MEVLÂNÂ’DA TABİAT SEVGİSİ – İsmet KAYAOĞLU

A+
A-

MEVLÂNÂ’DA TABİAT SEVGİSİ

Prof. Dr. İsmet KAYAOĞLU

Mevlânâ’nın eserlerini okurken, anlatılan olayların ve düşüncelerin, kaynağı tabiatta bulunan dinamizmden doğan bir canlılıktan geldiği hemen dikkatimizi çekmektedir.

Hem Mesnevî ve hem Divân-ı Kebîr’de anlatılan konular, temalar, duygular tabiî bir akıcılık içindedir. Her şey kendiliğinden, içinden geldiği gibi anlatılmaktadır. Ama bu doğal anlatımda üstün bir zeka, çok ince bir ruh, eşsiz bir vecd, örneksiz bir aşk, emsalsiz bir seziş ve buluş kabiliyeti vardır.

O’nun amacı, mesajını insanların çoğuna ulaştırmak, halk kitlelerine hitap etmektir. Hikâyelerinde ve şiirlerinde tabiat tasvirlerinden ve hayvan hikâyelerinden ibretli çizgiler alması bize anlatımını daha canlı sunmak istemesinden kaynaklanır. Düşüncesi benzetmeler (metafor) vasıtasıyla berraklaşıyor.

Neşesini, coşkusunu, mânâ alemini harf ve sözler ifade edemeyeceğine kanidir. Sözü, durmadan, sürçmeden söylüyor. Tekrar varsa sıkmıyor. Şöyle diyor: “Ben kafiye düşünürüm; Sevgili bana der ki: Yeryüzünde başka bir şey düşünme! Ey benim kafiye düşünenim rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin. Harf ne ölüyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, sesi sözü birbirine, vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım” i

Mevlânâ’nın şiirlerinde sadece coşkun duygular değil, didaktik (öğretici) temalar da vardır. Anlatım üslubunda tabiat ve onun gizemleri sınırsız alem sevgisi ile insan sevgisi, insanlık akışı, kendisinde canlı bir hassasiyet ve kabiliyetle yoğunlaşarak mânâlaşıyor.

Kışın zulmü, baharın lûtfu, güzün hüznü, tarlalar, tohum, değirmen, toprak, dere, şehir, köy, pazar, sonra dağ, tepe, ova, her türden hayvanlar: Arslan, timsah, köpek, kedi, karınca, arı, sinek; yağmurla hayat bulan çayır, çimen; kasırga, kum, bozkır, çöl v.s. yaratılış esrarı dile geliyor.

Mevlânâ şiirlerinde, yeryüzünün, güneş, ay ve yıldızların, genellikle kainatın ayniyeti tespit etmiştir. Tabiat tasvirlerinde: Gül bahçeleri, açan çiçek, düşen yaprak, harman yeri, kuru toprak, çiçekle dolu ova; parlaklık, karanlık, gece ayın bakışı, tan yerinin ağarması, gece gökyüzü; havadaki zerreler, dağdan esen yel, deniz dalgaları, tabiat olaylarının çeşitliliği ve yine bunların hâlden hâle girerek değişkenliği, adeta insan ömründeki değişiklikler gibi anlatıyor. Bunlar, insanın iç dünyasının, duygularının, bulundukları hâllere göre sembollerle tasviridir.

Celaleddin Rûmî’de fanilik ve ebedilik fikri, ilahi kuvvete bağlı bir daire şeklinde tabiatta yankısını bulur. Mevsimlerle birlikte, tabiatın ana unsurları: Su, hava, toprak, ateş eşyayı hareketlendirir, durdurur; öldürür, canlandırır. Baharda tabiat birdenbire canlanır. İnsan kendi iradesine bağlı olmayan bu hal karşısında Üstün Varlık’a iman eder. Fakat insan, ağaçların ve çiçeklerin solmasına da tanık olur. O zaman hayatın bir gün sonra ereceğine inanır. Bu, tabiat nizamı içinde bir daimî dönüştür.ii

Güneş’in tabiat olaylarındaki fonksiyonu, çeşitli boyutlarıyla anlatılır. Şemseddin (Şems-i Tebriz) ile güneş özdeşleşir. Ezelî güneşin (yani maşûkun) yüzünün aksini her yerde görür. Bu güneş olmasaydı ne gül açardı, ne de meyve olurdu. Güneş hasretle bekleyen her âşıka yeni bir hayat, ebedî bir güzellik verir. Güneş Tanrı’nın Cemâl ve Celâl’ini ima eden güzel ve isabetli bir semboldür. Güneşin şuaları vasıtasıyla âdî taşların kıymetli lâl haline gelmeleri, alçak maddenin altına çevrilmesi mümkündür.iii

Ama sadece güneş sembolü yetmez, Mevlânâ tabiattan, birbiriyle bağlaşıklı başka remizler anlatır: Bağ ile bahçe; kuş ile çiçek; âşık ile maşûk, konuşur ve halleşir.

Elinde fırçası, önünde paletiyle tabiatın her mevsimini boyayan ressamların tabloları gibi, mısralarla veya kıtalarla, nesneleri, gözümüzün önünde canlı olarak sergiler.

Baharın canlanışı şu mısralarla canlanır:

Sevgilinin elçisi olan bahar neşe içinde geldi.

Biz mestiz, âşıkız, humârdayız ve kararsızız…

Bağa doğru çık, gözümün nuru! Çemen güzelliklerini intizarda bırakma!

Gayb aleminden çemenlere garip şeyler iniyor.

Gül senin ayak basman için gülistâna gelmiştir.

Yüzüne baktığı için diken bile güzel görünüyor.

Ey Selvi! Susam çiçeği dere kenarında sesini anlatmak için baştan başa dil kesilmiş.

Gonca düğümlenmiş, düğümleri açan lûtfunda, açılıp dökülecek…

Ölü tohum canlanıyor. Toprağın sakladığı sır, şimdi aşikâr oldu.

Meyvesi olan dal sevincinden sallanıyor ve kök, böyle bir şeyi olmadığı için utancından yerin dibine giriyor. Güzel ve bahtiyar dallar ağaçlarda canlanıyor.”

Mevlânâ bize tarlada buğdayın ekilişini, boy atmasını, duruşunu, biçilişini, her safhasındaki görümünü ibret nazarımıza incelikleriyle sunar:

Bıldır dikilmişti ki, bu yıl yerden baç verdi, filizlenip boy attı.” (Divân-ı Kebir, I, 146)

Ölüp gömülen tohum nasıl biter, yüzlerce başak verirse, Tanrı lûtfuyla ben de binlerce öldüm, tıpkı o tohuma döndüm.” (Divân-ı Kebir, I, 169)

Ekinin boy atıp büyümesini ve sonra sararmasını ve biçilmesini şöyle anlatır:

Senin ekinindik, aşk orağıyla sen biçtin bizi, samandan ayırdın, ambara çekmedesin. Bu çekiş doğruya, lûtuf ve kemere zerreden bütüne götürmedir.

Harman yeri güzel bir yerdir. Çünkü orası, padişahın bulunduğu ‘can harman yeri’ dir.

Şu güzelim tanelerin kulakları bir hoş rahmette, ümitleri bir seher yelinin esintisinde, böylece yeryüzünde mahpus kaldılar.

Buğdayla samanın ayrılışı gerçekle aslı olmayanın birbirinden ayrılmasıdır.”(Divân-ı Kebir, I, 174)

Sonra buğday toplanan ambara gider:

Gönül buğdaya benzer, bizse değirmeniz sanki; değirmen ne bilecek bu dönüş niçin? Ben sanki taş, suyu da düşünceler; taş der ki: Bu olayı su bilir, su da değirmenciye sor, der. Şu suyu aşağı akıtan o. Değirmenci der ki: A ekmek yiyen, şu değirmen dönmeseydi kim ekmekçi olurdu?” (Divân-ı Kebir, I, 221, IV, 142)

Cihan bir tandır, orada renk renk ekmekler var. Fakat ekmekçiyi gören ne yapsın tandırı, ne yapsın ekmeği.” (Divân-ı Kebir, I, 163)

Bu sembollerde, tandır yeryüzü, pişen ekmek olgun insan, ekmekçi Cenab-ı Hak’tır.

Kısacası ekmek, varlıktaki birliğe erme yolunda çıkılan yolculuktaki engellerden birisidir. İnsanın hayatta doğup büyümesi, olgunlaşması, ölmesi sürecidir.

Ekinden ekmeğe giden süreç içinde, Mevlânâ büyük felsefesini bu sembollerle açıklar. Tohum, tarla, ekin, buğday, başak, harman, buğdayın samandan ayrılışı, ambar, değirmen, un, hamur ve nihayet ekmek, bu arada harman yangınları, tarlaya zarar veren fareler, fırtınalar v.s. hepsi bize ilâhî düzenin tabiattaki görünümlerini sergiler.iv

Şimdi bahar tasvirlerine dönelim:

Bahar geldiğinde, Mevlânâ, müridi Hüsamettin Çelebi’ye ait olan bahçeye, baharı ve tabiatı hissetmek ve gözlemek için giderdi. Küçük karıncaların toprak üzerine çıkıp yavaş yavaş yürümelerini beklerdi. Bunlar baharın ne demek olduğunu bilmeyen, karanlık toprak hapishaneyi terk eden, baharın müjdecileridir. Tıpkı küçük karıncaların toprakta saklandıkları gibi, küçük ağaç kurdu da, karanlıkta beslenip, hapishanesinin kısa bir süre sonra çiçek açan bir dal olacağının farkında değil.

Mevsimlerden kış, uzun ve serttir. Donukluğu ve cansızlığı ifade eder. Eğer kar ve buz, güneşin ihtişam ve büyüklüğünü bilseydi, köklerini canlandırma konusunda faydalı bir iş yapmak üzere ağaçlara doğru hızla giden akarsu şekline dönüşmek için hemen erirdi. Çünkü donmuş olmak, sadece kendini düşünen ve güneşin bir başka şekle dönüştürme gücünü henüz tecrübe etmeyen bencil insanın durumudur. Güneşten uzakta acınacak halleriyle kar ve suya benzeyen veya bazı nedenlerle güneşin ışınlarından mahrum olanlar konusuna sık sık döner.v

Kar her an şöyle söyler:

Eriyecek ve sel olacağım,

Denize koşacağım, ben deniz ve okyanusa ait bir varlığım.

Yalnızım, durgunum, donmuş ve katılaşmışım…”

Madde dünyası buz gibidir; kıyamet gününde eriyecektir. Kıyamet gününde İsrafil’in sûru ile toprak altında gizlenmiş, görünüşte bozulmuş olan her şey yeniden canlanır, gözle görülür hale gelir. Karın nasıl yok olduğu, güneşin gücünü öven çiçeklerin su ile ortaya çıktığı anlatılır.

Yokluk halindeyken şöyle söyledim: Ey kralların kralı,

Bütün tasavvurlar bu ateşin içinde eridi!

O cevap verdi: Senin hitabın hâlâ bu karın bâkiyesidir:

Kar bâki olduğu sürece kırmızı gül gizlidir!”

Mevlânâ kışı ve içindeki aralık ayını çılgın hırsız ile karşılaştırabilir. Ağaçlar ve bitkiler süslerini ve meyvelerini gizlerler; ancak emniyet âmiri (Şıhne) Bahar gelince, bu hırsız kendini gizlemek için kaçıp gider. O zaman, gül bahçeleri, mis kokulu yeşil bitkiler galip gelir; zambaklar, hançerlerini ve kılıçlarını keskinleştirir. Ali’nin gizemli kılıcı Zülfikâr gibi hareket ederler. Bunun sonucu sevgiliye götüren yollar kıştan kurtulur. Sonra bütün güzel tomurcuklar karanlık dünya zindanından fışkırır.

Kışın ağaçların gözlerden sakladığı zenginlik, bahar geldiğinde harcanır. Aşığın kış mevsiminde “hakkıyla sabretmesi” (Sûre XII/18) gerekir. Böyle yapması ona, Yakûb gibi sabırla bekleyen ağaçlar tarafından öğretilir. Tıpkı ilk ılık güneş ışığı ve meltemin onlara taze ve umut dolu yeşil tomurcukların (Yusuf’un gömleğinin kokusuna benzeyen) güzel kokusunu getireceği gibi, insan kalbi de bir gün ruhun baharını ve cennetini ebedî baharını tecrübe eder.

Böylece Rûmî, kışı, Tanrı’sıyla başbaşa kalan sûfinin halvet zamanı olarak görür. Bu zamanda manevî güç toplar, baharda yeniden dirilişe tohumlarını hazırlar:

Soğan, pırasa ve gelincikler kışın sırlarını ifşa edecekler;

Bazısı taze olacak, diğerleri menekşeler gibi başları eğik ve aşağıda.

Kışın, can kuşları gözden kaybolur, sadece siyah karga ve kuzgun ortaklıktadır. Sonbaharda çıplak tabiat içinde karga ince bir siyah elbise giyer ve çirkin göründüğünün farkında olmaksızın kendisini mutlu hisseder:

Şayet karga kendisinin çirkinliğini bilseydi,

Keder ve acıdan kar gibi erirdi!

Karga baharda ortadan kaybolunca gerçek can kuşlarının varacağı zaman tam zamandır.”

Asırlar boyunca İran ve Türk şiir sanatında şakıyan ve seven ruhu temsil eden sadece bülbül değil, bir de leylek vardır. Leylek, Türkiye’de özellikle takvâ ehli ve dindar telâkki edilir. Zira o her sene Hacc’a gider ve yuvasını cami kubbesinde, minarede yapmayı tercih eder. Onları şöyle anlatıyor Mevlânâ:

Bir defasında baharın ilk günlerinde, yüzlerce leylekten oluşan bir sürü gördük. Yolda ve tarlada oturuyorlardı. Kışın sona ermiş olmasından memnundular. Onların sürekli olarak tekrarladıkları lak lak, Kur’an’daki el-emru lek el-emru lek: ‘mülk sana aittir, emr sana aittir’ anlamına gelmektedir. Bu şekilde onlar Yaratıcı’yı sürekli olarak övmekle meşguldürler.”vi

Mevlânâ, Konya civarındaki Türkmen kabilelerinin yaylaya dönmelerini seyretmiştir. Bu kabileler kışın çadırlarını, etrafını vahşi köpeklerin koruduğu ovalarda, kışlaklarda kurarlardı. Bahar ile birlikte otlak ve meraların izini takip ederek şehrin kenarındaki kırsal bölgeden ayrılırlardı. Türkmenlerin yaylaya geri dönüşü, bahçelerdeki ağaçlara, yeşil yaprakların ve güzel çiçeklerin varışı için uygun bir sembol olur. Kabileler için kışlak, bedeni; yayla ise cenneti yani manevî hayatı anlatır.vii

Bahar, ayrıca, ılık yağmurların gelişi demektir. Mevlânâ’nın, aşk ummanından hamile kalmış siyah bulutların toplandığı gökyüzüne bakarak, o bulutların vadiler üzerine göz yaşlarını döküp şehre bereket bahşedinceye kadar, Konya’daki tepede dolaştığını görürüz. Bulutlar ağlamadığı sürece, bahçeler nasıl güler? Bu “Rahmet yağmurları”, Mevlânâ’nın tasvirlerinde sıkça görülür.

Nasıl, bahar yağmuru Konya ovasına bereket veriyorsa, peygamberin gelişi de, susuz kalan, insan ruhuna rahmet yağmurlarını öyle verir.

Tabiatın baharda uyanışı, tam olarak insan davranışlarıyla açıklanır. Gülmek, ağlamak, kızmak gibi.

Bahçelerin gülmesi, bulutların ağlamasının bedelidir. Zira yağmur damlaları bahçenin güzelliğini meydana getirmede araç olduğundan, sevenin gözyaşları, sonuçta Aşk-ı İlâhî’nin şefkatinin tecellisine neden olacaktır. Bulutun ağlaması, güneşin sıcaklığı ve gök gürlemesinin hiddeti, kalbin gizli özelliklerini ortaya çıkarmak için birlikte çalışırlar.

Mevlânâ’ya göre ağaçlar, tam olarak dervişlere benzerler. Yavaş yavaş ilerler, meyve yüklü oluncaya kadar yavaş yavaş gelişirler. Yaprakları kökün mahiyetine tanıklık eder ve ne tür gıda topladıklarını söyler. Dallar kuru kaldıkça dinlendirilmiş ve mest olmuş zahidlere benzer. Bahar melteminde zuhur eden dostun dudağı onlara dokunduğu zaman, zahidlik aşka dönüşür. Ve tıpkı sürgünün rüzgar sayesinde kımıldaması ve kainatın büyük uyumu ile ahenk içinde tutulması gibi, aynı şekilde kalp de dostun yâdı ile sürekli olarak harekete geçirilmelidir.viii

Rûmî, arkadaşlarıyla birlikte bahçelerde dolaşır, onlara Bahar’ın çalışmasını takdir etmeyi öğretir. Bahar görünüşte hoş yeşil ipek elbiseler diken ve onları gözle görülmeyen (Ahiret)in atölyesinden meydana getiren mâhir bir terzi gibidir. Bu terzinin şaheserlerinden birisi, yakası güneş rengi ve kenarına akşamın renk verdiği lâlenin elbisesidir. Yoksa lâle parlaklık ve ihtişamını arkadaşının, hararetli yanaklarından ödünç mü almıştır? Veya gerçek bir şehit gibi abdestini kan ile almış olabilir. Yasemin, şaire sevgilisinden ayrılışı hatırlatır; zira bu çiçek, şayet onun ismini analiz edersek, “ye’s-i men” (benim ümitsizliğim) demektir. Halbuki zambak, yüzlerce lisan ile gülün güzelliğini methetmektedir. Her köşede, gerçek sûfiye benzeyen, lacivert elbiseye bürünmüş, oturan, başı-tefekkürde veya sürekli olarak ibadet için diz çökmüş bir menekşe bulabiliriz. Menekşe yaştan dolayı beli eğilmiş olmakla birlikte hâlâ taze ve misk gibi kokan kâmil Müslüman çiçeğidir. Ve gül Ebedî Sevgili’nin mükemmel bir benzeri gibi açar.

Tabiatın esrarını ve letafetini bize anlatan hayvan hikâyeleri ibret dersleri verir. Her yaratığın bir güzel yanının olduğu anlatılmak istenir.

Baharın gelmesiyle birlikte, bahçelerin her bir köşesinde şimdi kuş sesleri duyulur; ebediyet gülünün aşığı bülbül, karganın çirkin feryadının sona erdiğini ilân eder. Bu canlılığın yorulmaz sembolü arılar, bal ve bal mumu hazırlayarak yeniden oğul vermeye başlar. Tahtalı güvercin, sevgilisine giden yolu buluncaya kadar “kû” (nerede? nerede?) çağrısını her gün tekrar eder. Kuşlar, beyaz ve sarının ince bir zar ile ayrıldığı yumurtalarını bırakmaya başlar. Fakat insan ve hatta bütün kâinat ile mukayese edilebilecek yumurta, Allah’ın rahmet kanatları altında kuluçkaya yatırıldığında tamamen tüylü bir kuş ortaya çıkar ki, artık beyaz ve sarı arasındaki fark kaybolur. Kısa sürede, güvercin yuvalarında genç güvercinler görülür ve aşık sevgilisine şöyle der:

Biz senin güvercin yuvanda doğmuş yavru güvercinler olduğumuzdan

Yolculuğumuzda daima senin revakının etrafında dolaşırız.” Ve güvercin hikâyesi devam eder…

Kuşlardan, bir de tavus kuşunun güzelliği büyülemişti Mevlânâ’yı. Bu renkli kuş, harika tüylerini “aşıkların kalpleri gibi” açar; semâ ederek, insan ruhunu semâya davet eder ve böylece tam olarak baharın diğer tezahürlerine karşılık verir.ix

Sözü tamamlarsak:

Bütün bu canlılar ve olaylar âlemi, hep Tanrı sevgisi, insan sevgisi, tabiat sevgisi motiflerini taşırlar. Mevlânâ, diğer mutasavvıflar gibi Tanrı’nın açık- gizli mesajlarını söze veya yazıya döker. Tabiatın güzelliklerini, onu yaratanın güzelliklerini anlatmak için vasıta sayar. Kainat öyle bir hazinedir ki tükenmez; esrarı, bilgi ve akıl sahiplerinin idrakini aşar. İnsanlara, bu sonsuz hazinede alınacak dersleri, duyular alemi olan tabiat ve canlılardan seçmek, Mevlânâ’nın başvurduğu en uygun usuldür.

İşte tabiat da bu sevgi yumağının bir parçasıdır. Tabiat her yönüyle Yüce Varlık’ın bütün güzelliklerinin seyredildiği bir ayna gibi kabul edilebilir. Gizli olan sırlarını ancak düşünen ve hissedebilen kişiler fark eder.

* VIII. Millî Mevlâna Kongresi, Tebliğler, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya, 1996, s. 115-123

iDİPNOTLAR

Mevlâna, Mesnevî, Çev: Veled Çelebi İzbudak, Önsözü C: I, İst. 1973.

ii Mehmet Kaplan, “Yunus Emre’de Nebatlar”, Türkiyat Mecm. XII, İst., 1955, s. 45-47.

iii A. Schimmel, “Mevlânâ’ya Göre Konya’da Hayat”, (Özet) Bildiriler, İş Bank. Yay. Ank. 1973, s. 142.

iv Müjgan Cumhur, “Mevlânâ’nın Şiirlerinde Ekinden Ekmeğe” 2. Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya, 1986, s. 262-271.

v A. Schimmel, “A Spring day in Konya, According to Jalal al-Din Rûmî.” TheScholar and the Saint, Studies in Commemoration of Abu’l-Rayhan al-Birûnî and Jalal al-Din al-RûmîEdited by Peter J. Chelkowski, New York University Press, New York, 1975, p. 256.

vi A. Schimmel, A.g.m., s. 258-259.

vii A.g.m., s. 260.

viii A.g.m., s. 263.

ix A.g.m., s. 265; Özgün Baykal, “Mevlânâ Mesnevisinde Hayvan Hikâye ve Motifleri”; bir doktora tezi olarak (DTCF. Ktp. No: 47) hazırlanmış ve Kültür Bakanlığı tarafından basılmıştır.