sivâsî muhtelif dînî ilimler yanında, yazdığı şiirler ve oluşturduğu Dîvan’ıyla da üzerinde durulmaya değer bir edebî kişiliğe sâhiptir. Şiirlerinde “Şeyhî” mahlasını kullanmıştır. Dönemindeki şâirlerden farklı olarak, şiiri sırf sanat telâkki etmemiş ve şiirlerinin hemen hepsinde tasavvufî muhtevâyı yansıtmıştır. O, şiiri sanat için değil, halkın dinî, içtimâî ve rûhî eğitimi için bir vâsıta olarak kullanmış, düşünce ve fikirlerini okuyucuya sade bir tarzda ve samîmî bir şekilde ifâde etme ve aktarma gayretinde olmuştur.103

XVII. yüzyıl Türk tasavvuf ve tefekkür târihi’nin en önemli simalarından biri olan Abdülmecîd-i Sivâsî, tasavvuf, tefsîr, hadîs, kelâm, akaid, Arapça ve Farsça sarf, nahiv bilgisi branşlarında kalem oynatmış ve bu sahâlarda yirmiden fazla eser yazan seçkin sufilerinden ve velûd yazarlarından biridir.

Muhammed Nazmî (ö.1112/1701) onu “âlim ve âmil, ârif ve vâsıl, câmi’u’l-’ilmeyn, mecmau’l-bahreyn” gibi vasıflarla zikrederken, Sivâsî ile aynı dönemde yaşamış Hulvî Mahmûd Efendi (ö.1604/1653) de onun hakkında benzer ifâdeleri kullanmıştır104. Peçevî İbrâhim Efendi (ö.1061/1641), Târih’inde onun zâhirî ve bâtınî ilimlerde benzersiz birisi olduğunu dile getirmekte105, Hüseyin Vassâf da ilim ve fazîlette nâdire-i zaman sayıldığını nakletmektedir106.

Eserlerini Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme alan Sivâsî’nin bu dilleri kullanmadaki kudreti, eserlerinde açıkça görülmektedir. Muhammed Nazmî’nin ifâde ettiğine göre onun Fars dilinde elde ettiği seviye lügatçiler ve şâirleri hayran bırakmıştır107. Bu yetkinlik onun Mesnevî ile ilgili çalışmalarında da kendisini göstermiş ve bu çalışmalarıyla o, adeta bir Mesnevî mütehassısı olarak tarihteki yerini almıştır. Fakat onun bu çalışmalarının yeterince tanındığını söylemek zordur. Nitekim Mesnevî şerhleriyle ilgili etüdlerde onun Mesnevîçalışmalarına sadece ismen değinilmiş mahiyetleri diğer şerhler arasındaki yerine pek değinilmemiştir. Biz bu çalışmamızda Sivâsî’nin Mesnevî ile ilgili tesbit ettiğimiz üç çalışmasını, yazılış gerekçelerini, mahiyet ve özelliklerini vererek kısaca tanıtmaya çalışacağız. Bu arada Mesnevî şerhine örnek olmak üzere yaptığı şerhin ilk iki beytinin metnini vereceğiz.

B- Abdulmecîd Sivâsî’nin Şerh-i Mesnevî’si

Şerh-i Mesnevî, Abdülmecîd-i Sivâsî’nin en meşhûr eserlerinden biri olup onun eserlerinden bahseden kaynakların hemen hepsinde ismi zikredilmektedir. Eserin MEB Ank. Genel Kitâblık nr. 683’te bulunan Abdülmecîd-i Sivâsî’nin kendi hattıyla yazdığı nüshasının ilk varaklarında sonradan yazıldığı anlaşılan bir kayıtta “Şerh-i Mesnevî-i ŞerîfŞemsüddîn Sivâsî bi-hattihi” şeklinde eser Şemseddîn Sivâsîye âitmiş gibi gösterilse de, diğer bir varakta eserin Abdülmecîd-i Sivâsî’ye âit olduğu belirtilen kayıtlar mevcuttur. Aşağıda vereceğimiz metinde de görüleceği gibi onun bu eserinde amcasından da nakilde bulunmuş olması bu eserin Şemseddin Sivâsî’ye ait olmadığını göstermektedir. Nitekim nüsha üzerindeki kayıtlardan birinde “Sivâsî Efendi’nin kendi hatt-ı şerîfleridir gaflet olunmaya” ve yine kime âit olduğu belli olmayan 1229 târihli bir diğer kayıtta ise bu eseri Şemseddîn Sivâsî’nin kardeşinin oğlu ve halîfesi olan Abdülmecîd-i Sivâsî’nin yazdığı, benzerinin bulunmadığı, bu husûsta gaflet olunmamasına dâir ifâdeler yer almaktadır. Ayrıca aşağıda da zikredeceğimiz üzere eserin mukaddimesinde şârihin Abdülmecîd-i Sivâsî olduğu açıkça bellidir.

Eserin te’lif sebebi:

Abdülmecîd-i Sivâsî bu eseri hangi gerekçelerden dolayı yazdığını mukaddime kısmında şu şekilde ifâde etmektedir:

Mevlânâ Rumî (ks) hazretleri Kur’ân’ın özü olan ve benzersiz beyânlarından oluşan Mesnevî-i Şerîf’lerinde yazdığı rumuz ve nüktelerin incelik ve hakîkatlerini, her bir beyti birbirine tatbîk ve bunların sülûkda hangi makāma işâret ettiğini şerh ve tahkîk etmediğinden zarurî olarak bu rumuzlardaki incelikleri tedkîk ve her beytin hangi âyet-i kerîme ve hangi hadîs-i şerîfin mazmûnu olduğunu beyân ve tahkîk etmek, anlaşılmayan yerleri vuzûha kavuşturmak için latîf bir uslûb ile şerh olunması için bu fakîr kula tevdî ettiği görevi emir telakkî edip, şerh etmeye başladım. Ömrüm oldukça itmâmına gayret edeceğim.”108

Abdülmecîd-i Sivâsî bu görevin kendisine tevdi edilişini şöyle açıklamaktadır:

Bu şerhe başlamadan önce iki kere rüyâda lütufları olup üçüncüde “benim kitâbımı başka kitâblara mâni’ eyle” diye buyurdular. Görevimiz ve çalışmalarımız çok olduğundan kusûr etmiştik. Netîcede Mevlânâ’nın sırrı tecellî etti ve bu şerhi bir an önce yazmam gerektiğini bana işâret etti. Zâhiren ve bâtınen ulu’l-emr olan Sultan Ahmed Han Hazretlerine (ö. 22 Kasım 1617) ve sultan-ı mülki’l-hakîka Mevlânâ Hazretlerine ittibâ farz olduğundan kusûrlarıma rağmen şerhi yazmaya başladım.”109

Muhammed Nazmî bu hâdiseyi biraz daha detaylı olarak şu şekilde nakletmektedir:

Sivâsî Efendi Mesnevî-i Şerîf üzerine, Sultan Ahmed Han’ın ibrâm ve ilhâhıyla, bir şerh-i latîf yazmışlardır. Lâkin, bir cilt tamam olup, sâirleri müsveddede kalmıştır. Bâ’is-i te’lif dahi bu olmuş ki, Hz. Celaleddîn Rûmî ile ‘âlem-i hâlde mülâkât vâki’ olub, Hz. Sivâsî’ye hitâb idüb, “Benim Mesnevî kitâbıma şerh yazmanız maksûdumdur.” dediler. Hz. Sivâsî dahî özr beyân edip, “Hazmen li-nefsihî benim ne haddimdir? Sizin kelimât-ı dürer-bârınuza ıttılâ tahsîl itmek, kande kaldı ki, şerh yazmak? Husûsen nice şerhler var. Bizim şerhimize ne ihtiyâc?” dediklerinde, “Hoş, onlar da güzel, lâkin kâl başka hâl başkadır. Benim Mesnevî’mi şerh etmeğe, sizin gibi bir ehl-i hâl, sâhib-i kemâl, ‘ilm-i Kelâm’da mâhir ve fenn-i Tasavvuf’da nâdir gerekdir.” buyururlar. Beşeriyyet âlemine geldikde, ihmâl buyururlar. Bir-kaç günden sonra yine mülâkât ederler; “Ben size benim Mesnevî’me şerh yazın demedim mi?” buyururlar. Hz. Sivâsî yine itirâz itmek murâd ettiklerinde, “Hoş, imdi biz sana topuz ile ettiririz.” diye buyururlar. Fi’l-vâki alâ’s-sabâh taraf-ı Pâdişahî’den hatt-ı şerîf ile iki çavuş gelip, kağız-bahâ yüz sikke-i hasene getirirler. Hatt-ı Şerîfi kırâ’at buyurduklarında, “Benim fazîletli pederim, bu saat Mesnevî-i Mevlevî’ye şerh yazmaya emrim olmuştur. Biz de me’mûruz.” demişler. Ve hemen ol saat, dest-i şerîflerine kalem alıp tahrîr ederler.”110

Abdülmecîd-i Sivâsî’nin yazmış olduğu bu şerh Mesnevî’nin birinci cildinin ortalarındaki “Arslanın kuyuya bakması ve kendisiyle tavşanın akislerini görmesi” başlıklı hikâyenin ortalarında kalmıştır. Abdülmecîd-i Sivâsî bu hikâyenin on iki beytini şerh etmiş daha sonraki on üç beyti de şerh etmeden yazarak eserini Mesnevî’nin 1328. beytinde bırakmıştır. Şerhini ise 1315. beyte kadar yapmış, çok olmasa bile bâzen sadece metinlerini verip şerh etmediği beyitler de olmuştur.

Muhammed Nazmî Abdülmecîd-i Sivâsî’nin Mesnevî’nin bir cildini tamamladığını ve diğerlerinin müsvedde kaldığını, eserin nüshasının hazînede müsveddesinin de mahdumlarında kalıp yayılmadığını, hâlen bu müsveddelerin kendinde bulunduğunu söylemektedir111. Bu ifâdelerden Abdülmecîd-i Sivâsî’nin diğer ciltleri de şerh ettiği anlaşılmaktaysa da tesbit ettiğimiz nüshalarda bu hususa işâret eden herhangi bir kayıt yer almamaktadır.

Abdülmecîd-i Sivâsî bu eserinde önce beyitleri kelime ve terkib hâlinde tercüme ettikten sonra açıklamalarda bulunmuş, şerhlerinde âyet ve hadîslerden iktibaslar yapmış, zaman zamân bâzı meşâyihin sözlerine de yer vermiştir. Yer yer de kendi ve başkalarına âit şiirlerle şerhi zenginleştirmeye çalışmıştır. Şerhleri yerine göre bâzen uzun bâzen de kısa tutmuş, bâzı beyitlerin de sâdece tercümesini vermekle yetinmiştir.

Nüshaları:

1- İncelemiş olduğumuz bu nüsha MEB Ank. Genel Kitâblık nr. 683’de kayıtlı olup, 210×145-bb112 mm. 1b-166b vr. bb. st. hâlinde nohudî beyaz kağıda siyah mürekkeple yazılmıştır. Beyitler ve bölüm başlıkları kırmızı mürekkeple yazılmış, üstleri yine kırmızı mürekkeple çizilmiştir. Eser miklebli, sırtı meşin, bez kablı, mukavva ciltlidir.

2- Süleymâniye Ktp. Antalya/Tekelioğlu, nr. 391’de bulunan nüsha 295×185, 205×100 mm. ebadında 321 vr. 15 st. hâlinde nesîh hat ile kül renkte yerli kağıda siyah mürekkeble yazılmıştır. Yazılar yaldızlı mürekkeple çerçevelenmiş, beyitlerin yazımında mavi mürekkeb kullanılmıştır. Sırtı mavi renkte kâğıtla onarılmış, kapaklar kahverengi meşin ciltle ciltlenmiştir. Cilt kapağı salbek şemseli, köşebendli ve zencireklidir. Mehmed Sıddık ve Şeyh Hasan’a âit mülkiyet kayıtları ile Hacı Osman-zâde Muhammed Ağa’nın hicri 1221 târihli vakıf kaydı vardır. Müstensihi ve istinsâh târihi belli değildir.

Bu nüsha, Mesnevî’nin 993. beytine kadar yukarıda zikrettiğimiz asıl nüshayla benzeşmektedir. Asıl nüshada şerhedilmeyen 994 ila 997. beyitler bu nüshada şerh edilmiş ancak bu nüsha 997. beyitte son bulmuştur. Yâni asıl nüshaya göre eksiktir.

3- Bâyezid Devlet Ktp. Veliyüddîn Efendi, nr. 1651’de bulunan nüsha Mevlânâ Bibliyoğrafyası’nda Şerh-i Müntehabât-ı Mesnevî olarak zikredilmektedir113. Ancak eserin başında yer alan ilk varakta bu eserin isminin Şerh-i Mesnevî-i Şerîf olduğuna dâir kayıt yer almaktadır. Bu varakta sonradan yazıldığı anlaşılan ve kurşun kalemle yazılan kayıtta da eserin ismi Tercüme-i Mesnevî olarak gösterilmiştir. Doğrusu Şerh-i Mesnevî olmalıdır. Söz konusu nüsha, 295×200, 195×95 mm. ebadında, 262 vr. 21st. hâlinde nesih hatla beyaz kâğıt üzerine siyah mürekkeple yazılmıştır. Yazılar kırmızı mürekkeple çerçeve içine alınmış, beyitlerin yazımında kırmızı mürekkep kullanılmıştır. Eser Vişne çürüğü parlak meşin ciltle kaplanmış, kapak üzeri hafif oyuk şemseli olup, içleri ebrulu kâğıtla kaplanmıştır. Müstensihi ve istinsâh târihi belli değildir.

4- Bu eserin bir diğer nüshası da İzmir (Tire) Necip Paşa Ktp. nr. 312’de, 189×135, 126×70 mm. ebadında 159 varak 19 st. hâlinde bulunmakta olup, nesih hatla yazılmıştır. İstinsâh târihi ve müstensihi belli değildir.

Abdulmecîd Sivâsî’nin Mesnevi Şerhi ile ilgili tetkiklerimizde dikkatimizi çeken hususları şöyle sıralaya biliriz:

1- Eser muhtemelen Ankaravî’nin şerhinden önce yazılmıştır. Nitekim eserin mukaddimesinde geçen “Sultan Ahmed Han (ö. 22 Kasım 1617) Hazretlerine ve sultan-ı mülki’l-hakîka Mevlânâ Hazretlerine ittibâ’ farz olduğundan kusûrlarıma rağmen şerhi yazmaya başladım.” tarzındaki ifadeler şerhin Sultan I. Ahmed zamanında yazılmaya başladığını göstermektedir. I. Ahmed’in 1603-1617 yılları arasında padişahlık yaptığı, 1617 yılında vefat ettiği ve Ankaravî’nin de şerhini Derviş Ganem’e 1033/1626 tarihinde yazdırmaya başladığı114 dikkate alındığında Sivâsî’nin bu şerhi Ankaravî’nin şerhinden önce yazmaya başladığını söyleyebiliriz.

2- Muhammed Nazmî bu şerh için şunları söylemektedir: “Nefsinde bir şerhdir ki, tamâm Mevlânâ’nın murâdları üzeredir.”115 Giriş bölümünde de ifade ettiğimiz gibi Mesnevî şerhleriyle ilgili eleştirilerde dikkat çekilen hususlardan biri de yapılan şerhlerin Mevlânâ’nın muradına uygun olarak yapılıp yapılmadığı idi. Nazmî Efendi’nin Sivâsî’nin şerhi için “Mevlânâ’nın muradı”na uygundur” dediği husus muhtemelen Sivâsî’nin yukarıda vurgulamaya çalıştığı Mesnevî’deki rumuz ve nüktelerin incelik ve hakîkatlerini her bir beyti birbirine tatbîk ve bunların sülûkda hangi makāma işâret ettiğini tahkîk etmek ve yine her beytin hangi âyet-i kerîme ve hangi hadîs-i şerîfin mazmûnu olduğunu beyân ve anlaşılmayan yerleri vuzûha kavuşturmaktır.

Öyle anlaşılıyor ki, Sivâsî, şerhinde metod olarak Mesnevîbeyitlerini yine Mesnevî ile şerh etme yolunu seçerken, bu teşebbüsü tasavvufî eksene oturtmaya ve beyitlerin sülûkda hangi makāma işâret ettiğini tahkîk etmeye çalışmakta, neticede mânânın Kur’ân ve sünnet bağlamını ortaya koymaya çalışmaktadır. Sivâsî’yi bu şerhi yazmaya sevk eden âmil budur. Ve öyle anlaşılıyor ki ona göre kendi dönemine kadar yapılan şerhlerde bu husus yeterince uygulanmamıştır.

Bu arada Nazmi Efendi’nin nakli eğer bir tarafgirlik edasıyla verilmemişse Sivâsî’yi şerhi yazmaya iten hususlardan biri de Sivâsî’nin kendi döneminde “ehl-i hâl, sâhib-i kemâl, ‘ilm-i Kelâm’da mâhir ve fenn-i Tasavvuf’da nâdir” birisi olarak görülmesi ve bu eserin şerh edilmesinin bizzat padişah tarafından istenmesidir.

Diğer taraftan Sivâsî’nin naklinde Mevlânâ’nın ona “benim kitâbımı başka kitâblara mâni’ eyle”şeklindeki ikazınında(!) da kasdedilmeye çalışılan diğer Mesnevî şerhleri ise bu da Sivâsî’nin bu hususta kendinde bir yetkinlik görmesi olarak algılanabilir.

Bu tanıtımdan sonra Sivâsî’nin şerhine örnek olmak üzere ilk iki beytin şerhini metin olarak sadeleştirmeden latinize ederek aşağıda sunuyoruz:

*******************

[4b] Tabîb-i derd-i dil olan hazret-i Mevlânâ nüfûs-ı emmârekâne mahbûb olan; hırsla gurûr ve zîb-i dünyâyla sürûr ki, âkıbeti sakîm olub, إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ 116مُبْلِسُونَ hükmünce nihâyeti hermân ve azâb-ı elîm olub, bilâ gam âb u gilden ve sevdâ vu beyzâ ve safrâdan perhiz etmeyip hasta olan cânın maraz-ı hırs u heves ve kibr u gurûruna şifâ için العلاج بالضد 117 misdâkınca evvel bîmârhâne-i tab‘-ı kerîminden كل مر دواء 118 tıbâkınca,

Beyt:

Sâlikâ virmek dilersen meclise ger intizâm

Ol gam-ı dildârın ân evvel taâm andan kelâm

fehvasınca, ney derdâmiz ve gam-engiz ihzâr edipb buyururlar ki;

بشنو از ني جون حكايت ميكند

از جدا يها ييها شكايت ميكند

Yâni, وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ 119de “sem‘”i takdîm ettiğinde müfessirîn; “mebde-i hidâyet sem’dir (ya‘nî hâsse-i sem’den maksûd olan istimâ’ ve kabûldür), zira فَبَشِّرْ عِبَادالَّذِين 120يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهِ semtince sâmi‘e seâdetle beşâret istimâ‘ına göredir” dedikleri üzere hazret-i Mevlânâ dahi marzâ-ı mezkûreye beşâret, şifâ ve sıhhata istimâ‘ şarttır demeye îmâen “ بشنو ” buyurdu. إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللَّه 121 dersini ta‘lîmen ve حب الوطن من الإيمان 122 mazmûnunu tefhîmen buyurdu ki,

Dinle kamışdan ne gûne hikâyet ider

Ayrılıklardan şikâyet ider

Yâni talebe-i ma‘rifetin der-i hâne-i dilleri münfetih ve hucb-ı sudûr-ı matla‘-i bedûrları münşerih olmağa miftâh-ı fâtih-i muğlakât ve misbâh-ı râfi’-i ğayâhib-i müşkilât فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنْصِتُوا 123 âyeti ve الصمت حكم 124 hadîsi üzere (âhiru’l-hadîs وقليل فاعله 125 Revâhu el-Kuzaî fî Şihâbihi) hüsn-i istimâ‘ ve semt-i ensâttır ve bu emr-i vâcibu’l-[5a] imtisâlda ancak nâtıkdan istimâ‘a mahsûs değildir. Zira وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 126delâletince her şeyin makâl-i hâlîsi vardır. Belki السعيد من وعظ بغيره127hadîsinin umûmu üzere [saîd olanlar] kâmûş ve taş ve ağaç gibi bir mikdar hava duhulüne kābil [kesâfet-i sivâdan] hâli, mahalli ve menfezi pâk olan eşyadan dahi dinlesin ki مَا خَلَقْنَاهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ 128 tahkîkince arz u semâ ve mâfîhimâda sıfat-ı Hak’dan mayalanmadan vücûda gelmiş yoktur.

Beyt:

Sırr-ı û der-zebân-i her dürre

Hod to bişnev ki men neyem gammâz

İmdi وَتَعِيَهَا أَُّذنٌ وَاعِيَةٌ 129 mazmûnunca alır kulakla dinleyene çe ve çünde ve berûn ve derûnda mânâsız sadâ yokdur. Esvât-ı vuhûş ve nağamât-ı tuyûr, tanîn-i meges ve enîn-i ceres belki kapı sadası, kaya yankısı, meşe iniltisi, cümle remz-i Kur’ân’ı ve sırr-ı tevhîd-i Yezdân’ı izhâr eder.

Beyt:

Kesânî ki Yezdân-perestî konend

Zi âvâz-i dûlâb mestî konend130

Lakin gûş-i hari, üzn-i insânda belkiكنت له سمعا 131 üzere sem‘-i rahmânda fenâ kılûb hevâ-i sivâdan hâli dil ve gûş ve tâlib-i teslîm ve bî hod ve medhûş gerek ta ki, sırr-ı tevhîd-i eşyâyı ve temcîd-i melâike-i semâyı duya. Dolu ve musammetden ses çıkmaz.

Li muharririhi

Kalbi hâli kılmayan sır sözlerin gûş idemez

Fâş ider bu nükteyi çenk u ney u mizmâr u def

Pes فَاعْتَبِرُوا يَاأُولِي الْأَبْصَارِ 132 nassı ولا عبادة كالتفكر 133 hadîsi üzre gûş-i hûşla ve üzn-i ibretle cümle eşyadan dinle ki, cümleden; sana ney düdügü iniltisi içinde zebân-ı hâlle derki, ben evvel âb u gil içinde neşv u nemâda ve tena‘um ve safâda idim, hâk ve aslımla takayyüdüm ve şâh u bergümle ta‘allukum muhkem idi.

[5b]Beyt:

Li muharririhi

Asel içinde yatan mûm yanan mûm hâlini bilmez

Sanûr yok kâzla âteş firâk bâlını bilmez

Dehr-i denînin âşûb u fenâsından

Ve rûzigâr rûzigârın semûm hevâsından bî haber

Bâşuma büyüyüp kendi hevamda kûhî ve vahşi hevâm gibi kesb-i hevâda idim. Nagâh semriyüb büyüyüb bi’t-tûl ve’l-‘araz ile’s-semâ-i ve’l-arz gâh tevâzu‘ semtinde geh asl ve geh fer‘ tarafına imtidâd ve tetâvüle göz değmişken bu tezeyyün ve teşebbü‘üm ve bu gurur ve tereffü‘üm ve her tarafla takayyüdüm nezd-i vücûd-i mutlakda

ذلك العجب لو لم تذنبوا لخشيت عليكم ما هو أشد من134 hadîsi üzere ekber-i cerâyim ve a’zâm-ı meâsim olub, kibriya ve azamet, turâb-ı süflînin şânı değildir. Kibriyâ ve azâmet benim şân-ı bî-çûnuma yaraşır العظمة ازاري والكبرياء ردائي 135hükmünce فمن نازعني ادخلته ناري 136tıbkınca sende bed hâl var zevâyânı ateşe çal var. Ve min ba‘d mülkümde durma üzil ve kesil, derbeder ve hercâyî ve bî-karar bir âşık-ı rüsvâyî gâh nağmegîr ve gâh lâl ve her gece bir yeni tekyede abdâl ol deyu وَتَبَتَّلْ137 emri لَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ 138nehyi gelüb bu vücûd-ı müste‘âr

الدنيا حلو خضر و ظل زائل تنقص مستزيدها ت مستفيدها139 tıbkınca evveli hâb u hayâl ‘akıbeti yâbis-i ihtimâl olan sûret-i bahara aldanıp menşe’ ve aslın ki gülzâr-ı ceberûtdur onu ferâmûş etmek neden diye tîğ-i kazayla âlem-i vasl ve aslımdan ser u pâyumu kesib ayırdılar ve ciğerimi deldiler ادخلته ناري üzere gerekmez yerlerimi fenâ ateşine huraka ve ateşzene atdılar. Ba‘dehû hazret-i kerîmin فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا 140 tıbkınca الموت كفارة لكل مسلم 141hadîsince [6a]cüz’i cefâya سبقت رحمتي غضبي 142 tıbkınca bisyâr vefâ ve lutf u kerem etmek resm-i kadîmi olmağın bilâhare bu kadar kılâvuz himmetimi rahmete ve ‘îşe-i heniyye ve teslîm ve mevtimi hayat-ı tayyibe-i ebediyyeye ve tûl-i emel ve tefrika ve kesretimi milk-i vahdete tebdîl edip irâdet ve tefvîzim beni akıbet الريح من نفس الرحمن 143nefes-i enfesi ile sâhib-i nefes ve her na‘me ve safâya dest-res etdi. Âğâz-ı hâlim gafletle ve cehlle şer u şûr vücûd-ı hayâlî ibtilâsında iken encâmım feyz ve ma‘rifete ve hicret ve inkıtâ‘ım her mirâtda seyr-i hakîkate ve her kesretde şuhûd-ı vahdete müntehi oldu.

ومن انقطع الي الله كفاه الله كل ملؤنته ورزقه من حيث لا يحتسب 144 va‘d-ı sâdıkı üzere ki, hazret-i seyyidi’l-munkatîn aleyhisselâm buyurmuştur: “Ben dahi bir kāmûş-pâre olub zâhirimde bu kerâmât-ı münîfeye hiç mesâs ve liyâka yokken meğerموتوا قبل أن تموتوا 145 mertebesine teslim olmak her nâ-kâbile kabiliyet ve her denîye rif‘at-bahş-ı nûr-ı cesîm olur imiş. Ona binâen وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي 146 izâfet-i teşrîfîsine lâyık görülüb şimdilik Hamden lillâh mutrib-i mehâfil-ârâ ve bülbül-i nağme-gûy u dil-guşâ ve tûti-i ferah-fezâ ve mahall-i na‘mâ ve mahz-i âlâ oldum” der. Ammâ bu ma‘nâlar tegazzül mazmûnudur. Hakîkatde neyden murâd ney gibi âb u gilden ve ‘ıyş-ı behîmîden tebettül olup, alâka-i sivâdan ferağatla cihât-ı sitten meyl ve hareketden ve مَا زَاغَ الْبَصَرُ 147 hükmünce ‘ucb ve gurûr ve isti‘lâdan ve sivâya nigehbân olmakdan الشباب شعبة من الجنون 148 hadîsi üzre sefâhet ve belâhet budakları kesilip

كر حلسا من أحلاس بيتك149 ليسعك بيتك 150 hadîsi üzre beyt-i kalble mukayyed olup, وَطَهِّرْ بَيْتِيَ 151 ile ney gibi [6b] kalbin südde ve hicâbların ve vesâvis ve gıll u gışşın tiğ-ı âteşin-i zikirle delüb nefh-i rûh-i izâfî’ye mazhar olmuşlardır. Ve hazret-i Molla “بشنو اين ني” nüshasında nefslerine işâret etmiştir. Hasılı kâmiller ney gibi ser u pâ ve bâtını ve zâhiri bir edip kendi hevâlarından geçüb zâhirleri Allah Hak ve bâtınları havâ-yı Hû’ya mahzâr olup neyin de sadâsının intizâmı üstâda teslîmle olduğu gibi, ârif de,

من الهوي يصدي المرايا ويكدر بحرا من العلم قطرة 152mazmûnundan korkup kendi nefsi hevâsından geçtiği için كنت له سمعا وبصرا 153 müzdüne layık olub, وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى 154 devletine mahzar olur. Pes çünkü kâmilin bâtını beyt-i hak ve nefes-i rahmân olunca ana duhûl eden tecellî ve visâle irer.

Beyt:

Ey bâde-fürûş-i men

Sermâye-i cûş-i men

Ez tust hurûş-i men

Men nâyem u tû nâyî.

Buradan ehl-i dile rûşen oldu ki Mansûr’un “ene” sadâsı kendinin değilmiş. Nâyla neyzeni fark etmeyip نَفَخْتُ فِيهِ sırrın im‘ân الريح من نفس الرحمنremzin iz’ân etmeyen ve hakîkat-i vücûdu ve vücûdun merâtibde seyrini ve imkân ve vucûbu ve mumla ziyâyı ve ser-çeşme-i ‘aynla binâ-i çeşme ve nehrle dolab ve gözeleri ve zât-ı şemsle ziyâsını ve cism-i gül ile gülâbı ve bi’l-cümle mir’ât-ı mezâhirle zâhir yüzünü seçmeyip, sûret-bînlikle tefrikada kalanlar ol nefes-i rahmânı kafes-i Mansûrî’nin sanub şikeste kıldılar. Amma hazret-i Mansûr’un bâz-ı rûhunun zencir-i beden ve rakiyyetinden ve kafes-i unsurdan kurtulup yine geldiği sâ’id-i sultâna vusûluna hayli nusret etdiler, henüz Mansûr oldu.

[7a] Li muharririhi

Kayıt koyan gâyib olur mahv olur keyfiyeti

Kendü gider ânda Hak söyler hemân ey izzetî

Kendüsün gören kişinin “la” ve illâ”dır sözi

Mahv olan dise “ene” isbat ider hakkiyyeti

Çok namaz kıldın efendi lîk tekbîr etmedin

Mahvla zikretmeyüb nefy etmedin inniyyeti

Aynı ‘ayna sem‘i sem‘a degişrigör Şeyhiyâ

İşidir inni ene’l-hak mahveden külliyyeti

Suâl:

Neyden murâd vâsıllar olunca şekvâ niçindir?

Cevâb:

Rûh bedene girmedin sâfî nezd-i Hak’da kâyin ve müsâhib idi. Kalbe girmekle gâhi levâzımı ile mukayyed olub gâhi bâyin ve ecnebî semtinde olur. من سلب الذكر فقد عرل 155 buyurdukları budur. Şol mâhî ki gâhi dalar gâhi geldiği âlemde bulunur gâh çıkar dünyaya bakar. Pes حب الوطن من الإيمان 156 tıbkınca rûh-ı mecrûh yine ol sâfî tecerrüdî makāmına tehassür çeker. Li amminâ ve şeyhunâ Şemsüddîn Sivâsî kuddise sırrahu tıfl-ı cân mehd-i ‘amâdaydi elestden ileri uyânub ağlaması ona belâdan oldu. Yâhud murâdları şekvâ olmaya belki sâbıkda âlem-i televvünde oldukları şekvâyı beyân ola ve talebeye inkisâr ve tazarru‘ ta‘lîmî ola;

Beyt:

Îricek vuslata âşık gam-ı cânı gitmez

Yare gerçi onılur lîk nişânı gitmez

Beyt:

Didi vaslımla gam gitdi niçin eksik degil âhın

Didüm göçdügi menzilde komaz mı kârbân âteş

mazmûnu ola. Kâle kuddise sırrahu:

كز نيستان تا مرا ببرده اند

از نفيرم مرد و زن ناليده اند

Kāmûşlukdan beni ta ki kesmişlerdir,

İniltimden er ve avrat inlemişlerdir.

[7b] Mazmûn budur ki, kaçan ki mürşidini kesret-i ekl ve şürbden ve bed-müsâhible gaflet ve âlâyiş ve kudûret-i dünyâdan riyâzet ve halvetle ayırıp kesâfet-i anâsıriyye ve jengâr-i hevâdan âyine-i dil münceli oldu. Hemândem kendimi ne hâlde idiğim görüp vatan-ı cennet ve makâm-ı ervâhdan ayrıldığım hâtırıma gelip inledim şöyle ki, benim için mevcûdâtın babası mesâbesinde olan akl-ı küll ve anası mesabesinde olan nefs-i küll bile inlemişlerdir.

Beyt:

Şemsî’nin hobdi hâli ol ezel bâğında

Bu ‘ufûnet ana bu köhne serâdan oldu.

Pes benimle hemrâh olup gümrâhlıkdan kurtulayım dersen, teşne suya harîs olduğu gibiالحكمة ضالة المؤمن 157 olan melekût ve ervâha müte‘allık kelâm-ı hikmet-âmiz ve suhen-ı muhabbet-engîze külliyetinle müteveccih ol ki, sâlik vardır ki, bir kelimede birkaç hendek sıçrayıp murâda ulaşır. Zira kelimât-ı kudsiyye-i nûrâniyete mişkât-i kalb-i Muhammedî’den [ve kânun-ı rûh-ı Ahmedî’den muktebes bir çerağdır ki eline alan ma‘şûka yol ir görür. Onun içindir ki, oların sözü وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى semtince sırr-ı vahy ve ‘ayn-ı ilhâmdır. Derd ve i‘tikâdla dinlemek sa‘âdet alâmetidir ve vuslat süllemidir. Dinlemek istememek hızlân ve şakâvet mukaddimesidir. Söz cevherdir ne dilce söylenirse. Şeb-çerâğına tarafından naks ermez, i‘tibâr cevheredir. “Kâr-ı şimşîr mî koned ne ğılâf.”158 Eğer sende elest hitâbın işittiğin ve ayrıldığın sohbet-i Hudâ’yı istersen bunda ne dâm-ı belâya tutulduğun hâtıra kıl ve gamlan ta ol neş’et-ı ûlâdan sana bir mikdâr beyân edeyim deyü buyurur ki,

[8a] سينه خواهم شرحه شرحه از فراق

تا بكويم شرح درد اشتياق

Bir sadr isterem ki şerha şerha olmuştur firaktan

Ta ana diyem derd u iştiyâk şerhini

************************

C- Abdulmecîd Sivâsî’nin Mesnevî İle İlgili Diğer Çalışmaları:

a- Şerh-i Cezîre-i Mesnevî

Hediyyetü’l-İhvân’da Şerh-i Cezîre-i Mesnevî-i Şerîf159Hediyyetü’l-Ârifin’de160 ve Osmanlı Müellifleri’nde161 Şerh-i Cezîretü’l-Mesnevî adıyla Abdülmecîd-i Sivâsî’nin eserleri arasında zikredilen bu eser, yukarıda bahsettiğimiz Yûsuf Sîne-çâk (ö.953/1546)’ın Cezîre-i Mesnevî’sinin şerhidir.

Alemî Dede’nin şerhinden sonra Cezîre-i Mesnevî’ye yazılan şerhlerin ilki muhtemelen Sivâsî Efendi’nin yazdığı Şerh-i Cezîre-i Mesnevî’dir. Dolayısıyla bu yönüyle de ayrı bir önemi haizdir.

Muhammed Nazmî Sivâsî’nin bu eseri için şunları söylemektedir:

Sivâsî Efendi Cezîre-i Mesnevî-i Şerîf’e bir şerh yazmışlardır ki, naziri muhâl, misli gayr-i ihtimâldir. Eğer ki Alemî Dede’nin şerhi dahî makbûl ve makûldür, lâkin bunların şerhi ‘alâ vechi’t-tahkîk şerh olunduğundan mâadâ, sülûk ahvâlinin ve hakîkat sözlerinin zübdesi onda mündericdir.”162

Eserin Te’lif Sebebi:

Sivâsî, eserin başında besmele, hamdele ve salveleden sonra dört halîfeye tarziye, amcası ve Şeyhi Şemseddîn Sivâsî’ye saygısını ifâdeden sonra Mevlânâ’ya medih ve senâda bulunmakta ve devâmla bu eseri te’lif sebebini ve tâkip ettiği metodu şu şekilde îzah etmektedir;

Mevlânâ (Mesnevî’sinde) bâzı yerleri tafsil ederken bâzılarında da î’cazda bulunmuş, herkesi kendi nefesine kıyasla anlamaya sevketmiştir. Ben de yine onun himmetleriyle bu yerleri açıklayıp bu cevher vari ifâdelerden maksat nedir, Kur’ân’dan hangi âyete, ve hadîslerden hangisine işâret edilmiştir onu tesbit etmeye çalıştım. Şerhe başlamadan önce kelimelerin lugat mânâlarını verip, sonra da tahkîk ve tatbik yollarından şüpheleri giderip kaynaklarına işâret ettim. Yâni herbirinin mânâsını tahkîk edip, sâlikin vicdânına hangi açıdan uygun düşeceğini bildiğim kadarıyla açıkladım. Böylece bu eser ortaya çıkmış oldu.”

Sivâsî devâmla şunları söylemektedir:

Şerhe başlayıp, Sîne-çâk’ın Mesnevî’den seçtiği beyitleri bir araya getirip, sonra bulduğum Mesnevî ciltlerini tetkik edip, her cildden birer beyt alarak birbirine münâsip bulduklarımı bir araya getirdim. Bunu yaparken murâdım daha önce yazılan eserleri eksik görüp onlara îtirazda bulunmak değildi. Bu hizmeti ben yine onların sır ve himmetinden bilirim. Belki yine şuhûdum da onların rûhâniyetinindir. Eseri yazmaya başladığım târih 1011/1602 yılının rebiülevvel ayının ortalarında idi. Bu dönemde pâdişah da Sultan Mehmed b. Sultan Murâd (1595-1603) idi.”163

Abdülmecîd-i Sivâsî yukarıda kendi ifâdeleriyle de dile getirdiği gibi önce Mesnevî beyitlerini vermekte daha sonra kelimelerin mâzi, muzâri emir gibi sığalarını göstermekte, şaz olanları belirtmekte, kıyâsî olanları göstermektedir. Daha sonra kelimenin mânâsını vermekte ve şiir içinde hangi mânâya geldiğini ifâde ederek beytin bütün mânâsını vermektedir. Cezîre-i Mesnevî’de olmayan beyitleri de ilâve edip aralarında münâsebet kurduğu beyitlerle birlikte îzah etmektedir. Sivâsî beyitleri şerh ederken âyet ve hadîsler yanında mutasavvıfların ilgili konu hakkındaki görüşlerini de aktarmaktadır. Ayrıca zaman zamân kendisine âit şiirlerle şerhini zenginleştirmektedir.

Nüshaları:

1- Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmûd Efendi, nr. 2453’de 193×127, 145×85 mm. ebadında 141 varak olup, bu eser Abdülmecîd-i-i Sivâsî tarafından 1011/1602 târihinde yazılmış ve yine aynı yılın cemâziyelâhir ayında istinsâh edilmiştir. Müstensihi Hüseyin b. Şemseddîn el- Kızılcavî’dir.

2- Süleymâniye Ktp. Hacı mahmûd Efendi, nr. 2527/2’de bulunan nüsha 8-92 varak olup, ismi eserin içinde Şerh-i Müntehabat-ı Mesnevîolarak kaydedilmiştir, fiş kaydında ise Şerh-i Mesnevî olarak gösterilmiştir. Müstensihi ve istinsâh târihi belli değildir.

3- Süleymâniye Ktp. Hacı mahmûd Ef., nr. 2453’de Şerh-i Mesnevî şeklinde kayıtlı bulunan 141 varaklık bu nüshanın istinsâh târihi 1011 olup, müstensihi belli değildir.

4- Süleymâniye Ktp. Kasîdeci-zâde, nr. 327’de bulunan 126 varaklık bu nüshanın müstensihi ve istinsâh târihi belli değildir.

5- İÜ Ktp. TY., nr. 196’da Şerh-i Mesnevî-i Şerîf li- Şemsüddîn Sivâsî adıyla kayıtlı bulunan ve aslında Şemseddîn Sivâsî’ye değil Adulmecîd Sivâsî’ye âit olan nüsha, 1047/1637 târihinde Ömer b. el-Hac İlyas es-Sivâsî tarafından istinsâh edilmiştir.

b- Meyâdînü’l-Fursân

Muhammed Nazmî’ye göre Abdülmecîd-i-i Sivâsî’nin husûsen Fars dilinde elde ettiği seviye lugatçiler ve şâirleri hayran bırakmıştı164. Gerçekten de Meyâdînü’l-Fursân adlı eseri onun bu husûstaki kudretini göstermektedir.

Abdülmecîd-i-i Sivâsî’nin Farsça gramer kaideleri ve Farsça kelimelerin lugatına dâir hazırladığı bu eserin ismi, Süleymâniye Ktp. Aşir Efendi Kitâblığındaki nüshanın fiş kaydında ve eserin ilk varağında Lugat-ı Mesnevî olarak geçmektedir. Ancak Nûr-ı Osmâniye Kütüphânesi’ndeki nüshanın hem fiş kaydında hem de eserin ilk sayfasında Meyâdînü’l-Fursân li-Sivâsî kaydı yer almaktadır. Bu eserin ismi, Osmanlı Müellifleri’nde Meyâdînü’l-Fursân Kavâid-i Fârisiyye olarak verilirken165 Hediyyetü’l-Ârifin’de Meyâdînü’l-Fursân166Sefîne-i Evliyâ’da ise Lugatu’l-Fârisiyye olarak verilmiştir167. Bu farklı isimlendirmeler eserin farklı iki eser olmasından dolayı değil, iki nüshada da farklı isimlerle anılmış olmasından dolayıdır.

Eserin Te‘lif Sebebi:

Abdülmecîd-i-i Sivâsî kitâbının mukaddimesinde büyük kardeşi Feyzullâh Efendi’nin Mesnevî’de yapılacak istihrac için kolaylık olsun diye Farsça müştak kelimeleri tavzih etmesini istemesi üzerine SıhaheynCâmi’Bahru’l-Garâib vb. muhtelif kaynaklardan bir sene boyunca araştırma yaparak bu eseri hazırladığını, dokuz kere müsvedde hazırlayıp daha sonra yazdığını ifâde etmektedir168.

Muhtevâsı:

Abdülmecîd-i-i Sivâsî eserin başında Farsça sarf kaideleriyle alâkalı bilgiler vermekte, sonra lügat kısmına geçmektedir. Bu kısımda da önce harf sırasına göre kelimeleri vermekte daha sonra kelimenin Türkçe mânâsını vererek açıklamaktadır. Bu arada kelimenin şaz, müştak vs. olduğunu belirtmekte, bâzen de gerekli olduğunda kelimeleri i‘lâl etmektedir.

Nüshaları:

1- Eserin Süleymâniye Ktp. Aşir Efendi, nr. 3935/1’de, kayıtlı bulunan bu nüshanın istinsâh târihi 1021/1612 olarak verilmiş, müstensihi adını zikretmemiştir. Eserde Mustafa Âşir’in 1161/1748 târihli vakıf mührü ile Mustafa b. Ali’ye âit mülkiyet kaydı vardır.

2- Nûruosmâniye nr. 4323/4886’da bulunan 64 varaklık diğer bir nüshasının müstensihi ve istinsâh târihi belli değildir.

Abdulmecîd Sivâsî’nin Mesnevî ile ilgili çalışmaları tesbit edebildiğimiz kadarıyla bunlardan ibarettir. Bu müstakil çalışmalar yanında Sivâsî eserlerinde sıkça Mesnevî’den beyitler kullandığını da burada tekrar etmiş olalım.

Bu arada Abdülmecîd-i Sivâsî’nin bir başka çalışması da Mevlânâ’nın onbir beytten oluşan gazelinin şerhi olan Şerh-i Ebyât-ı Celâleddin-i Rûmî adlı eseridir. Abdülmecîd-i-i Sivâsî bu eserini, kendisinden Mevlânâ’ya âit beyitleri şerh etmesini isteyen muhiblerin ısrârı üzerine kaleme almıştır. Sivâsî eserin mukaddimesinde bu şerhi yazarken Mevlânâ’nın “fuyûzât ve fütûhâtından istimdad” ederek ona yöneldiğini ve onun ışık zerrelerinden kalbine yansıyanları, okyanusunun damlalarından sırrına damlayanları yazdığını, bunu yaparken de hiç bir kitâba, deftere, herhangi bir lügate ve onun hayâtı hakkında anlatılan herhangi bir söze mürâcaat etmeden kalbine gelen şeyleri yazdığını belirtmektedir169.

Bu makale vesilesi ile Abdülmecîd-i-i Sivâsî ile ilgili doktora çalışmamızda sehven yaptığımız bir hatayı düzeltmeyi vicdanî bir borç addediyorum. Bir Türk Mutasavvıfı Abdulmecid Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvûfî Görüşleri adlı doktora çalışmamızı hazırlarken Süleymâniye Ktp. Nafiz Paşa, nr. 1491’de Abdülmecîd-i-i Sivâsî adına kayıtlı olan eser incelemiş üzerinde kime ait olduğuna dair bir kayıt bulunmadığından Abdülmecîd-i-i Sivâsî’ye nisbet ederek çalışmamızda tanıtmıştık. Daha sonra başka bir vesile ile incelediğimiz bu eserin kime ait olduğunu henüz tesbit edememekle birlikte Abdülmecîd-i-i Sivâsî’ye ait olmadığı kanaatine ulaştık.

Sonuç

XVI ve XVII yüzyıl Osmanlı dönemi Mesnevî üzerine yapılan çalışmalar açısından oldukça münbit bir dönemdir. Özellikle Abdülmecîd-i-i Sivâsî’nin yaşadığı döneme kadar yapılan Mesnevî’nin Türkçe tercüme ve şerhleri açısından incelemeye çalıştığımız bu dönemlerde eserin sadece Mevlevîler tarafından değil farklı tarîkate mensup alim ve sûfiler tarafından değerlendirildiğini, yapılan tercüme, şerh ve intihablarla hatta yazılan nazirelerle zengin bir “Mesnevî edebiyâtı geleneği”nin oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Bu geleneğin oluşmasında şüphesiz Mevlânâ’nın Mesnevî’yi yazarken kullandığı “mânâ dili”nin aşkınlığı etkili olmuş ve Mevlânâ’dan hemen sonra bu “dil”in çözümlenmesi ve Mesnevî’nin sırlarının anlaşılması adına âlimler, mutasavvıflar çok çalışmışlar, himmet etmişler; gerek manzum gerek mensûr, farklı dillerde bir çok şerhler yazmışlardır. Bu tercüme ve şerhlerin daha hususi olarak çalışılıp etüt edilmesi bu dili çözmeye çalışanların meramını anlamada önemli katkı sağlayacağı aşikardır. Nitekim Abdülmecîd-i-i Sivâsî şerhini etüd ettiğimizde onun Mesnevî’deki rumuz ve inceliklerin şerhine yönelik çabasının da bu gün itibariyle şerhe muhtaç olduğu görülmektedir. Gölpınarlı belki de buna işâretle “şerhe de şerhler yazılabilir”170 diyordu.

Ucu bucağı olmayan bir enginliğin nağmelerinin sonunun gelmeyeceğini “A canım, bu sözün sonu gelmez…” diyerek Mevlânâ bizzat kendisi ifade ederken bu sonsuzluğa ait sadanın şerhinin de sonu gelmeyecek gibidir. Yine Mevlânâ’nın diliyle “O halde sözü kısa kesmek gerektir, vesselâm.”

Abstract

[Cengiz Gündoğdu, “The Language of Meaning in the Mathnawīby Rūmī, the Tradition of Writing Commentary on the Mathnawī, and Khalwatī Shaykh Abdulmecid Sivasi’s Studies on the Mathnawī”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2005, Y. 6, V. 14, pp. 121-148]

In this article, we will try to analyze the language of meaning employed by Rūmī in his Mathnawī. And we will also analyze the works written in the Turkish language to shed light on this language special to Rūmī. Lastly, we will provide a Turkish translation of the first two lines from Şerh-i Mesnevî by Abdülmecid Sivasi.


1 Muallim Nâcî, Lugat-ı Nâcî, Asır Matbaası, İstanbul, 1322, s.5120; Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB., Yay., İstanbul, 1993, II, 488. Daha geniş bilgi için bkz. Ahmed Ateş, “Mesnevî”, MEB İslâm Ansiklopedisi, VIII,127 vd.
2 Yılmaz Öztuna, “Mesnevî”, Türk Ansiklopedisi, MEB. Yay., Ankara 1983, XXIV, 46.
3 Bkz. Abdulbaki Gölpınarlı’nın, Veled İzbudak’ın Mesnevî çevirisine yazdığı “önsöz”, s. B, (Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, I-VI c. MEB. Yay., İstanbul, 1991); Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, İnkilâp Kitabevi, İstanbul 1985, s. 268; a.g.mlf., Mesnevî ve Şerhi, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yay., İstanbul 1973, I, 21; Kul Sadi, Mevlânâ’yı Anlamak, Vahdet Yay., İstanbul, 1984, s. 33; Fürûzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev. Feridun Nafiz Uzluk, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963, s. 213.
4 Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Terc. Tahsin Yazıcı, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987, II,50; Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 268 dipnot: 34; a.g.mlf., Mesnevî ve Şerhi, I, 6; Fürûzanfer, a.g.e., s. 211.
5 İsmail Parlatır, “Veled Çelebi’nin Türk Dili Adlı Sözlüğünde Mevlânâ İle İlgili Sözleri ve Yorumları”, Bildiriler (Uluslar arası Mevlânâ Bilgi Şöleni Sempozyumu- 15- 17 Aralık 2000), Ankara, 2000, s. 193, 194.
6 Mesnevî, VI, 15, (160. b.) Çalışmamızda kullandığımız Mesnevî beyitleri Veled İzbudak’ın tercümesinden alınmış olup, cilt, sayfa ve beyit numaraları da bu tercümeye göre verilmiştir.
7 Mesnevî, I, 219, (2742. b.)
8 Mesnevî, VI, 123, (1528. b.)
9 Mesnevî, I, 3, (19.b.)
10 Mesnevî, II, 84, (1104-1106.b.)
11 Mesnevî, II, 89, (1165-1166. b.)
12 Mesnevî, IV, 3, (32. b.)
13 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Tercüme ve Şerh: A. Avni Konuk, Yayına haz.: Selçuk Eraydın, Mustafa Tahralı, I, 38.
14 Mesnevî, VI, 391, (4196. b.)
15 Seyyid Hüseyin Nasr, “Mevlânâ ve Tasavvuf Geleneği”, Çev. Ethem Cebecioğlu, İlim ve Sanat, Sayı: 38, Mayıs 1995, s. 54
16 Annemarie Schimmel, Ben Rüzgârım Sen Ateş, Çev. Senail Özkan, Ötüken Yay., İstanbul, 2000, s. 54.
17 M. Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yay., İstanbul, 2004, s.70.
18 Bkz. J. C. Bürgel, “Mevlânâ’nın Dil ve Şiir Hakkında Birkaç Önemli Beyti”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Haz.: Feyzi Halıcı, Konya Turizm Derneği Ankara 1978, s. 219.
19 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, haz. Abdulbaki Gölpınarlı, Ankara 1995, s. 8.
20 Kılıç, Sûfî ve Şiir, s. 71.
21 Esnevî, I, 138, (1727-1730 b.)
22 Mesnevî, III, 120, (1493. b.)
23 Seyyid Hüseyin Nasr, a.g.m., s. 54.
24 Sezai Karakoç, Makāmda, İstanbul 1980, s. 67-68.
25 Kılıç, Sûfî ve Şiir, s.73.
26 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Tercüme ve Şerh: A. Avni Konuk, c. I, s. 38-39.
27 Seyyid Hüseyin Nasr, a.g.m., s. 53-54, 55
28 Schimmel, Tasavvufun Boyutları, Terc. Ender Gürol, Adam Yay., İstanbul 1982, s. 274-275.
29 Mesnevî, IV, 284, (3558-3559. b.)
30 İsrâ, 17/89.
31 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Tercüme ve Şerh: A. Avni Konuk, c.I, s. 39.
32 Gölpınarlı, Mesnevî’nin Veled İzbudak çevirisine Önsöz, s. H.
33 İbrahim Emiroğlu, Sûfi ve Dil (Mevlânâ Örneği), İnsan Yay., İstanbul, 2002, s. 21.
34 Schimmel, a.g.e., s. 271-272, s. 272.
35 Schimmel, a.g.e., s. 274.
36 Mesnevî, IV, 277, (3459-3462. b.)
37 Bakara, 2/26.
38 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Tercüme ve Şerh: A. Avni Konuk, c. I, s. 37-38.
39 Mesnevî, I, 1, (3.b.)
40 Mehmed Kaplan, “Mevlânâ’yı Nasıl Anlamalı?”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Haz.: Feyzi Halıcı, Konya Turizm Derneği Ankara 1978, s. 32-37.
41 Fürûzanfer, a.g.e., s. 219.
42 Emiroğlu, a.g.e., s. 33.
43 A.g.e., s. 34.
44 Mesnevî, VI, 55, (655.b.)
45 Bürgel, a.g.m., s.218-221.
46 Mevlâna, Divân-ı Kebîr, Çev. A. Gölpınarlı. Ankara. 1992 , IV, 889.b.
47 Mesnevî, II, 137, (1791-1792. b.)
48 Mesnevî, II, 119, (1555-1556. b.)
49 Mesnevî, II, 137, (1793. b.)
50 Mesnevî, I, 135, (1680. b.)
51 Mesnevî, I, 304, (3810-3811. b.)
52 Mesnevî , IV, 74, (1202. b.)
53 Mesnevî, VI, 368, (4620-4621. b.)
54 Sipehsâlâr, Mevlâna ve Etrafındakiler, Terc. Tahsin Yazıcı. İstanbul, 1977, s.75.
55 Eflâkî, a.g.e., I, 312.
56 Schimmel, a.g.e., s. 279.
57 Sahih Ahmed Dede, Mevlevîlerin Tarihi (Mecmûatu’t-Tevârîhi’l-Mevlevîyye), çev.: Cem Zorlu, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 45.
58 Kaplan, a.g.m., s. 28.
59 Kaplan, a.g.m., s. 29.
60 Mehmed Demirci, “Mesnevî Şerhleri ve Şârihleri Hakkında Birkaç Not”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl: 33, Sayı: 1 Ocak 2004, s. 20.
61 Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 1995, s. 103. Molla Cami, yine Mesnevî’nin ilk iki beytini hacimli bir kitapta şerh etmiştir. (Molla Abdurrahman b. Ahmed Cami, Şerh-i du-beyt ez-Mesnevî, Tahran, 1934, 463. Bk. Mehmet Önder, Mevlânâ Bibliyografyası, (Yazmalar), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1974, II, 192)
62 Yeniterzi, a.g.e., s. 99.
63 Gölpınarlı, Veled İzbudak’ın Mesnevî çevirisine “önsöz”, s. H-T.
64 Demirci, a.g.m., s. 20.
65 Muhammed Şabanzade’nin Muzhiru’l-İşkâl’i bu maksatla yazılmış bir eserdir. bk. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 147.
66 N. Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yay., İstanbul, 1987, II, 669.
67 Sultan Veled bu eseri 6120 senesinde 94 günde tamamlamıştır. Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârihi’l-Mevleviye (Mevlevîlerin Tarihi), Haz.: Cem Zorlu, İnsan Yay., İstanbul 2003, s. 203.
68 Sultan Veled, İbtidânâme, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Ankara, 1976, s.2.
69 Eflaki, a.g.e., II, 23-24.
70 Cemal Anadol, Gönüller Sultanı Yunus Emre, Kamer Yay., İstanbul 1993, s. 59.
71 Yeniterzi, a.g.e., s. 98.
72 Günay Kut, “Aşık Paşa”, DİA, IV, 2.
73 Mustafa Özkan, “Gülşehrî”, DİA, XIV, 250; Yeniterzi, a.g.e., s. 98.
74 Saadettin Kocatürk, Gülşehrî ve Felek-nâme, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2000, s.27-28; Özkan, a.g.mad., XIV, 251 .
75 Eflaki, a.g.e., I, 31.
76 Mustafa Uzun, “Dede Ömer Rûşenî”, DİA, s. 82.
77 Himmet Konur, İbrahim Gülşenî, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İnsan Yay., İstanbul, 2000, s. 180; Nihat Azamat, “İbrahim Gülşenî”, DİA, XXI, 304.
78 Konur, a.g.e., s. 196.
79 İlmiye sınıfından olup da Mesnevî’ye şerh yazanlardan biri de Molla Fenârî (ö.835/1431)’dir. Molla Fenârî Mesnevî’nin mukaddimesini Şerhu Dibâceti’l-Mesnevî adıyla Arapça olarak şerh etmiştir. İki varaktan ibaret olan bu risale için bk. Fenârî, Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Bül. No: 3684;. Süleymaniye Ktp. Âşir Efendi Blm. No: 440/5..
80 VI ciltten oluşan Mesnevî’nin cilt sayısında olduğu gibi beyit sayıları konusun da ihtilaf vardır. Cilt sayısının altı oduğu hususunda genel ittifak olmakla birlikte beyt sayısında bu ittifak yoktur. Bu farklılık muhtemelen müstensihlerin Mevlânâ’ya ait olduğunu düşündükleri Mesnevî üslubundaki ilâvelerden ve çıkarmalardan kaynaklanmıştır. Mesela Eflâkî’ye göre 26660 olan beyit sayısı Gölpınarlı’nın nüsha farklarını da göstererek hazırladığı şerhe göre 25669’dır.
81 Fürüzanfer, a.g.e., s. 222; Gölpınarlı, Mesnevî’nin Veled İzbudak çevirisine Önsöz, s. H-T. ; a.g.mlf., Mesnevî ve Şerhi, “sunuş”, s. XVII, a.g.mlf., Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu, II, Ank. 1971, s. 239; Mesnevî’den yapılan intihaplar için bkz. Önder, a.g.e., II, 95 vd.
82 Kemal Yavuz, Mesnevî-i Murâdiye, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1982, VII, XII, XV.
83 Bu eserin nüshaları için bk. Yûsuf Sîne-çâk, Cezîre-i Mesnevî, Süleymâniye Ktp. Halet Efendi ilâvesi, nr. 78; Laleli, nr. 1910; M. Arif-M. Murad, nr. 74/1; Nafiz Paşa, nr. 440/2, 449; Şehid Ali Paşa, nr. 2771/3; Pertev Paşa, nr. 635/1.
84 Bu eserin müellif hattı için bkz. Ankara Umumî (İl halk Ktp.) nr: 407. (Önder, a.g.e., II, 152).
85 Bu eser ve nüshaları için bk. Alemî Dede, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, Süleymâniye Ktp., Düğümlü Baba, 263; Hacı Mahmut Efendi, nr. 2526, 2636, 2846/1, 2422; Lala İsmâil, nr. 131/1, Mihrişah Sultan, nr. 232; Pertev Paşa, 619/11; Tâhir Ağa, 400; Zühdî Bey, 545. İlmî (Alemî) Dede’nin bu şerhi daha sonra Abdullah Bosnevî (ö.1054/1644) tarafından Cezîre-i Mesnevî adıyla nazmedilmiştir.
86 Sahih Ahmed Dede, Mevlevilerin Tarihi, s. 291; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 125; Önder, a.g.e., II, 147.
87 Cezire-i Mesnevî ve şerhleri konusunda bk. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 125-126; Hüseyin Ayan, Cevrî Hayâtı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divân’ının Tenkidli Metni, Atatürk Ün. Ed.Fak. Yay., Erzurum, 1981, s. 17; Şeyh Galib, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, haz. Turgut Karabey, Mehmed Vanlıoğlu, Mehmed Atalay, Atatürk Üniv. Fen-Ed.Fak. Yay. Erzurum, 1996, s. 9.
88 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 293; Önder, a.g.e., II, 174, Eserin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Esad blm. Nr. 1310’de bulunmaktadır. (Âmil Çelebioğlu, “Muhtelif Şerhlere Göre Mesnevî’nin İlk Beytiyle İlgili Düşünceler”, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, MEB Yay., İstanbul, 1998, s. 544-545)
89 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s.277-280; eserin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Halet Efendi blm. Nr. 334’da bulunmaktadır. (Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 142-143)
120 Mesnevî’nin tarih itibariyle ilk tam şerhi Kemâleddin Hüseyin b. Hasan el-Harezmî (ö.840/1436) tarafından Künûzu’l- Hakâyık, fi rumûzu’d-dakâik, (I-III c) adıyla yapılan Farsça şerhidir. Pek tanınmamış olan bu eserin şerhine 833/1430 tarihinde başlanmıştır. Mesnevî’nin üç cildinin şerhidir. 1069/1658’de yazılmış bir nüshası İstanbul Üniv. Kütp.’de bulunmaktadır. (Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 141)
91 Konya Mevlânâ Müzesi Kütp. 2081, istinsah tarihi, 1024/1615, (Önder, a.g.e., II, 166); Süleymaniye Ktp, Antalya Tekelioğlu, 3120, intinsah tarihi, 1024/1615, müstensih, Derviş Ganem. (Bkz. Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, İşâret Yay., İstanbul 1992, s. 92).
92 Yetik, s. 60, 88, 91(Esere Mecmuatu’l-Letâif ve Matmuretu’l-Maârif isimi Ankaravî tarafından verilmesine rağmen bu isim hemen hiç kullanılmamış, kısa olarak ya Şerhu’l-Mesnevî, Şerh-i Ankaravî denilmiş veya şerhin başına bakılarak Fâtihu’l-Ebyât adı ile yetinilmiştir. Yetik, a.g.e., s. 68)
93 Yetik, a.g.e., s. 60; a.g.mlf. “Ankaravî İsmail Rusûhî”, DİA, III, 212.
94 Yetik, a.g.e., s. 75-76.
95 Yetik, a.g.e., s. 75.
96 Bu eserin tanıtımı ve nüsha değerlendirmesi için bk. Yetik, a.g.e, s. 109 vd.; a.gmlf., “Ankaravî İsmail Rusûhî”, III, 212
97 Bu eserin tanıtımı ve nüsha değerlendirmesi için bk.Yetik, a.g.e, s. 108 vd.; a.gmlf., “Ankaravî İsmail Rusûhî”, III, 212.
98 Fürûzanfer, a.g.e., s. 222.
99 Gölpınarlı, Mesnevî ve Şerhi, I, 12.
100 Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkilâp Kitapevi, İstanbul1953, s.149.
101 Ahmet Ateş, “Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytinin Mânâsı” Fuat Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s.37 vd.
102 Mehmed Kaplan, “Mevlânâ’yı Nasıl Anlamalı?”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Haz.: Feyzi Halıcı, Konya Turizm Derneği Ankara 1978, s.30-31.
103 Abdulmecîd Sivasî’nin hayatı ilmî, tasavvufî, edebî şahşiyeti ve eserleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdulmecid Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvûfî Görüşleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, ss. 417.
104 Hulvî, Cemâleddîn, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye, (haz. Mehmed Serhan Tayşi), MÜİF, Yay., İstanbul 1993, s. 597.
105 Peçevi İbrâhîm Efendi, Târih-i Peçevî, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1283/1866, II, 357.
106 Vassâf, Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-ı Ebrâr ve Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Süleymâniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2306-2309, III, 257.
107 Nazmî, Muhammed, Hediyyetü’l-İhvan, (İnceleme ve Edisyon Kritikli Metin) (haz. Osman Türer), (Doktora Tezi İkinci Kısım) Ank. 1982, s. 120; Hoca-zâde Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliyye, İstanbul 1317/1899, s. 85.
108 Bk. Abdülmecîd-i Sivâsî, Şerh-i Mesnevî, MEB. Ank. Genel Kitâblık, nr. 683, vr. 3b.
109 A.g.e., vr. 3b. Benzeri ibâreler Antalya Tekelioğlu nüshasında da yer almaktadır.
110 Nazmî, a.g.e., s. 120-121.
111 A.y.
112 “bb” kısaltması kitapları tanıtan kataloglarda standart ölçüsü olmayan sayfa ve satır adedi için “başka başka” mânâsına kullanılmıştır. Dolayısıyla biz de aynı durumlarda bu kısaltmayı kullandık.
113 Önder, a.g.e., II, 827.
114 Yetik, a.g.e., s. 75.
115 Nazmî, a.g.e., s. 121.
116 “Kendilerine verilenle sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.” Enam, 6/44
117 “İlaç hilafı iledir”. Benzer bir ifade için bkz. el-Münâvî, Abdurraûf, Feyzu’l-Kadîr,Mektebetü’t-Ticâriyye, Mısır 1356, II, 256.
118 “Her acı ilaçtır.” Benzer bir ifade için (المر دواء) bkz. İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbu’l-Hadîs, Thk. Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud et-Tıbâğî, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1979, IV, 316.
119 “….Sizin için kulaklar ve gözler verdi….” . Mülk, 67/ 23.
120 “…Dinleyip de en güzel söze uyan kullarımı müjdele…”, Zümer, 39/18
121 “…Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a şikâyet ederim…”, Yûsuf, 12/86.
122 “Vatan sevgisi îmândandır”. Mevzudur. Ancak mânâsı sahihtir. Bkz. el-Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Thk. Ahmed el-Kallâş, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1405, I, 413 (H. No: 1102)
123 “….onu dinleyin ve susun …”, A’raf, 7/204.
124 “Sumt /susmak hikmettir”
125 “Onu yapan azdır”, el-Kuzâî, Ebû Abdillah, Müsnedü’ş-Şihâb, Thk. Hamdi es-Silefî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1968, I, 168 (H. No: 240)
126 “…O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur…”, İsrâ, 17/44
127 “Sa’îd kişi başkasından va’z alandır.”, el-Kuzâî, a.g.e., I, 79 (H. No: 76).
128 “..Onları sadece gerçek bir sebeple, (hikmetli bir gâye ile) yarattık…”, Duhân, 44/39.
129 “…belleyen kulak(lar) onu bellesin.”, Hâkka, 69/12.
130 “Allah’a kulluk edenler, çark sesinden mest olurlar.”
131 “Ben onun işiten kulağı olurum…”, İbn Ebî’d-Dünyâ, el-Evliyâ, Thk. Muhammed es-Saîd b. Besyûnî Zeğlûl, Müessesetü’l-Kütüb, Beyrut 1413, s. 9.
132 “…Ey akıl sahipleri ibret alın.”, Haşr, 59/2.
133 “Tefekkür gibi ibadet yoktur”, el- Kuzâî, a.g.e., II, 38 ( H. No: 836).
134 “Eğer siz günah işlemeseydiniz, kendinizi beğenmişliğinizden dolayı daha kötü duruma düşeceğinizden endişe ederdim”, el- Kuzâî, a.g.e., II, 321 (H. No: 1447).
135 “Azamet izarım, Kibriyâ (büyüklük) ridamdır.”, Ebû Dâvud, Süleymân b. Eş’âs, Sünen, Thk. Muhammed Muhyiddîn, Dâru’l-Fikr Tsz., Libâs 28 (H. No: 40120)
136 “Kibir ve azamet hususunda benimle mücadele ederse, onu cehenneme sokarım”, Ebû Dâvud, Libâs 28 (H. No: 40120)
137 “O’na yönel”, Müzzemmil, 73/8
138 “…Gözlerini dikme”, Hicr, 15/88.
139 “Dünya yeşil ve tatlıdır. Yok olan gölgedir. Artırmak isteyenleri noksanlaştırır, istifade etmek isteyenlere zarar verir”
140 “Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”, İnşirâh, 94/5.
141 “Ölüm her mümin için kefârettir”, el- Kuzâî, a.g.e., I, 133 ( H. No: 171).
142 “Rahmetim gazabımı geçti”, el-Buhârî, Muhamme b. İsmâîl, Sahîh, Thk. Mustafâ Dîb el-Buğâ, Dâru İbn Kesîr, Beyrut 1987, Tevhîd 55 ( H. No: 7114).
143 “Yel, Rahman’ın nefesindendir”, Hadîsin metni Müstedrek’te şu lafızla geçmektedir:” الريح فإنها من نفس الرحمن “bkz. el-Hâkim en-Neysâburî, el-Müstedrek alâ’s-Sahîhayn, Thk. Mustafa Abdulkadîr Atâ, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, II, 298 ( H. No: 3075).
144 “Her kim ki kendini Allah’a verirse Allah onun bütün güçlüklerini halleder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.”
145 İbn Hacer bunun hadîs olmadığını söylemiştir. Bkz. İbn Hacer, Ahmed b. Ali, el-İmtâ’ bi’l-Erbaîni’l-Mutebâyene bi Şarti’s-Semâ’, Thk. Ebû Abdillah eş-Şâfiî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1418, s. 98.
146 “… ona ruhumdan üflediğim zaman….”, Sâd, 38/ 72.
147 “Göz şaşmadı…”, Necm, 53/17.
148 “Gençlik delilikten bir şubedir”, el-Kuzâî, a.g.e., I, 100 (H. No: 116).
149 “ Evin sergisi gibi bir sergi ol.”, Ebû Dâvud, Fiten 2 ( H. No: 4258).
150 “Evin içi sana yetsin.”, et-Taberânî, Süleymân b. Ahmed , el-Mu’cemu’l-Evsat, Thk. Târık b. Avdillah- Abdulmuhsin el-Hüseynî, Dâru’l-haremeyn, Kahire 1415, VI, 62 (H. No:5799).
151 “Evimi temizle.”, Hac, 22/26.
152 “Aynada yankılanan bir damla heves, ilim denizini bulandırır.”
153 “Onun işiten kulağı gören gözü olurum.”, İbn Ebî’d-Dünyâ, el-Evliyâ, Thk. Muhammed es-Saîd b. Besyûnî Zeğlûl, Müessesetü’l-Kütüb, Beyrut 1413, s. 9.
154 “O(nun okuduğu Kur’ân) kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.”, Necm, 53/3-4
155 “Zikirden geri kalan varidât ve velâyetden ma’zûl olur.”
156 Mevzudur. Ancak mânâsı sahihtir. el-Aclûnî, a.g.e., I, 413 (H. No: 1102)
157 “Hikmet müminin yitiğidir.”, el-Kuzâî, a.g.e.,I, 118 (H.No: 146).
158 “Kılıç gibi iş görür, kın gibi değil.”
159 Nazmî, a.g.e., s. 120
160 Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifin ve Âsâru’l-Musannifîn, (Keşfu’z-Zunûn Zeyli), Milli Eğitim Basımevi, İst. 1945-1947, I, 62.
161 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, (haz. A. Fikri Yavuz-İsmâil Özen), Meral Yayınevi, İstanbul ts., I, 50.
162 Nazmî, a.g.e., s. 120.
163 Abdülmecîd-i Sivâsî, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmûd Efendi, nr. 2453, vr. 4a-6a.
164 Nazmî, a.y., Hoca-zâde, a.g.e., s. 85.
165 Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 50.
166 İsmâil Paşa, a.g.e., I, 62.
167 Vassâf, a.g.e., III, 258.
168 Bk. Abdülmecîd-i Sivâsî, Lugat-ı Mesnevî, Süleymâniye Ktp., Aşir Efendi nr. 385, vr., 2a-2b.
169 Bu eserin metni ve eserle ilgili daha geniş bilgi için bk. Cengiz Gündoğdu, “Mevlânâ’nın Şathiye Türünde Yazdığı Bir Gazeli’nin Şerhi: Şerh-i Ebyât-ı Celâleddin-i Rûmî”, Tasavvuf, Yıl: 3, Sayı: 8 Ocak-Haziran 2002, s.27-46.
170 Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkilâp Kitapevi, İstanbul 1953, s.149.

1292232612 14.13

 

ETİKETLER: