MEVLÂNÂ’DA MİZAH ve NÜKTE – Selami ŞİMŞEK

A+
A-

MEVLÂNÂ’DA MİZAH ve NÜKTE

Selami ŞİMŞEK

Özet

Mizah, düşüncelerin nükte, şaka ve takılmalarla süslenip anlatıldığı bir söz ve yazı çeşididir. Sûfiler, Hz. Peygamber’in seçkin temsilcileri olarak, tatlı dilli ve güleryüzlü olmayı, insanları kırmamayı, gönüllerini hoşnut etmeyi öğütlemişler, dozunu kaçırmamak şartıyla latîfe, şaka yapmayı uygun görmüşler ve muhataplarını istidat ve kabiliyetlerine göre bazan “havf ve hüzün”, bazan “aşk ve muhabbet” ve bazan da “nükte ve latîfe” yoluyla eğitmişlerdir. Mevlânâ ise bu yolda ağırlıklı olarak “aşk ve muhabbet” ile insanları irşâd ederken zaman zaman da “mizah ve nükte”ye başvurmuştur. Mizah ve nükte yaparken de genellikle behlül tipi latîfe ve fıkralar serdetmiştir. Onun latîfe ve şakaları, öğüt, ibret, neşe, aşk, sevgi, hoşgörü, adalet, hakîkat, tevâzu, dostluk, huzur, mutluluk, barış, kardeşlik vb. güzel hasletlerle doludur. Bu sebeple onun ikinci bir Nasreddin Hoca olduğunu söylemek abartılı olmasa gerektir.

Anahtar Kelimeler: Mizah, Nükte, Tasavvuf, Mevlânâ.

Giriş

Mizah ve nükte denince belki ilk akla gelen Nasreddin Hoca (ö. 1284) olacaktır. Fakat ileride daha teferruatlı bir biçimde ortaya konulacağı üzre, medresede âlim, câmide vâiz, evde iyi bir eş ve örnek bir baba, altmış bin beytin üzerindeki manzûm eserleriyle büyük bir şâir, mutasavvıf, mânâ eri, gönüller sultânı, sevgi ve hoşgörü âbidesi ve daha bir çok unvanla anabileceğimiz Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 1273)’nin de bu konuda Nasreddin Hoca kadar olmasa bile zaman zaman mizah ve nükteye yer verdiğini müşâhede etmekteyiz.

İşte biz de bu sebeple şimdiye kadar üzerinde herhangi bir akademik çalışma yapılmamış olan bu konuyu, Mevlânâ’nın başta Mesnevî’si olmak üzre Fîhi Mâfîh, Dîvân-ı Kebîr, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât adlı eserlerinden ve ondan bahseden önemli kaynaklardan Menâkıbu’l-Ârifîn ve Menâkıb-ı Sipehsâlâr’dan yararlanarak sunmaya çalıştık. Ancak konumuza geçmeden önce genel olarak mizah, mizah-düşünce ilişkisi ve tasavvuf kültüründe mizah konusuna bir göz atmayı yararlı buluyoruz.

İnsanlığın tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan mizah hakkında bugüne kadar bir çok görüş ileri sürülmüştür. Biz burada konumuzla ilgili olan yönü itibariyle ele almaya çalışacağız.

Mizah, düşüncelerin nükte, şaka ve takılmalarla süslenip anlatıldığı bir söz ve yazı çeşididir[1]. Mizah, “bir gülme biçimi değil, gülerek düşünme biçimidir”[2]. Mizah, bilgili zekâ oyunu ile karışık edebî bir beyândır. Ma’rifeti, felsefesi, cevheri, özü, ibreti, hikmeti olmayan bir mizah, âmiyâne bir alay hududunu aşamaz[3]. Hilmi Yavuz, Sabahattin Eyüboğlu’nun ‘mizah’ kelimesinin Türkçe’de ‘gülen düşünce’ diye karşılanmasını teklif ettiğini yazmaktadır[4].

“Gülme” üzerine bir eser kaleme alan H. Bergson da ‘komik’ ile ‘gülme’ arasında bir çok fark olduğunu belirterek şunları kaydeder: “Komik olan şey, insanları grup halinde toplanarak bütün dikkatlerini, duygularını susturup sadece zekâlarını işletmek sûretiyle, aralarından birisi üzerinde toplamalarından doğmaktadır. Görülmektedir ki, gülme zekâ, ağlama ise duygu merkezlidir. Komik zekâya, sırf zekâya hitâb eder. Komiğin olanca tesirini göstermesi için kalbin bir müddet duymaz olması lazımdır. Nükteli (spirituel) ile komik’i birbirinden ayırmak lazım gelir. Komik söz, bizi söyleyene güldüren sözdür; nükteli söz ise, üçüncü bir şahsa veya kendimize güldürür. Nükte, ancak dikkat edildiğinde anlaşılan ince söz ve manâ, yani bir söz ve ibareden hususî bir dikkatle çıkarılan gizli mânâ demektir. Nükteli adam, söylediği ve yaptığı şeyin arkasında görünür. Nüktelerine yalnız zekâsını verir, kendini vermez. Nüktedân, orta malı gibi bir fikri tersine çevirerek, yahut bir fikrin kabul edilmiş bir ifadesini kullanarak bir fıkrayı, bir darb-ı meseli gülünç bir şekle sokarak hitabeder“[5].

Bu arada yer yer mizahla eş anlamlı olarak kullanılan nükte ve latîfe kelimeleri üzerinde de kısaca duralım. Arapça bir kelime nükte, lügatte, ancak düşünüldüğü zaman fark edilebilen ince mânâ, anlaşılması dikkatli düşünmeye bağlı kıssa veya hadise, ince mânâlı söz veya şaka anlamlarına gelir[6].

Latîfe de Arapça bir kelime olup, güldürecek tuhaf ve güzel söz, hikâye, şaka demektir[7]. Eski Doğu kültüründe yergi ve gülmece; şaka, hicv, hezl, nakize, şathiye, nükte ve latîfe vb. değişik terimlerle ifade edilmiştir[8]. Bu terimlerin birbiriyle çakışan bazı özelliklerinin olmasına rağmen, esas itibariyle bazı temel farklılıkları vardır. Mizah anlayışı en kabasından en incesine kadar değişik kategorilere ayrılmış ve her biri farklı terimlerle anlatılmaya çalışılmıştır.

Bir başka açıdan nükte, az ve öz söz demektir. Yani şahsın ince zekası ve kabiliyeti ile başka insanların birkaç sayfada anlattığını, uzun uzadıya söylediğini bir söz ya da küçük bir kıssa ile anlatma sanatıdır. Yine nükte, şiirde, resimde, harekette, söz vb. manayı, ancak dikkatle anlaşılabilecek derecede gizlemeye ve zariflere hitap etmeye denir[9]. Böylece ortaya konmak istenen manayı herkes anlamayacak, fakat muhatap bundan gerekli dersi çıkarabilecektir. Çünkü nükte biraz dokundurucu olur. Bir muhatabı bulunması halinde sırrı ifşa etmemenin, o muhatabı herkesin diline düşürmeden ikaz ve tedib etmenin yolu da ancak gizli bir mana ile ve yalnızca muhatabın anlayacağı bir sır ile ortaya konulabilir. Bu durumda nükte, muhatabı incitmekten sakınan bir azarlama şeklidir. Bir kişiyi hem azarlayacaksınız hem de bunu yaparken o kişinin kalbini kırmayacaksınız.

O halde kelimelerinizi bir başka kılık altında ortaya çıkarmanız; en azından söze, sözlü bir elbise giydirmeniz gerekecektir. Bu anlayış, aynı zamanda medeniyetin de yorumudur[10]. Nitekim atalarımız nükteyi uygun zaman ve zeminde yapmayanlar; yahut nükte yaptıklarını sanarak bayağı şeyler söyleyenler için “Katıra cilve yap demişler; tutmuş çifte atmış” demişler.

Nükte yapmak da öyle pek kolay şeylerden değildir. Bir defa geniş bir kültür ve lisan kabiliyeti lâzımdır. Kıvrak bir zekâ ve anlatım, nakil yeteneği gerektirir. Meşhûr dîvân şâirlerinden Nâbî’nin nükteli bir beytini örnek olarak verelim:

Kimmiş bizi men eyleyecek bâğ-ı cinândan

Mevrûs-ı pederdir gireriz hâne bizimdir

(Bizi cennet bahçelerinden kim men edebilir. Orası bizim (Âdem) babamızdan miras kalmış bir evimizdir. Sonunda elbet oraya gireceğiz.)[11].

Dilimizde nükteye benzer anlamda kullanılan bir kelime daha vardır ki o da nekredir. Nekre, hoşa giden gülünç, tuhaf, ince alay taşıyan sözler söylemek, hikâyeler anlatmak anlamlarına gelir. Nekrede biz sözü anlatana; onun ses tonu, jest ve mimiği, telaffuz ve anlatımdaki başarısı ve anlattığı şey dahil, hepsine birden gülerken nükte de bir üçüncü şahıs yada kendimize güleriz. Nükte, hedefi değil, sonucu gülme olan bir iştir ve gülünç kılmaktan çok, gülümsetir. Nükte, ilim ve irfân sahibi kimselerin, uyumsuzlukları, ayrılıkları tenkid metodlarından biridir[12].

Muhtevâsı bakımından nekre ve nükte taşıyan tahkiyeli parçalara fıkra yerine latîfe demek daha doğru olur. Latîf, hoş demek, güzel demek, insanda rahatlık uyandıran demektir. Latîfe ise, hoş bir anlatımla dinleyeni o hoş atmosferin içine sokabilen bir tahkiye türüdür. Latîfe, latîfe gerek demiş eskiler[13].

İnsanın huy ve karakterinde az ya da çok mizah vardır. Mizah, insanda var olan duyguların karşılıklı olarak birbirini etkilemesi, “sevimli yakınlık” denilen çift yönlü akımın meydana gelmesidir[14]. Zira bu nükteler, dolaylı olarak çağrışımlar yapacak kelimeler kullanılarak bir düşünceyi anlatmaya dayanan edebî san’atın malzemeleridir. Yapılan araştırmalar da bu bilgileri doğrular niteliktedir[15].

Sultan Veled’e göre ise mizah, keskin bir zekâ ve o kişideki aklın yetkinliğini gösterir. Zekâ, aklın bir çeşit dışa vurumudur ve onun bir fonksiyonudur. Yani, insanda anlama, öğrenme, kavrama ve çözme kabiliyetidir. Zekânın keskinliği, süratli kavrama gücüne, kıvrak bir mantaliteye işaret eder. Buna bağlı olarak, “insanda ne kadar çok akıl olursa temyiz özelliği de o ölçüde çok olur”[16]. Aklın yaratıcısı Allah ise, latîfelerdeki yüksek temyiz gücünün o kişiye Allah tarafından lütfedildiğini kabul etmek gerekir[17].

Burada şu hususun altını çizerek belirtelim ki insandaki temyiz kabiliyetinin gerçek derinliği ve değeri, ancak akıl ve kalbin birlikteliğinden doğar. Zira temyiz vasfı ile karşısındaki insanın durumunu dikkate alarak hem ‘hazırcevap’ hem de nükteli ve düşündürücü tavırlar sergileme, o kişide ferâsetin güçlü olması ile mümkündür. Cenab-ı Hakk’ın “basîr” sıfatının insandaki bir tezahürü olarak kabul edebileceğimiz “basîret”in gelişimi sonucu ince kavrayış ortaya çıkar. Ferâset sahibi bu insanın temel dinamiği ise “kalb ile görmek” ve “uyanıklık” hâlidir[18].

Tasavvufî kültürde mizah ve nükteye gelince, bu anlayış genellikle Kur’ân ve Sünnet çerçevesindedir. Sûfiler, Hz. Peygamber’in seçkin temsilcileri olarak, güleryüzlü ve tatlı dilli olmayı, insanları kırmamayı, gönüllerini hoşnut etmeyi öğütlemişler, dozunu kaçırmamak şartıyla şaka yapmayı  uygun görmüşler ve muhataplarını istidat ve kabiliyetlerine göre bazan “havf ve hüzn”, bazan “aşk ve muhabbet” ve bazan da “nükte ve latîfe” yoluyla eğitmişlerdir.

Ancak sûfiler muhataplarını mizah ve nükte ile eğitirken genellikle klasik kültürde behlül[19] adı verilen nükte tipini kullanmışlardır.  Onların gerek kaleme aldıkları eserlerde gerekse muhib veya müntesipleri tarafından bir araya getirilen menâkıbnâmelerde bu behlûl  tipi latîfe ve nüktelere yer yer rastlayabilmekteyiz. Başta Mevlânâ (ö. 1273)’nın Mesnevî’si olmak üzre Sadî (ö. 1292)’nin Bostan ve Gülistan’ı[20], Hakîm Senâî (ö. 1131)’nin İlâhinâme’siFeridüddin Attâr (ö. 1234)’ın İlâhinâme[21] ve Tezkiretü’l- Evliyâ’sı[22], Lamiî Çelebi (ö. 1532)’nin Letâif’i bu tür latîfelerin bulunduğu eserlerden bazılarıdır. Bu eserlerden özellikle Lâmiî Çelebî’nin Letâif’i[23] latîfe ve mizah açısından dikkate şâyandır. Çelebî, mezkûr eserinde latîfe ve nükte yapmanın ya da bunları nakletmenin; ölçü kaçmadığı sürece sakıncalı olmadığı konusunu ele alarak çeşitli latîfeler nakletmiştir.

Mevlânâ’da Mizah ve Nükte

Bu konuda öncelikle ifade etmek gerekir ki Mevlânâ hoş ve tatlı bir mizaç ve yapıya sahiptir. Her şeyi şakaya almasını bilir[24]. Nitekim bir gün Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin, birinden “Filan molla bana, senin postunu yüzerim” diye şikâyet eder. Mevlânâ “Bu ne iyi adammış, biz dostun rahmetine kavuşmak için, gece ve gündüz postu çıkartmak ve onun zahmetinden kurtulmak hasretindeyiz. Keşke gelse de bizi postun derdinden kurtarsa” buyurur. Bu haber mollanın kulağına ulaşınca, koşa koşa Mevlânâ hazretlerine gelir ve tam bir aşkla mürid olup fereci giyer; içinde bir huzur ve rahatlık hissederek veliler yoluna girer[25].

  1. Esad Coşan, “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî” adlı konferansının yayımlanan metninde, onun nüktedânlık yönüne işaretle şunları söylemektedir: “Mevlânâ hazretleri büyük bir mürşit. Büyük kelimesi biraz soğuk kaçıyor. Bir muhteşem şahsiyet. Fakat nükteyi çok seviyor, kaçırmıyor. Kübreviyye hulefâsından Necmeddin Dâye (ö. 1230) hazretleriMirsâdü’l-İbâdsahibi…. Konya’ya gelmiş. Sadreddin-i Konevî (ö. 1274) de Konya’da. Namaz kılacaklar, Necmeddin-i Dâye’ye takdim hakkı vermişler, imamlığı ona vermişler. Necmeddin-i Dâye de, mübarek, sebep ne ise, birinci rekâtta Kâfirûn sûresini, ikinci rekâtta da Kâfirûn sûresini okumuş. Halbuki bir başka sebep yoksa bütün rekâtlarda aynı sûreyi okumak mekruh. Bu imâmet yapıyor, yüksek sesle tabii, iki rekâtta da Kâfirûn’u okumuş. Namaz bitince, Mevlânâ hazretleri, Sadreddin-i Konevî’ye dönüyor diyor ki: “Birinciyi senin için, ikincisi benim için okudu”. Bu tevazu mudur, nükte midir, şaka mıdır? Sadreddin-i Konevî’ye ikaz mıdır? Minberde hatipler: “Ûsîküm ve nefsiyel-âsiyete bitakvallahi ve tâatihî” der. Yani “Kendi âsî nefsime ve sizlere takvayı tavsiye ederim” der. Kendisini de zikreder ki ötekisi alınmasın. Ben iyiyim, siz kötüsünüz mânâsına söylemiyorum diye. Mübarek nükteyi bırakmıyor. Birincisini senin için okudu, ikincisini benim için diyor[26].

Coşan, sözlerini şöyle sürdürmektedir: Mevlânâ semâ ederken sarhoşun birisi de meydana gelmiş. O da semâ ediyor, ama dolanırken çarpıyormuş Mevlânâ hazretlerine. Bazıları onu itekleyip, tartaklayıp dışarı atmak istemişler. Demiş ki öyle yapanlara: “O içmiş ama siz sarhoşluk ediyorsunuz”. Sarhoş kavgacı olur ya. O içmiş ama siz sarhoşluk ediyorsunuz. O kavga etmiyor, semâ etmek istiyor. Siz semâdasınız ama kavga etmek istiyorsunuz. Nükteyi kaçırmayan bir insan[27].

  1. Nuri Yardım iseEdebiyatımızın Güleryüzüadlı eserinde bir nüktedan olarak Mevlânâ’ya da ilk sırada yer vermiş ancak onun mizahî yönüyle ilgili herhangi bir malumat vermeden sadece şu latîfesini nakletmiştir: Bir gün adamın biri Mevlânâ’ya gelerek “Hakk’a nasıl ulaşayım” demiş. Mevlânâ, “Bâtılı bırak” demiş. Adam Mevlânâ’ya “Bâtıldan nasıl kurtulayım?” deyince, Mevlânâ “Hakk’a tutunarak” cevabını vermiş[28].

Mevlânâ’nın mizah ve nükte anlayışına gelince, onun anlayışı büyük ölçüde Hakîm Senâî ve Feridüddîn Attâr’ın çizgisindedir. Şöyle ki, Mesnevî’de ve diğer eserlerinde Mevlânâ’ya asıl müessir olan Senâî ve Attâr’dır. Nitekim Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn’de Çelebi Hüsameddin’in Mevlânâ’yı Mesnevî’yi yazmaya teşvik ederken talebelerinin Senâî’nin İlâhinâme’siyle[29] Attâr’ın Musibetnâme[30] ve Mantıku’t-tayr[31]’ını okuduklarını, kendisinin de İlâhinâme tarzında ve Mantıku’t-tayr vezninde bir kitap yazmasını ricâ ettiğini söylemektedir[32]. Talebelerinin bu iki şaire düşkünlüklerindeki sebep de bizzat Mevlânâ’nın bunları sevmesiydi. O, Dîvan’ındaki bir gazelde “Attâr ruhtu, Senâî onun iki gözü, bize gelince biz, Senâî ve Attâr’ın ardından geldik” ve Menâkıbu’l-Ârifîn’de “Attâr’ın sözlerini ciddiyetle okuyan, Senâî’nin sırlarını ve sözlerini itikatla okuyan bizim sözlerimizi anlar”[33] buyurarak bu yoldaki üstâdlarını ve fikirlerinin hangi yolla anlaşılabileceğini açıkça söylemektedir.

Mevlânâ Mesnevî’sinde, bu iki şâirden aynen beyitler de alır[34]. Attâr’ın kitapları ve bilhassa İlâhinâme Mevlânâ’ya örnek olmuştur. Fakat Mevlânâ, İlâhinâme’yi veya Attâr ve Senâî’nin diğer kitaplarını açıp onlardan iktibaslarda bulunmamıştır. Gerek bu kitaplardan, gerek diğer eserlerden istifadesi hafızası dolayısıyladır. Hikâyeler nakletme ve o hikâyelerden öğütler ve neticeler çıkarma konusunda o da aynı yolu izlemiştir. Ancak yukarıda anlattığımız özellikler bakımından bu tesir, Mevlânâ’nın sanatında bütünüyle erimiş bir mahiyettedir[35]. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde ayrıca, ağırlıklı olarak behlûl tipi nüktelerin yanı sıra bazen cuha[36] tipindeki nüktelere de yer verdiğini müşahede etmekteyiz[37]Behlûl zeki, akıllı, filozof, hakîm, meczûp gibi olumlu tipi temsil ederken, cuhâ saf ve ahmak gibi olumsuz tipi temsil etmektedir[38].

“Benim şakam şaka değil halka irşad ve tâlimdir”[39] ve “Nükte lokması, olgunlara helaldir. Mademki sen olgun değilsin, yeme ve sus”[40] diyerek mizah ve nüktesinin boyutlarını açıklayan Mevlânâ’nın ilk mürşidi babası Bahâeddin Veled (ö. 1231)’dir. O büyük insanın terbiyesi altında yetişen Mevlânâ henüz küçük bir çocukken olgunlaşmış, muhâkeme sahibi olmuştur. Şöyle ki o, küçük yaşta olmasına rağmen bilginler, nükte ve zerafet sahipleriyle tartışmalar yaparak, onlara, verdiği mizah ve nükte yüklü cevaplarla susturuyordu.

Eflâkî’nin verdiği bilgiye göre, Mevlânâ’nın evinin mahremlerinden ve onların çocuklarının bakıcısı olan Hoca Şerafeddin Semerkandî bu konuda şunları anlatır: Mevlânâ, dokuz yaşında iken bilginler ve nükte söylemeyi seven dânişmendlerle münâkaşalar yapar, onları cevap veremez bir hâle getirirdi. Fakat tekrar büyük bir lütuf göstererek kendisini susturulmuş gibi gösterirdi. Tam bir lütufla soru sorar, cevaplar verirdi. Fakat konuşma ve münâkaşalarda hiçbir kimseye asla “Senin bu fikrini kabul etmiyorum” demezdi. Onlar ise, kendisine hücum ederler ve “Senin bu fikrini kabul etmiyorum” derler ve ona mâni olurlardı. Ben kendisini azarlardım, “Niçin sen de onların fikirlerini kabul etmediğini söylemiyor ve karşı koymuyorsun” derdim. O, cevabında “Onlar benden yaşça büyüktürler, ben onların yüzüne karşı nasıl böyle bir söz söyleyebilirim” derdi. Ben çok defalar düşmanlarının mahcup olmamaları için kendisini mahsus cevap veremez bir hale sokulmuş gibi gösterdiğini gördüm[41].

Mevlânâ’nın mizah anlayışına temas ettikten sonra şimdi de onun latîfelerinde göze çarpan hususiyetlere bir göz atalım.

Mevlânâ’nın Mizah ve Nüktesinde Göze Çarpan Başlıca Özellikler

  1. İrşâd ve Nasihat

Mevlânâ, sırf insanları güldürmek ve kahkaha attırmak için değil, onları neşelendirirken aynı zamanda ders ve öğütler de vermektedir:

Arkadaşların nedimi olan Celâleddin Kassap hazretleri hikâye etti ki: Bu sırların ilk açığa çıktığı sıralarda, fakîhlerden bir grup halvette alay ve inkar etmek maksadıyla beni ortaya çekip son derece dövdüler. Ben acımdan birdenbire yellendim, onları bir gülme aldı, beni derhal serbest bıraktılar. Dışarı fırladım ve “Yellenmek benden, inâyet de Tanrı’dan” dedim. Dostların hoşuna gitti. Mevlânâ hazretleri “Bu meselin esası da şöyledir” dedi: Bir padişah vardı, kan aldırmaya ihtiyacı olmuştu. Padişahın kaasitleri kan alıcıyı getirdiler. Zavallı kan alıcı neşteri keskinleyip kan almak için pazusuna vurdu. Fakat neşterin ucu kırılıp padişahın etinde kaldı. Kan alıcı padişahtan korktu; elinde olmayarak son derece yellendi. Sultanı büyük bir gülme aldı ve kahkaha ile güldü. Bu gülmenin tesiri ile derhal neşterin ucu sultanın pazusundan dışarı fırladı. Kan alıcı “Ey dünyâ sultanı, yellenmek benden, inâyet Tanrı’dan” dedi[42].

İşte insanlar arasındaki bu mesel o zamandan yadigâr kalmıştır. İmkân nispetinde fakir kullardan kulluk, Tanrı’dan da inâyet ve muâvenet. Nitekim demişlerdir: Horoza ötmek, Tanrı’ya da sabahı getirmek düşer[43].

  1. Sıkıntıdan Kurtararak Yüzleri Güldürmek

Sıkıntı, stres, üzüntü, rûhî bunalım vb. durumlar insanoğlunun sürekli yüzyüze geldiği önemli problemlerdendir. İnsan bu durumdan kurtulmak için çoğu defa sevinmeye, gülmeye ve neşelenmeye ihtiyaç duyar. Ya kendisi böyle bir ortam arayarak sıkıntısını bertaraf etmeye ya da yakın dostları, arkadaşları ve çevresi bu durumu fark ederek onu rahatlatmaya çalışır.

İşte Mevlânâ da aynı şekilde gerek yakınlarının gerekse dostlarının böylesi durumlarını fark ederek onları rahatlatmaya, sevindirmeye ve neşelendirmeye çalışır:

Sultan Veled’den nakledilmiştir ki: Bir gün bana büyük bir rûh bezginliği ve sıkıntı galebe etmişti. O sırada babam hazretlerinin medresenin kapısından içeri girdiğini gördüm. Beni bezgin ve sıkıntılı görünce: “Birinden mi incindin, çünkü hiç böyle sararıp solmamıştın” dedi. Ben: “Bilmiyorum, bu ne haldir” dedim. Babam kalkıp eve girdi ve bir müddet sonra başına ve yüzüne bir kurt postu geçirip “Bu! Bu! Bu!” yaparak dışarı çıktı. Benim yanıma gelince çocukları korkuttukları gibi yine “Bu! Bu! Bu!” yaptı. Onun bu hareketinden bana büyük bir gülme geldi. Alabildiğine güldüm, baş koyup babamın ayaklarını öptüm. Babam, “Bahâeddin eğer bir latif sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, seninle şaka şenlik etse ve birdenbire yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana “Bu! Bu! Bu!” deseydi, ondan hiç korkar mıydın?” buyurdu. Buyurdu ki: “Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep odur, hep ondan feyizlenirsin” der[44].

Mevlânâ hazretlerinin dostlarından bir âmil devri teslimden çok sıkıntıda idi. İki-üç yüz dinara yakın borçlanmıştı, onu ödemeye tâkati yoktu. Kalktı, çoluğu-çocuğu ile Mevlânâ hazretlerine gelip mübârek ayağına düştü. Allah rızâsı için bu hususta Pervâne’ye bir şefaat ve inâyetnâme yazmasını ricâ etti. Bu suretle belki de Pervâne bu borçtan bir şey tenzil eder veya ödenmesi için biraz mühlet verirdi. Mevlânâ derhal bir pusula gönderip şefaatte bulundu. Pervâne “Bu işin divanla ilgisi vardır” dedi. Mevlânâ ona cevap olarak “Devler Süleyman’ın hükmündedirler. Süleyman devlerin hükmünde değildir” diye yazılmasını emretti. Pervâne’nin adı Süleyman’dı. Pervâne çok sevinip bu cevaptan haz duydu ve pusulayı öptü, âmilin borcunu da indirdi. Kendi hassesinden divana cevap yazdı. Mevlânâ hazretleri duâlar edip “Muinüddin Pervâne’nin alnında Süleyman’a ait bir nûr vardır. Eğer bu nûr gözükmek isterse Şark ve Garp ülkesini kaplar” dedi. Bunun üzerine “Bu nûr ne nûrdu” diye sordular. Mevlânâ “Bu nûr bizim aşkımızın nûrudur” buyurdu. Müridler bunu Pervâne’nin kulağına ulaştırdılar. Pervâne bunu işitince yerlere kapanıp Tanrı’ya şükürler etti ve anlatılmayacak derecede hediyeler gönderdi[45].

Mahmûde Hatun adında bir kadını bir azize vermişlerdi. Damadın hoşuna gitmedi, duhul yapmadı. Her ikisi gerdek evinde tutulmuşlardı. Büyük bir iktidarsızlık onları kaplamıştı. Birdenbire Mevlânâ hazretleri gerdek evinin kapısından içeri girdi, “Mübârek olsun” deyip birkaç dinar attı ve “Hayır, hayır Mahmûde tutucu ve bağlayıcı değildir. Mahmûde’de tutukluk ne arar” dedi. Hemen o anda, her ikisinde bir açılma baş gösterip tutukluk ortadan kalktı. Bunun üzerine gelin ve güveyi baş koydular ve büyük bir sevinç duydular[46].

Bir gün Sultan Veled hazretlerinin birkaç dinarı kaybolmuştu. Bütün evleri altüst etti, fakat paradan bir eser bulunamadı. Nihâyet bütün o dirhemler, kardeşi Alâeddin Kırşehrî’nin kitapları arasında bulundu. Böylece Sultan Veled Hazretleri onu azarlamaya ve kınamaya başladı, küfürler etti. Mevlânâ hazretleri “Bahâeddin, “alâ” harf-i cer değil midir? O, cerretmezse (kaldırıp götürmezse) başka ne iş yapar” buyurdu. Bunun üzerine her ikisi de sevindiler[47].

  1. Kavgaları Sona Erdirerek Barıştırmak

Mevlânâ, her hâlükârda toplumdaki kavgaları, gürültüleri, düşmanlıkları yok etmenin peşindedir. Bunun için öylesine ince ve derin düşündürücü nükteler söyler ve mizahlar yapar ki muhatapları neye uğradıklarını şaşırarak derhal kavga ve döğüşe son verip barışırlar, dost olurlar:

Mevlânâ hazretleri bir gün mahalleden geçiyordu. İki yabancı şahıs birbirleriyle kavga ediyorlar ve birbirlerine sövüp sayıyorlardı. Mevlânâ da uzakta durup bunları dinliyordu. Biri ötekine: “Bana mı diyorsun? Eğer bana dersen, benden bin işitirsin” diyordu. Mevlânâ bunu işitince ilerledi ve “Hayır hayır söyleme, buraya gel ne diyeceğin varsa bana de. Eğer bin desen benden bir tane bile işitemezsin” dedi. Bunun üzerine iki düşman baş koyup Mevlânâ’nın önünde barıştılar[48].

Bir gün iki şahıs birbirlerine düşmanlıkta bulunuyor, münâsebetsiz sözler söylüyor ve küfürler ediyorlardı. Onlardan biri ötekine “Eğer yalan söylüyorsan Tanrı senin canını alsın” , diğeri de ona “Eğer sen yalan söylüyorsan Tanrı senin canını alsın” diyordu. Birdenbire Mevlânâ hazretleri onların odasına girip “Hayır, hayır Tanrı ne senin ne de onun canını alsın. O benim canımı alsın, çünkü canı alınmaya ve ona esir olmaya ancak biz layıkız” dedi. Her ikisi baş koyup barıştılar ve hâlis mürid oldular[49].

  1. Hoşgörü ve Sevgi

Bir sevgi ve hoşgörü âbidesi olan Mevlânâ, insanların bir kısmını sevindirirken diğer bir kısmını üzmez ve küstürmez. O, öylesine bir hoşgörü ve sevgi gösterir ki herkes gülüp sevinir, memnun kalır[50]. Tıpkı Nasreddin Hoca da olduğu gibi. Nitekim Nasrettin Hoca’nın iki karısı varmış. Bir gün birini bir kenara çekip kendisine bir mavi boncuk vermiş. Al bunu sakla; sakın ortağına bir şey söyleme! demiş. Bir başka zaman da ötekine aynı şeyi söylemiş. Bir gün kadınlar, Nasrettin Hoca’nın hangisin daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler. Anlaşamayınca, meseleyi Nasrettin Hoca’ya sormuşlar. Hangimizi daha çok seviyorsun?           Hoca her ikisini de mânâlı mânâlı bakarak: Mavi boncuk kimdeyse, onu demiş[51].

Bir pâdişâhın on câriyesi vardı. Bu câriyeler, “Pâdişâhın indinde içimizden kim daha ziyâde sevgilidir? Bunu bilmek isteriz” derler.  Pâdişâh dahi: “Bu yüzük yarın her kimin odasında bulunursa, en ziyâde sevgili olan odur” buyurur. Ve pâdişâh o yüzük gibi on tane daha yapılmasını emr edip, ertesi günü her bir câriyeye verir[52].

Mevlânâ’nın hoşgörüsü ve sevgisi o derece geniştir ki “yetmiş üç mezheple” beraberdir. Nitekim:

Siraceddin garaz sahibi birisiydi. Mevlânâ’yı incitmek, onu kıymetten düşürmek için yakınlarından ulu bir danişmendi, Mevlânâ’ya –kalabalığın önünde- sen böyle mi söyledin?diye sormak için gönderdi. Ona tenbih etti ki, eğer ikrar ederse kendisine küfürler savur, onu incit. O adam geldi, acaba siz, ben 73 mezheple beraberim diye söylediniz mi?diye sordu. Cevabında Mevlânâ, evet demişim dedi. O adam ağzını açtı, küfretmeye, terbiyeye yakışmaz sözlere başladı. Mevlânâ gülerek dedi ki, senin söylediklerine rağmen seninle beraberim”[53].

  1. İlimle Üstünlük Taslamamak

Mevlânâ, ilmiyle üstünlük taslayanları, kibirlenenleri asla tasvip etmez. O, zahirî ilimleri okuyarak kendini âlim, âbid, zâhid görenleri nükteli üslûbuyla eleştirerek gerçek üstünlüğün “kâl” ile değil “hâl” ile olduğunu ifade eder:

Bir gün Mevlânâ, bir şeyhin posta oturtulması törenine rastlamıştı. Kıraat-ı seb’a hâfızlarından olan Sâineddin de bu sırada “Duha” (Kur’ân, 93) suresine gelmişti. Adı geçen şeyh bu sureyi sonuna kadar imale ile okumaya başladı. Bundan Mevlânâ’nın canı sıkıldı. Hüsameddin Çelebi mazeretler beyan etmeye başladı ve “Bu hâfız, Kisaî’nin kıraati üzere okuyor. Efendimiz onu mazur görsün” dedi. Mevlânâ “Evet, Çelebi doğru buyuruyor. Bu adam tıpkı (anlatacağım hikâyedeki) seferden gelen şu Türk fakîhine benziyor: Bir Türk fakîhi seferden gelmişti. Bir nahivci ondan “Nereden geliyorsun” diye sordu. Fakîh Tus diyecek yerde “Min Tis (Tis’den)” dedi. Nahivci ben ömrümde böyle bir memleket adı hiç işitmemişim” dedi. Fakîh: “Sen “min”in  harf-i cer olduğunu bilmiyor musun? “Min”, “Tus”un evvelinde geldiği için “Tus”u “Tis” yaptığını söyledi. Nahivci, “Benim nahivde okuduğuma göre “min” yalnız harfi cerreder. Onun koca bir şehri de alt-üst ettiğini hiç işitmedim” dedi. Bunun üzerine bu hâfız başını açtı kul ve mürid oldu[54].

Yine bir gün Mevlânâ müridlerine İlâhî bilgiler saçıyordu. Söz sırasında misal olarak şu hikâyeyi anlattı: “Bir nahivci kuyuya düşmüştü. Bir gönül sâhibi derviş de kuyunun başına geldi. Kuyunun içinde bir adamın bulunduğunu görünce civarda bulunan adamlara risman (ip) ve devl (kova) getirin de nahivciyi kuyudan çıkaralım” diye bağırdı. (Bilgisiyle) gururlanan nahivci bunu işitince “resen ve delv de” dedi. Derviş kızdı, nahivciyi kurtarmaktan vazgeçti ve ona “Ben nahiv öğreninceye kadar bekle” dedi[55].

Mevlânâ bu latîfenin devamında şunları kaydeder: “Tabiat ve mansıp kuyusunda esir olmuş olan bir topluluk, daima kendi bilgisinin kanatlarıyla uçmak isterse, kafasındaki bu kuruntu ve güvendiği bilgileri terk edip velilerin önünde başını yere koymazsa, bu kuyudan kurtulmaz ve “Allah’ın arzı geniştir” (Zümer, 39/10) sahrasında salına salına dolaşıp maksadına erişemez. İşte bu hususta bu kadar söz kâfidir”[56].

Ârifin birisi nahivcinin (dil bilgini) karşısında oturmuş idi. Nahivci, “Söz üçten hâriç değildir; ya isim, ya fiil veya harf olur” dedi. Ârif elbisesini yırtıp “Eyvâh, yirmi senelik ömrüm ve sa’y u talebim havaya gitti! Zira ben, bu üçten başka söz vardır ümidi ile mücâhedeler etmiş idim. Sen benim ümidimi mahv ettin!” dedi. Gerçi ârif bunu söylemekle berâber maksûduna vâsıl olmuş idi; ancak bir tarîk ile nahivciyi îkâz eyledi[57].

  1. Muhatabın Delillerini Kullanmak

Mizah ve nüktede, muhatabın bildiklerini, ya da bir konuyu ispat ederken kullandığı delilleri kullanmak oldukça etkili bir irşad metodudur. Çünkü bu yolla meseleyi anlatmak, karşı tarafı ikna etmek kolay olur. Bu bir nevi bilgi alış-verişidir. Yani aynı şeyi, bir başka amaç için yeniden kullanmaktır. Böyle durumlarda muhatabın diyecek bir şeyi olmaz.

Mevlânâ da işte buna benzer bir durumda rahibin delillerinden yola çıkarak onu ikna eder ve İslam’la kucaklaşmasına vesile olur:

Bir gün Mevlânâ hazretleri ulu arkadaşlarla birlikte Meram Mescidi’nden şehre dönüyordu. Birdenbire ihtiyar bir rahip karşılarına çıkıp önlerinde baş koymaya başladı. Mevlânâ ona: “Sen mi yaşlısın, sakalın mı?” diye sordu. Rahip “Ben sakalımdan yirmi sene daha büyüğüm, o daha sonra çıktı” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ “O senden daha sonra çıktığı halde erişti ve kemâle erdi. Sen evvelce nasıl idiysen şimdi de siyahlık, sapıklık ve hamlık içinde yüzüyorsun. Eğer değişmez ve olgunlaşmazsan yazıklar olsun sana!” buyurdu. Zavallı rahip hemen zünnarını kopardı ve iman getirerek müslümanlardan oldu[58].


  1. Olduğu Gibi Görünmek

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ile âdetâ özdeşleşen “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” ifadesi onun bu latîfesinde de kendisini göstermektedir:

Bir gün Mevlânâ hazretleri oğlu Sultan Veled hazretlerine “Bahâedin, senden Mevlânâ’nın yolu nedir?” diye sordukları vakit, “Yeyip içmemektir, de” buyurdu ve sonra “Hayır, hayır, ölmemektir dersin” dedi. Ondan sonra şu hikâyeyi anlattı: Bir derviş bir evin kapısına gidip su istedi. Ay gibi güzel bir kız evden çıkıp dervişin eline bir ibrik verdi. Derviş “Su içilecek bir de bardak istiyorum” dedi. Bunun üzerine kız dervişe “Ha! Ha! Ha! Şu dervişe de bakın. Bütün gün yiyor ve bütün gece uyuyor. Hakiki derviş geceleri de yemek yemez, nerede kaldı ki, gündüzleri” dedi. O derviş öldüğü güne kadar gündüz yemeğini yemedi. Nihayet kendi maksadına kavuştu[59].

  1. Yanlış İnanışları İncitmeden Düzeltmek

Mevlânâ, âilesinde ve çevresinde gördüğü yanlış inançları, halkın uğursuzluk saydığı şeyleri kırmadan, incitmeden, latife ve nükte yoluyla düzeltmeye çalışır:

Bir gün Mevlânâ’nın karısı Mevlânâ’nın yırtılan ferecesini, Mevlânâ’nın üzerinde dikiyordu. Bir elbiseyi insanın üzerine dikerken ağza bir şey almak bilinen bir âdettir. Meselâ bir yaprak, bir saman çöpü veya bir kâğıt parçası alınır. Böyle bir şeyi ağza almadan dikmeyi çok uğursuz sayarlar. Kira Hatun’un hatırından “Acaba Mevlânâ da mübârek ağzına bir şey aldı mı?” diye geçti. Mevlânâ hemen “Bunun ehemmiyeti yok: sen adamakıllı dik. İşte ben ağzıma: “Kul hüvellahu ahad” (De ki: O Allah tektir…)’i[60] aldım ve Allah’ı dişimle adamakıllı yakaladım” buyurdu[61].

  1. Dostlara Saygı ve Bağlılık

Mevlânâ, dostlarına, arkadaşlarına o derece saygı, sevgi ve bağlılık göstermektedir ki, onların köpeklerine bile söz söyletmez, el sürdürmez:

Bir gün Mevlânâ bütün arkadaşlarla Çelebi Hüsameddin’in iyâdetine[62] gidiyordu. Mahallenin ortasında karşılarına bir köpek çıktı. İçlerinden birisi bu köpeği incitmek istedi. Mevlânâ “Bu Çelebinin mahallesinin köpeğidir, buna dokunmak doğru değildir” buyurdu[63].

Şiir: “Ey mahallesinin köpeklerine aslanların köle olduğu Hüsameddin! Artık söz söylemek imkânı kalmadı. Sus! İşte bu kadar. Onun mahallesinde olan köpeğin bir kılını bile aslanlara değişmem”[64].  

  1. Dünya Malına Tama’ Etmemek

Mevlânâ, ne dünya hayatına, ne de dünya malına değer vermez. “Vallahi bu dünyada ben bir karış yer imar etmedim ve hiç para da biriktirmedim” diye Hz. Peygamber’e uymak gerektiğini sık sık hatırlatır[65]. İşte bu sebeple fakrı, gönül zenginliğini tercih eden Mevlânâ, gerçek mutluluk ve saâdetinde bunda olduğunu nükte yoluyla dile getirir:

 –Bir şahıs altın dolusu bir kese kaybetmişti. Kendinden geçmiş gibi koşuyor ve herkesten soruyordu. Birdenbire Mevlânâ hazretlerine rastladı. Mevlânâ “Kaybettim deme, bilâkis buldum, buldum de” buyurdu[66].

Bir gün Mevlânâ Konya pazarı ortasında gidiyordu. Bir Türk, tilki postunu elinde tutmuş “Dilku: tilki, Dilku: tilki” diye mezat ediyor ve bunu ciddiyetle söylüyordu. Mevlânâ hazretleri nara atarak dönmeye başladı ve “Gönül (dil) nerede (ku), Gönül nereden bulunur, nereden hâsıl olur? Altın nerede? Altın ne zaman bulunur? Altın nerden elde edilir? Hiç altın ile iflas eden bir arada bulunur mu?” diyerek semâ ile mübârek medresesine gitti[67].

-Nakledilir ki, muallimin birisi yoksulluktan, kış mevsiminde bir keten cübbe giymiş idi. Meğer sel suyu, ayının birisini kapıp, başı su içinde kalmış idi. Çocuklar onun sırtını görüp dediler; “Hoca efendi, işte ırmağa düşmüş bir kürk! Sen üşüyorsun, onu al da sırtına giy!” Muallim ihtiyâcın şiddetinden kürkü almak için fırladı. Ayı pençesini attı; muallim su içinde ayının eline giriftâr oldu. Çocuklar bağırdılar ki: “Hoca efendi, eğer kürkü çıkarmak mümkün değilse, bırak da sen dışarıya çık”. Muallim cevâben dedi: “Ben kürkü bıraktım; kürk beni bırakmıyor”[68].

  1. Hayvanlara da İyi Muamele Etmek

Mevlânâ, insanlara, çocuklara, kadınlara, müslüman olmayanlara iyi davranılmasını öğütlediği gibi[69] hayvanlara da iyi muamele edilmesi ve eziyet edilmemesi gerektiğini ifade eder:

Rivâyete göre Şehâbeddin Gûyende, bir eşeğe binmişti. Bindiği eşek, birden anırmaya başladı. Şehâbeddin, hayvanın anırmasına kızmış, başına hiddetle birkaç defa vurmuştu. Bu hadiseyi gören Mevlânâ:

-Eşek  seni taşımaktadır, sen binici o da taşıyıcı olduğu için, onu sevecek, okşayacak yerde zavallı hayvanı dövüyorsun. Allah göstermesin, eğer iş tersine olsaydı, o sen ne yapacaktın? dedi[70].

  1. Tevâzu Göstermek

Mevlânâ, herkese, çocuğa, ihtiyara, kadınlara, hattâ kâfirlere bile tevâzu gösterir, alçak gönülle muamele eder, baş eğer, tapu kılardı. Ermeni bir kasap Mevlânâ’ya tesadüf edince, yedi defa yere baş koydu; Mevlânâ da ona baş koydu[71].

Mevlânâ’ya göre insanlarla iyi-hoş geçinmenin yolu tevâzudur. Kendini üstün görenlerin, kibirlenenlerin, böbürlenenlerin başı kavgadan gürültüden eksik olmaz:

Bir gün Sultan Veled Hazretleri babası hazretlerine “Bu sofiler birbirleriyle ne hoş geçiniyor, arkadaşlık ediyorlar ve birbirleriyle de hiçbir dedikoduları yoktur. Halbuki bizim dostlar hiçbir sebep yokken birbirleriyle dövüşüyor, geçinemiyorlar” dedi. Mevlânâ “Evet Bahâeddin eğer bin tavuk bir kümeste olsa birbirleriyle geçinir, fakat iki horoz bir yerde beraber geçinemez. Bizim arkadaşlar horoz gibidirler. Bundan dolayı kavga ediyorlar” buyurdu[72].

  1. Sır Saklamak ve Emaneti Ehline Vermek

Bir gün Mevlânâ şu beytin mânâsı hususunda fikirler beyân ediyordu: Şiir: “Sultanın sırrının kimseye söylemiyesin. Sakın şekeri de sineğin önüne dökmiyesin”. Bunun için şu hikâyeyi anlattı: Bir adam bir şehire gitti. Onun maksadı bu şehir halkının gafletini anlayıp orada dolandırıcılık yapmaktı. Birdenbire bir mahalleye ulaştı. Orada bir küçük çocuk gördü. Çocuğun elinde bir simit vardı. Bu dolandırıcı adam ondan simit istedi. Çocuk “Vermiyorum” dedi. Dolandırıcı ısrar etti. Çocuk “O halde öküz gibi böğür vereyim” dedi. Dolandırıcı etrafına baktı, hiç kimseyi göremeyince, karnı son derece aç olduğundan öküz gibi böğürdü ve “Haydi şimdi simidi ver” dedi. Çocuk “Vermiyorum. Annem ve babam bana ‘Simidi öküze verme, çünkü öküze saman yaraşır” diye tembih ettiler’ dedi[73].

Şiir: “Eğer şeker eşeği keyiflendirseydi, sahibi onun önüne kantarlarla şeker dökerdi”. İşte ahrarın sırlarını ve hikmetli sözlerini herkese söylemek doğru değildir. Onları saklamak ve gizlemek vâcip olan şeyler cümlesindendir. Çünkü “Ehli olmayana hikmeti vermeyiniz. Sonra o hikmete yazık etmiş olursunuz” denilir. O sırları saklamıyan ve Tanrı yüzünü göremeye kabiliyeti olmayan kimseye hikmet göstermek ve namahremi bozmak doğru değildir[74].

  1. İnsanların Kusur ve Ayıplarını Örtmek

Mevlânâ, sürekli olarak insanların kusur ve ayıplarının örtülmesi için çalışıp çabalamıştır. Şayet o, kusur ve ayıpları söyleyecek ya da gösterecekse mizah ve nükte ile kırmadan, incitmeden, hoş bir üslûpla bunu ifade etmştir:

Çoban Dellâk, bir gün Mevlânâ’nın başını tıraş ediyordu. Sakalını tıraş ederken fazla kesti. Mevlânâ “Mademki tekrar bitecekler, bu kadar kâfidir” buyurdu[75].

Yukarıdaki latîfeye benzer bir duruma Nasreddin Hoca’nın fıkralarında da rastlamaktayız: Bir gün Hoca’yı bir acemi berber traş ederken, ustura sürdükçe başını kesip, her kestiği yere pamuk yapıştırmış. Hoca berbere “Behey adam başımın yarısını pamuk ekdin, bırak ben de yarısına keten ekeyim” demiş[76].

Dost ulularından biri kardeşlerin bağından bir incir getirmişti. Mevlânâ inciri aldı “Hayli güzel incir, fakat kemiği var” buyurup yere bıraktı. O derviş “İncirin nasıl kemiği olur” diye hayrette kaldı. Yavaşça kalktı, o incirleri alıp gitti. Biraz sonra tekrar geldi. O incirden diğer bir sepet daha getirdi ve Mevlânâ’nın önüne koydu. Mevlânâ bir tane alıp iftar etti ve “Bu incirin kemiği hiç yoktur” buyurup Şeyh Muhammed Hâdim’e, incirleri mecliste bulunanlara dağıtmasını emretti. Arkadaşlar, bu müşkül karşısında hayrette kalmışlardı[77].

Latîfenin sonunda bu durum şöyle açıklığa kavuşturulmaktadır: o derviş dışarı çıkıp da gittiği sırada, orada bulunanlar da onun arkasından dışarı çıkıp inciri nereden topladığını ondan sordular. O, “Vallahi bir dostum vardı, onun bahçıvanını bağda bulamadım. Onun müsaadesi olmaksızın bir sepet incir toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim, bahçıvanı gördüğümde topladığım incirin fiyatını vermekti. Mevlânâ velâyet nûru ile bunu anladı ve bu sebepten yemedi. İşte incirin kemiği bu idi. Bu defa o dostun bağına geldim, ondan iyi incir satın alıp fiyatını ödedim ve helâllık istedim. O da kabul etti. İşte bu incirden Mevlânâ yedi ve iltifatlarda bulundu” dedi[78].

-Padişâhın biri gazûbâne, bir nehir kenarında oturmuş idi. Emirler onun gazabından korkup, hiçbir şekilde gülmüyordu. Onun bir maskarası olup, gâyet mukarreb idi. Emirler ona mürâcaat edip: “Eğer pâdişâhın güldürürsen sana şunu veririz” dediler. Maskara pâdişâhın yanına gitti, her ne kadar cehd etti ise, pâdişâh ona nazar etmedi. Pâdişâhı güldürmek için, gülünç  hal ve hareketler gösterdi. Fakat pâdişâh suya nazar eder ve başını kaldırmazdı. Maskara pâdişâha dedi: “Suyun içinde ne görüyorsun?” Pâdişâh: “Pezevengin birini görüyorum” dedi. Maskara cevap verdi: “Ey pâdişâh-ı âlem, bu bende dahi kör değildir, senin gördüğünü o da görüyor”[79].

Mevlânâ, latîfenin sonunda sözlerine devam ederek şunları söyler: Eğer din kardeşinde bir ayıp görürsen, o ayıp sendedir, halbuki onda görüyorsun. Âlem ayna gibidir, kendi nakşını onda görürsün; çünkü “Mü’min mü’minin aynasıdır”[80] buyrulmuştur. O aybı kendinden izâle et! Zira incindiğin şey sendedir. Bir fili su içmek için bir pınara getirdiler. Suyun içinde kendini görünce ürktü. Halbuki o, başkasından ürktüğünü zannetti; kendisinden ürktüğünü bilemedi. Sende zulüm, kin, hased, hırs, merhametsizlik ve kibir gibi bütün ahlâk-ı zemîme olduğu halde, bundan münfail değilsin. Bunları başkasında görünce münfail olup, ondan ürkersin. Binâenaleyh bil ki, kendinden incinir ve ürkersin. Bir adamın kendi noksanı ve çıbanı kendisine çirkin görünmez. Yaralı eliyle yemeğini yer ve parmağını yalar; ve asla onlardan midesi bulanmaz. Fakat başkasında bir çıban veya biraz yara görse, o yiyecekten iğrenir ve hazm edemez. Kötü huylar da, noksanlık ve çıbana benzer. Bir adamın kendinde olunca, ondan rencîde olmaz. Ancak başkasında onlardan bir parçasını görse, incinir ve nefret eder[81].

  1. Kulluk ve Müridlik

Mevlânâ, kulluk ve müridliğin tadını alanların ömründe asla şeyhlik arzusu beslemeyeceğini ancak insanların bir çoğunun kulluk ve müridlikten ziyade şeyh olmaya, baş olmaya heveslendiklerini ve hakîki dervişinde çok nadir bulunacağını ifade eder:

Mevlânâ bir gün buyurdular ki: Kulluk ve müridliğin tadını tadan kimse, bütün ömründe şeyhlik arzusu beslemez. Büyük bir adam bir şeyhe birini gönderip sohbet etmek üzere kendisine bir derviş göndermesini ricâ etti. Şeyh “Derviş nerede? O hiç bulunmaz. Fakat ben, istediği kadar şeyh göndereyim” diye cevap verdi[82]

Yine bir gün buyurdular ki, bir şeyhten “Filaneddin mürid kimdir?” diye sordular. Şeyh “Ne söylüyorsun? O şeyhlikten ölüyor” diye cevap verdi[83].

  1. Yersiz Söz ve Davranışlardan Kaçınmak

Yersiz söz ve davranışlar özellikle bilgisiz, cahil toplumlarda sık sık karşılaşılan durumlardandır. Ancak bu gibi durumlarda gerekli cevabı vererek muhatabı susturmak ve ona nükte yoluyla ders vermek öyle pek kolay değildir. Bunun için ince bir anlayış, düşünüş ve söyleyiş üslubu lazımdır. İşte Mevlânâ’nın bu tür sorulara verdiği nükte dolu cevaplar:

Bir gün biri “Bit öldürmenin bir günahı var mıdır?” diye sordu. Mevlânâ “Elini yıkayınca günahı kaybolur” buyurdu[84].

Demişler ki, “Efendim zât-ı âlinize çok az maaş veriliyor. Halbuki Sadreddin Konevî  hazretlerine çok veriliyor”. Demiş ki: “Hazretin misafirleri çok, ihtiyacı fazla. Benimkini de ona vermek lâzım”.

  1. Nefsi Terbiye Etmek

Birisi bir beyden at istedi. Bey, “Şu gördüğün güzel atı al” dedi. Adam, “Ben onu istemem” deyince “Neden?” dedi. Adam dedi ki: “Bu hayvanın tuhaf bir huyu var. Geri geri gidiyor”. Bey dedi ki: “Sen de kuyruğunu eve çevir!”[85].

Mevlânâ bu latîfeyi izahla şunları söyler: Senin nefis atının kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten o kendisine tapan geri geri gider. Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çok çevir, ona uyma. Ahiretle nasiplen. Şehvetini yemeden, içmeden kestin mi şehvet, yüce akıl cihetine düşer, oradan başgösterir. Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya. Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak yere varır, dayanır. Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler[86].

Doğan kaza, “Sudan çık da şekerler akan ovaları bir gör” dedi. Akıllı kaz hemen bu söze kanmadı. Dedi ki: “Ey sudan uzakta kalmış doğan, su bizim kalemizdir, huzurumuzdur, neşemizdir”.

Şeytan da doğan gibidir. Kazlar, koşun, kendinize gelin, su kalesinden dışarıya az çıkın.

Doğana deyin ki: Haydi yürü yürü, dön geri. Ey aşağılık adam, başımızdan el çek.

Biz senin davetinden uzağız, bu davet senin olsun. Biz senin şu nefesini içmeyiz bile a kâfir! (Şekerle beni kandırmaya çalışma. Şekerli ovalar yüzünden hayatımdan olamam).

Kale bizim olsun; şekerle, şeker yurdu senin. Bize senin hediyen lüzûmu yok, al senin olsun!

Can oldu mu gıda eksik gelmez elbet. Asker var mı, bayrak elbette bulunur![87]

Mevlânâ bu nüktesinde de, insanın nefs ve şeytanın cazip görünen fakat sonu hüsran olan hilelerine aldanmaması ve bu türlü durumlardan kesinlikle kaçınması gerektiğine işaret etmektedir.


  1. Bilmediği Bir Şeyin Ardına Düşmemek

Nakledilir ki, şahsın biri “Ben falan adamı iyi tanırım ve onun nişânını veririm” demiş. “Söyle bakalım” demişler. “Benim kâfilemde idi ve iki de siyah öküzü var idi” demiş[88].

Şimdi bu misale uygun olarak halk, “Biz falan dostu gördük tanıdık” derler. Onların verdikleri nişân, hakîkatte iki siyah öküzden nişân vermek hikâyesine benzer. O nişân, onun nişânı değildir: ve o nişân hiçbir işe yaramaz. Şimdi… insanın nîk u bedinden geçmek ve onda ne zât ve cevher vardır diye zâtına nüfûz etmek lazımdır. Görmek onu bilmek değildir.

20. Tedbiri Elden Bırakmamak

Fakir bir adam, nice zahmetlerden sonra bir ev yapar, içine girer. Oturulacak bir hale gelmiştir… Eve hitap ederek şöyle seslenir:

– Ey ev, bak, bu kadar sıkıntıdan sonra nihâyet bir evim oldu… Zaten yoksul biriyim. Yıkılacağın zaman bana haber ver de, ona göre tedbir alayım…

Aradan günler, aylar geçer; adam eve bakım yapmaz. Kırıkları, çürükleri görmez… Bir gün ev yıkılıverir…

Adam hayretler içerisinde şaşırıp kalır… Ve şöyle hayıflanır:

– Ya hu, ben sana demedim mi, “Yıkılacağın zaman haber ver” diye.

Bunun üzerine ev ona şöyle seslenir:

– Bre gâfil adam! Ben sana duvardaki çatlakları ne zaman haber verdimse bir avuç çamurla tıkayıverdin. Direklerimi güve yerken sen sağır kesildin… damdaki çatlaklardan düşen damlalar seni bir türlü gaflet uykusundan uyandırmadı. Feryatlarımı duymadın… Dermanım kesildi, ben de çöktüm. Şimdi sızlanma sırası sende.

Mevlânâ bu nüktenin açıklamasını yine kendisi yaparak şunları kaydeder: “Öyle insan vardır ki, yanlışını, kusurunu hemen görür, anlar. Tedbirli ve temkinli olur. Tuzağa, bataklığa düşmez. Ona göre hazırlık yapar. Durumunu düzeltir. Kimi de bir türlü hatalarını görmez, yanlışta ısrar eder… İşin sonunu da düşünmez. Bala konmuş sinek gibi saplandığı yanlıştan bir türlü çıkamaz. Beleş olan balda nihâyet canından da olabilir. Böyle kendisini bilmeyenlerin, görevini unutanların, ilerisini göremeyenlerin vurdum duymazlığı yüzünden nice insanlar, aileler, çocuklar perişan olur. Hanumanlar yıkılır, ocaklar söner. Cemiyet boyutuyla düşünürsek, zamanında alınmayan tedbirler yüzünden bir nesil mahvolabilir, bir millet ayakta duramaz hale gelir. Bir hastalığa zamanında teşhis konulmazsa, hastalık müzminleşir; hatta bütün vücûdu kangren hale getirebilir. Zamanında yapılan müdahaleler ile hayat kurtarılabildiği gibi, bir insan, bir nesil, cemiyet de kurtarılabilir.

Mevlânâ’nın bu latîfesine benzer bir nükteye de Nasreddin Hoca’nın latîfelerinde rastlamaktayız. Nitekim Nasreddin Hoca’nın bir evi varmış. Hoca bir gün evine demiş ki: “Sen artık adamakıllı eskidin; nerdeyse yıkılacaksın. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Sen bana ne zaman yıkılacağını haber ver de, ben senin altında kalmayayım”. Ev de “Peki” demiş. Aradan epey zaman geçmiş. Bir gün ev yıkılmış. Bereket versin ki, yıkıldığı zaman, Hoca evin içinde değilmiş. Akşam Hoca gelmiş ve bakmış ki ev yıkılmış, ona “Hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?” demiş. Ev de, “Ben sana çok söyledim ama, sen anlamadın. Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü, bir gün tuğlam düştü. Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu. Bizim dilimiz böyledir” demiş[89].

Bir bakkalın papağanı vardı. Yeşil renkli, güzel sesli ve konuşan bir papağandı. Dükkanda bekçilik yapar; alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, latifeler ederdi.

İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu. Papağan dudu gibi ötmede de maharetli idi.

Efendisi (bakkal) bir gün evine gitmişti. Papağan dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi dükkana girdi. Papağan can korkusundan, dükkanın başka bir tarafına kaçarken, gülyağı şişesini de döktü, ortalık yağa bulandı.

Sahibi, evden çıkageldi. Rahatlıkla dükkanına girip yerine oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içerisinde, elbisesi yağa bulanmış. Bu kızgınlıkla papağanın başına bir vurdu ki, papağanın dili tutuldu, başı kel oldu.

Papağan birkaç günceğiz sesini kesti, konuşmaz oldu. Bakkal pişmanlıktan âh etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah demekteydi: “Nimet güneşim bulut altına girdi, keşke elim kırılsaydı da o güzel sözlünün başına vurmasaydım. Nasıl oldu da vurdum?”

Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadaka vermekteydi. Üç gün üç gece sonra şaşkın ve me’yûs, ümitsiz bir halde dükkanında otururken; papağan tas ve leğen gibi tüysüz kafasıyla yoldan geçen kel bir adamı görünce hemencecik dile gelip akıllılar gibi adama bağırmaya başladı:

“Ey kel, neden kellere karıştın? Yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?”

Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü papağan adamı kendisi gibi zannetti. Her halde, bu adamı da gül yağını devirdi de başına bir tokat yedi, onun için saçları döküldü ve kel oldu[120].

Mevlânâ bu latîfeyi şöyle izah eder: Temiz kişilerin işini kendinden  kıyas etme. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan birisinden zehir hasıl oldu, birisinden bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhûr etti, öbüründen hâlis misk. Her iki kamış da aynı sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu. Böylece yüz binlerce birbirine benzeyen şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık yol farkını sen gör[91].

  1. Taklitçilikten Uzak Durmak

Bir sofi yoldan gelip tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra bağladı. Eliyle suyunu yemini verdi.

Tekkede kalan sofiler yoksul kişilerdi. Açlıktan helâk olacak durumda idiler. Tekkeye bir eşeğin geldiğini öğrenince aralarında oturup konuştular ve eşeği satmaya karar verdiler.

Sofiler eşeği sattılar, bununla yiyecek aldılar. Mumlar yaktılar. “Tekkede bu gece yemek var, semâ var” diye ortalıkta bir anda gürültü ve bağrışma oldu. Sofiler “Bu gece devlete erdik, konuk geldi” diyerek tekkeye gelen misafire iltifatta bulunuyorlar, izzet ve ikram ediyorlardı.

Misafir, kendisine olan iltifatları, muhabbeti görünce, “Bu gece eğlenmeyeyim de ne vakit eğleneyim?” diyerek neşelendi.

Yemek yediler, semâ’a başladılar. Tekke tavanına kadar toza, dumana boğuldu.

Semâ esnasında çalgıcı usûlüne uygun olarak, “Eşek gitti, eşek gitti” demeye koyuldu. Bu heyecanlı usûle hepsi birden uydular.

Bu şevkle seher vaktine kadar ayak vurup el çırparak, “Ey oğul, eşek gitti, eşek gitti” diyorlardı.

O misafir sofi de onları taklit ederek “Eşek gitti” diye bağırmaya başladı.

Semâ bitti. Sabah olunca hepsi vedalaşıp gitti. Tekke boşaldı. Sofi de eşyasını topladı. Eşeğini yükleyip yola çıkmaya niyetlendi… Eşeği getirmek için ahıra gitti, fakat onu bulamadı.

Hizmetçi gelince sofi, “Eşek nerede?” dedi. Hizmetçi, “Sakalını yokla!” diye ters cevap verdi, kavga başladı.

Sofi, “Ben eşeği sana vermiştim. Sana emânet ettiğim eşeğimi getir” deyince, hizmetçi cevap verdi: “Sofilerin hepsi hücum etti, ben mağlup oldum, yarı canlı hale düştüm”.

Sofi: “Niçin gelip bana haber vermedin?”

Hizmetçi: “Vallahi kaç kere geldim, sana bu işleri anlatmak istedim. Fakat sen de “oğul eşek gitti” deyip duruyordun. Hatta bu nağmeyi hepsinden daha zevkli söylemekteydin. Ben de “O da biliyor, bu işe râzı ârif bir adam” deyip geri döndüm.

Sofi: “Onların hepsi hoş söz söylüyorlardı. Ben onların sözünden zevk aldım. Onları taklit ettim, bu taklit beni ele verdi, o taklide iki yüz kere lanet olsun!”[92].

Mevlânâ burada bir şeyin esasını bilmeden öğrenmeden körü kürüne taklit edenlere bir misal olarak bu nükteyi anlatır. Gördüğün, duyduğun bir şeyin faydalı mı, zararlı mı olduğuna bakmadan, ölçüp-biçmeden taklit etmeye kalkışmak, maddî-mânevî birçok zararları da beraberinde getirebilir. Kör bir taklit ile bir nesil mahvolabilir… Kimlik ve kişilik kaybolabilir…

22. Kâmil İnsanlara Uymak

Birlik ve beraberlikte, kardeşlikte, muhabbet ve hoşgörüde kalpleri birleştiren Mevlânâ gibi âriflere, ağzı dualı, sözleri tesirli Allah adamlarına her zaman ihtiyaç vardır. Yani toplumların huzura, mutluluğa, birlik ve beraberliğe, kardeşliğe götüren önemli yol bu Hakk dostlarından geçmektedir diyebiliriz:

Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi. Adamların birisi, “Ben bu parayı engûr’a vereceğim” dedi.

Öbürü Arap’tı “Lâ” dedi, “Ben ineb isterim; engûr istemem”.

Üçüncü Türk’tü, “Bu para benim” dedi, “Ben ineb istemem, üzüm isterim”.

Dördüncü de Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lafları. Biz istafil isteriz”.

Derken kavgaya başladılar. Çünkü adların mânâsından gâfildiler. Bilmeden birbirlerini yumruklamaya başladılar. Halbuki hepsi de aynı şeyi istiyorlardı.

Sır sâhibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi olsaydı; onları uzlaştırırdı. İşte böyle akıllı bir kâmil onların durumlarını gördü. Onlara; “Ben de bu dirhemle hepinizin istediğini yerine getiririm. Gönlünüzü gıllügışsiz (kin ve nefretsiz) bana teslim edin. Bu bir dirhemimiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini alır” dedi ve onları üzüm satılan yere götürerek sordu: “Hepiniz bundan mı istiyorsunuz?”, “Evet” dediler. Kâmil kişi, bir dirhemle üzüm alıp onlara verdi. Dördünün de isteği yerine gelmiş oldu[93]

  1. Yalandan Sakınmak

-Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla yağlar, varlık sahiplerinin yanına varıp, “Evde yağlı yemek yedim” der. Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlar. Bu adam kerem lafının edip duruyor ama merhamet dalını dibinden koparıyor. Çünkü midesini aç bırakıp, bıyıkları ile meşgul oluyor… Adamın karnı nihayet, bıyıklarının düşmanı oldu ve gizlice duâ etmek üzere el kaldırdı.

“Allah yalancıların düzenini kurutsun! Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu. O karının duâsı kabûl oldu. İhtiyaç hissi dışarıya kadar çıktı, görünür bir hâle geldi. (Bu arada çok önemli bir şey oldu). Karın kendini Allah’a ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip (herifin bıyıklarını yağladığı, çok kıymet verdiği, gösterişine hayran olduğu) kuyruk parçasını kaptı, götürdü. Ev halkı kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babanın azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti benzi kaçtı.

O küçük çocuk babasının bulunduğu meclise alelacele geldi. (Farkında olmadan) o atıp tutan, lafazan herifin şerefini bir paralık etti.

“Baba, hani her sabah dudaklarını bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok muydu? Kedi geldi, onun kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama faydasız… Yakalayamadık ki!” deyince adam şaşırdı, rengi, benzi kaçtı. Yıkıldı, inanamadı. Övündüğü kuyruk parçası elinden gitmişti. Açlığını unutturacak kadar bağlandığı bıyıklarının gösterişi artık olmayacak diye düşünürken karnın sesini duydu. Gözünden perde kalktı, ikilik kayboldu[94].  

Mecliste bulunanlar da şaştılar ve gülüştüler. (Gönlünün ta derinliklerine işleyen söylemenin zamanı gelmişti. Çünkü gözlerini perdeleyen şey ortadan kalktı) ve kendisine merhamet etmesini artık karnını doyurmasını tavsiye ettiler. Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet tohumunu ektiler. O kerem sahiplerinin yardımıyla doğruluğun zevkini gördü. Kibir azameti bırakıp sıdk ve istikametin kalesi oldu.

Bizim zâhir mânâ itibariyle bu nükteden anladığımız şu ki: Bir kuyruk pöstekisi uğruna bir insan hayatını harap edebilir. Gerçekleri göremeyecek kadar insanı kör eden nefs-i emmâre’ye tabi olmak da kişinin uhrevî hayatına zarar verir. Bir dünya süsüne takılıp kibir-gurur ile maksadını, kendini unutup bıyıkları yağlamakla (âhireti unutturan dünya zevkleriyle) meşgul olmamalıdır. Kerem sahipleri ise hidâyet sâhipleri, doğru yolda olan Allah’ın sâlih kullarıdır ki; peygamberler, sıddıklar ve velîlerdir. Âlimlerdir, kâmil insanlardır.

Çocuk babasının azarlamasından korkarak rengi, benzi sararıyor… Zeynelâbidin Hazretleri’nin, abdest alırken benzinin sararmasını soranlara, “Kimin huzuruna çıkacağım?” cevabını vermesindeki nüktede bunu anlayabiliriz. Nitekim Seyyid Ahmed Rifâî (ö. 1183), “Namaza kalkacağım zaman Cenâb-ı Hakk’ın kahır kılıcının yüzüme çarpacağını sanırım” buyurmaktadır. Adamın devamlı süslenme ile meşgul olup midesini doyurması ise cimriliği açıklaması yönünden çok önemlidir. Cimri olan aç olanın halini anlamaz. Bıyıklarının kokusu fakirin açlığından daha tatlıdır. Birinden kebap diğerinden sirke kokusu geldiğini zanneder. Dönüp de o tarafa bakmaz….

Mevlânâ’nın karnı konuşturmasına şaşılmamalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bir âyette Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: “O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahitlik eder”[95]. Başka bir âyette, “Nihâyet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhine şâhitlik ettiler”[96] buyurulur[97].

Bir adamın bir karısı vardı, pek tutumlu değildi. Adam eve ne getirirse harcar, telef ederdi. Adam da sesini çıkarmazdı. Bir gün adam, konuğunu ağırlamak için yüzlerce sıkıntıyla biraz et aldı, eve getirdi. Kadın onu kebap yapıp bir güzel yedi. Adam gelince de düzensiz sözlerle hileye başladı. Adam dedi ki: “Misafirimiz geldi, et nerede? Misafire yemek ikram etmek lazım. Kadın; “Eti şu kedi yedi, hadi git et al yine”. Adam: “Teraziyi getir de tartayım şu kediyi; bakalım o zaman belli olur”. Terazi geldi, kediyi tarttı, yarım batman geldi. Bunun üzerine kadın; “Et yarım batmandı yarım okka kadar da fazla olacak. Kedi de tam yarım batman geldi” dedi. Bunun üzerine adam: “Eğer bu kediyse, söyle et nerede? Yok, bu etse hadi var git, bucak bucak kediyi ara”[98].  

  1. İşin Sonunu Görmek

Akıllı kişi, işin sonunu düşünerek hareket eder. Sonradan âh, vah fayda vermez. Ârif olan anlar, anlatır. Kâmil olan görür, gösterir. Kimine bir iz bir işâret yerişir. Kimine bin alâmet kafa şişirir[99].

Adamın birisi kuyumcunun birine giderek, “Altın tartacağım, bana terazi versene” dedi.

Kuyumcu dedi ki: “Babacığım hadi git, bende kalbur yok!”. Adam, “Alay etme benimle, ver şu teraziyi!” dedi.

Kuyumcu dedi ki: “Sağır değilim sözünü duydum, söylediğim sözleri de mânâsız sanma. Sözünü duydum ama sen âciz bir ihtiyarsın, hiç şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek. Tartacağın altın da külçe değil, tozu var, elin titreyecek, yere dökeceksin. Sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin. Altını toplayıp bir yere toplayınca da güzelim, kalbur isterim diye tutturacaksın. Ben işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere git[100].    

  1. Adâlet

-Bir gün hasta bir adam hekime gelip kendisini muayene etmesini istedi. Hekim hastanın nabzını tutar tutmaz halini anladı. Öyle hasta ki, iyileşme ümidi hiç yoktu. Dedi ki: “Gönlün ne dilerse onu yap da bedenindeki bu eski dert gitsin”. Hasta peki dedi, oradan ayrıldı. Bir ırmak kenarına gitti. Orada suyun kenarına oturmuş, elini yüzünü yıkayan bir sofi gördü. Hasta, sofinin kafasını görünce içinden onun kellesine vurmak istedi. Hele şu kelleye bir sille patlatayım diyerek sofiye vurdu. Sofinin kellesinde “şırrak” diye bir ses çıktı.

Sofi, “Hey aksi herif nereden çıktın sen?” diyerek bağırdı. Ona iki-üç yumruk vurmak, sakalını bıyığını yolmak istedi ama vazgeçti. Onu çeke çeke kadı’nın yanına götürdü. Durumu anlattı. Hasta adam da halini anlattı.

Kadı, zayıf adama acıdı ve “Az çok bir paran var mı?” diye sordu. Adam, “Yalnız altı kuruşum var” deyince, kadı, “Peki” dedi, “Üç kuruşunu sen harca üç kuruşunu da hiç laf etmeden ver sofiye”.

Hasta adam kadı’yı dinledikten sonra gözü kadı’nın ensesine ilişti. Baktı ki onun kellesi, sofininkinden daha hoş. Nasıl olsa sillenin cezası ucuz deyip, kadı’nın yanına gelerek kulağına bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp ensesine bir hüdayi sille akşetti.

Dedi ki: “Buyurun altı kuruşu bölüşün; ben gidiyorum”[101].

Bu latîfeden Mevlânâ yüzlerce hikmet çıkarır. Hekimden hastaya, sofiden kadıya, itikadî, amelî ve ahlâkî hakîkatlere misaller verir. Böyle birkaç sahife devam eder. Meselâ, sofinin sabredip karşılık vermemesini şöyle yorumlar:

“O sofi, kızgınlıktan ateşlendi, ateşe döndü ama işin sonuna göz attı. Taneyi alamayan ve tuzağı gören kişi, ilk saftan adım atar atmaz durur, ileri gitmez. İşin sonunu gören gözlere ne mutlu, onlar, bedenin bozulup çürüyüşünü görürler. Ahmed’in gözü de onu görmüş, cehennemi buradayken kıldan kıla seyretmişti. Arşı, kürsüyü, cennetleri görmüş, gaflet perdelerini yırtmıştı”[102].

Sonuç

Hoş, tatlı ve nüktedan bir mizaca sahip olan Mevlânâ, insanları ağırlıklı olarak “aşk ve muhabbet” ile irşâd ederken zaman zaman da “mizah ve nükte” yoluyla eğitme cihetine gitmiştir. Onun bu yolda örnek aldığı üstâdları Hakîm Senâî ve Feridüddîn Attâr’tır. Yine o, mizah ve nükte yaparken çoğunlukla behlül tipi bazan da cuha tipi latîfe ve nükteler yapmıştır.

Mevlânâ’ya göre şaka, insanları irşad ve terbiye içindir. Mizah ve nükteyi ancak kemâl sâhipleri yapabilir. Bu yetkinliğe ulaşmayanlar asla latîfe ve şaka yapmamalı, susmalıdır.

Mevlânâ, sırf insanları güldürmek, kahkaha attırmak için değil aksine onları güldürürken düşündürmek, uyarı ve ikazlarda bulunmak, sevgi, saygı, hoşgörü, adalet, ferâset, tevekkül, tevâzu, dostluk, huzur, mutluluk, barış, kardeşlik gibi güzel hasletleri kazandırmak ve kendini beğenmek, iki yüzlülük, yalan söylemek, hurafe ve batıl inançlara bağlanmak, dünya malına hırs, tama’ göstermek, nefsî hevâ ve heveslerin peşine koşmak, körü körüne bir şeyi taklit etmek, bilmediği bir şeyin ardına düşmek, yersiz söz ve davranışlarda bulunmak, insanların kusur ve ayıplarını araştırmak gibi kötü huylardan uzaklaştırmak için latîfe ve nükteler söylemiş ve yapmıştır.

İşte bütün bunlar Mevlânâ’nın sûfilik, şâirlik yönünün yanı  sıra nüktedanlık yönü ve kabiliyetinin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu sebeple onu ikinci bir Nasreddin Hoca olarak görmek ve söylemek hiçte abartılı olmasa gerektir.      

Abstract

Humor is a kind of talk and writing which thougths are told ornamentedly with witty remark, joke and teasers. Sufis, who are distinguished representative of the Prophet Muhammad, advised an a pleasant manner not hurt people and to satisfy their hearts. They found appropriate to make joke with condition not to exaggerete and they educated dervishes according to their talent and capability,  sometimes “fear and sadness”, sometimes “love and affection” and sometimes with mode “witty remark and joke”. While Mevlana was usually guiding the people with “love and affection”, he occasionally applied to “humor and joke”. While he was making “humor and joke” he expounded humor and anecdote which is merry type. His humor and jokes were filled with advice, admonition, gaiety, love, affection, tolerance, justice, truth, humility, friendship, presence, happiness, peace, brotherhood etc. good virtue. So it is not exaggerating to say that he was Nasreddin Hodja the second.

Key Words: Humor, Joke, Sufism, Mevlana.

BİBLİYOGRAFYA

ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed. Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’l-İlbâs Amma İştehere Mine’l-Ahâdîs Ala Elsinetin-Nâs, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1408 (1988).

AHMED EFLÂKÎ, Âriflerin Menkıbeleri, I-II, M. E. B. Yay., İst. 1989.

AHMED VEFİK PAŞA, Lehçe-i Osmanî,İst. 1306.

AKKUŞ, Metin, “Doğu Kültüründe Nasreddin Hoca’nın Benzerleri”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (Manas Universiteti, Koomduk İlimler Curnalı), Bişkek 2003, s. 57-62.

ALBAYRAK, Ahmet, “Söz İncileri”, Yedi İklim Derg., Nasreddin Hoca Özel Sayısı, Sayı: 138-139, Eylül-Ekim 2001, ss 23-24.

BERGSON, Henry, Gülme, Trc. M. Şekip Tunç, İst. 19120.

CAN, Şefik, Mevlânâ Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Neş., İst. 2003.

COŞAN, M. Esad, “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, Vefa Yay., İst. 1993, s. 155-156.

ÇELEBİ, Asaf Halet, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Hece Yay., Ank. 2002.

ÇETİNDAĞ, Yusuf, Geçmiş Zaman Nükteleri, Kaynak Yay., İst. 2003.

ÇİFTÇİ, Hasan, “Klasik Edebiyatımızda Hiciv ve Mizah”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Erz. 1998, Sayı: 10, s. 150. (139-162).

FERİDÜDDİN ATTAR, İlâhinâme, A. Gölpınarlı, M. E. B. Yay. İst. 1993.

________, Tezkiretü’l-Evliyâ, Trc. S. Uludağ, Dergah Yay., İst. 1995.

FÜRÜZANFER, Bediüzzaman, Mevlâna Celâleddin, Çev. F. Nafiz Uzluk, MEB Yay., İst. 1997.

GİRİTLİ, İsmet, “Mevlânâ ve Hoşgörü”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 19120, s. 9

GÖKALP, Ziya, Halk Klasikleri I, Nasreddin Hoca Latîfeleri, Diyarbakır 1972.

GÖLPINARLI, Abdülbaki, “Mevlânâ’nın Mesnevîsi”, Mevlânâ İlgili Yazılardan Seçmeler, Haz. Vedat Genç, M. E. B. Yay., İst. 1994, ss. 165.

________, Mevlânâ Celâleddin-Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, İst. 1959.s

________, Nasreddin Hoca, Remzi Kitabevi, İst. 1961.

Güleç, İsmail, “İsmail Emre ve Nasreddin Hoca’nın Fıkralarına Farklı Bir Yaklaşım”, Yedi İklim Dergisi Nasreddin Hoca Özel Sayısı, Eylül-Ekim 2001, Sayı: 138-139, ss. 99-102.

İBN HALDUN, Mukaddime, Çev. Zakir Kadiri Ugan, M. E. B. Yay., İst. 19120, I, 164.

KOMİSYON, Türkçe Sözlük, I-II, TDK Yay., Ank. 1998.

LÂMİÎZÂDE, Abdullah Çelebi, Latifeler, Haz. Yaşar Çalışkan, Tercüman Yay., İst. 1978.

LEVEND, Agah Sırrı, “Divan Edebiyatında Gülmece ve Yergi”, TDAY Belleten 1970, TDK Yay., Ank. 1971, s. 37-45

MENGİ, Mine, “Divan Şiirinde Yergi Amaçlı Söz Sanatları”, Journal of Turkish Studies, Volume: 20, 1996., Abdulbaki Gölpınarlı Hatıra Sayısı II, Published at the Deparment of Near Eastem, Languages and Cıvılizations, Harvard University 1996, s. 126-132

MEVLÂNÂ, Fîhi Mâfîh, Trc. A. Avni Konuk, Haz. Selçuk Eraydın, İz Yay., İst. 1994.

________, Mesnevî, I-VI, Çev. Veled Çelebi İzbudak, Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, M. E. B. Yay. İst. 1991.

MUALLİM NÂCİ, Lügat-i Nâci, Çağrı Yay., İst. 1987.

MÜTERCİM ÂSIM EFENDİ, Kâmus Tercümesi,I-III,  İst. 1305.

ÖNDER, Mehmet, “Nasreddin Hoca Gerçeği”, Minyatürlerle Nasreddin Hoca Hikâyeleri,Haz. Ahmet Yakupoğlu, İst. 1999.

ÖZÖNDER, Hasan, Konya Velileri, Konya 19120.

PALA, İskender, Şâirlerin Dilinden, Ötüken Yay., İst. 1996.

SÂDÎ, Bostan, Çev. Hikmet İlaydın, M. E. B. Yay., İst. 1992.

________, Gülistan, Çev. H. İlaydın, M. E. B. Yay., İst. 1991.

SAKAOĞLU, Saim, Türk Fıkraları ve Nasreddin Hoca, Konya 1992.

SİPEHSÂLÂR, Feridun b. Ahmed, Risâle (Mevlânâ ve Etrafındakiler), Çev. Tahsin Yazıcı, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. 1977.

SULTAN VELED, Maârif, Trc. Meliha Anbarcıoğlu, M. E. B. Yay., İst. 1993.

Şehsuvaroğlu, Bedi N., “Mevlânâ’da Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Türk Edebiyatı, Sayı: 12, (31 Aralık 1972), ss. 13-14.

ŞEMSEDDİN SÂMÎ, Kâmus-ı Türkî, İst. 1318.

TAHİRÜ’L-MEVLEVÎ, Şerh-i Mesnevî, Şamil Yay., İst. Tsz.

TOPÇU, Sedat, “Nasreddin Hoca Fıkralarında Mizah Anlayışının Psikolojik ve Tasavvufî Kaynakları”, Din Öğretimi Derg., Sayı: 29, Temmuz-Ağustos 1991, ss 18-27.

TUĞLACI, Pars, Okyanus Ansiklopedik Sözlük, Pars Yay., İst. 1972.

TURAL, Hüseyin,  “Cuhâ”, DİA, VIII, ss. 82.

TURAL, Sadık K., “Nekre ve Nükte Kavramlarının Kültür İçindeki Yeri ve Fonksiyonları”, Fikrî ve Felsefî Yönüyle Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri, 11 Temmuz 19120 Akşehir, Konya Valiliği Kültür Müdürlüğü Yay., Konya 1991, s. 54-55.

TÜRKMEN, Fikret, Letâif-i Nasreddin Hoca (Burhâniye Tercümesi), KB. Yay. Ank. 1989.

ULUDAĞ,  Süleyman, “Behlûl-ı Dânâ”, DİA, V, 352-353

YARDIM, M. Nuri, Edebiyatımızın Güleryüzü, Çatı Yay., İst. 2002.

YAVUZ, Hilmi, “Gülen Düşünce”, Zaman Gazetesi, 28 Kasım 1999, s. 14.

YILDIRIM, Dursun, Türk Edebiyatında Bektaşî Tipine Bağlı Fıkralar, Ank. 1976.

YILMAZ, Muammer, “Mevlânâ’da İnsan Sevgisi”, Millî Kültür, Sayı: 79 (Aralık 19120), ss. 10-11.

YENİTERZİ, Emine, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, TDV Yay., İst. 1995.

 

[1] Ahmed Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî,İst. 1306, s. 1307; Şemseddin Sâmî, Kâmus-ı Türkî, İst. 1318, s. 1240-1241; Muallim Nâci, Lügat-i Nâci, Çağrı Yay., İst. 1987, s. 656-657; Pars Tuğlacı, Okyanus Ansiklopedik Sözlük, Pars Yay., İst. 1972, V, 122.

[2] Hilmi Yavuz, “Gülen Düşünce”, Zaman Gazetesi, 28 Kasım 1999, s. 14.

[3] Hasan Özönder, Konya Velileri, Konya 19120, s. 162.

[4] Yavuz, a.g.m. aynı yer.

[5] H. Bergson, Gülme, Trc. M. Şekip Tunç, İst. 19120, s. 73.

[6] Mütercim Âsım Efendi, Kâmus Tercümesi, İst. 1305, III, 85; Komisyon, Türkçe Sözlük, TDK Yay., Ank. 1998, II, 1665.

[7] Âsım Efendi, a.g.e., III, 50.

[8] Agah Sırrı Levend, “Divan Edebiyatında Gülmece ve Yergi”, TDAY Belleten 1970, TDK Yay., Ank. 1971, s. 37-45; Hasan Çiftçi, “Klasik Edebiyatımızda Hiciv ve Mizah”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Erz. 1998, Sayı: 10, s. 150. (139-162).

[9] Sadık K. Tural, “Nekre ve Nükte Kavramlarının Kültür İçindeki Yeri ve Fonksiyonları”, Fikrî ve Felsefî Yönüyle Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri, 11 Temmuz 19120 Akşehir, Konya Valiliği Kültür Müdürlüğü Yay., Konya 1991, s. 54-55.

[10] Mine Mengi, “Divan Şiirinde Yergi Amaçlı Söz Sanatları”, Journal of Turkish Studies, Volume: 20, 1996, Abdulbaki Gölpınarlı Hatıra Sayısı II, Published at the Deparment of Near Eastem, Languages and Cıvılizations, Harvard University 1996, s. 126-132; Yusuf Çetindağ, Geçmiş Zaman Nükteleri, Kaynak Yay., İst. 2003, s. 19.

[11] İskender Pala, Şâirlerin Dilinden, Ötüken Yay., İst. 1996, s. 80.

[12] Tural, a.g.m., s. 54-55; Dursun Yıldırım, Türk Edebiyatında Bektaşî Tipine Bağlı Fıkralar, Ank. 1976, s. 7; Ziya Gökalp’e göre ise nekregûlukta büyük bir incelik, gizli bir felsefe vardır. Gayesi yalnız güldürmek değil, derin ve ince duygularla düşündürmektir. Bkz. Ziya Gökalp, Halk Klasikleri I, Nasreddin Hoca Latîfeleri, Diyarbakır 1972, s. 24.

[13] Tural, a.g.m., s. 56.

[14] Sedat Topçu, “Nasreddin Hoca Fıkralarında Mizah Anlayışının Psikolojik ve Tasavvufî Kaynakları”, Din Öğretimi Derg., Sayı: 29, Temmuz-Ağustos 1991, s. 19.

[15] Efe, a.g.e., s. 4.

[16] Sultan Veled, Maârif, Trc. Meliha Anbarcıoğlu, M. E. B. Yay., İst. 1993, s. 377.

[17] Mehmet Önder, “Nasreddin Hoca Gerçeği”, Minyatürlerle Nasreddin Hoca Hikâyeleri,Haz. Ahmet Yakupoğlu, İst. 1999, s. 7.

[18] Ahmet Albayrak, “Söz İncileri”, Yedi İklim Derg., Nasreddin Hoca Özel Sayısı, Sayı: 138-139, Eylül-Ekim 2001, s. 23-24.

[19] Behlül, “güleç yüzlü ve cömert insan” anlamına gelen (Arapça telaffuzu ile bühlûl, çoğulu behâil, bühlûlât), başlangıçta her türlü hayır ve fazileti kendisinde toplayan seçkin kişilerin sıfatı veya özel isim olarak kullanılmıştır. VIII. Asırdan itibaren ise ender görülen ve sonraki devirlerde sayıları giderek artan mecnûn ve meczup ermişlerin unvanı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tasavvufî düşünceye göre behlüller, Allah’tan kalplerine gelen vârid ve tecellîlerle akıl ve şuurlarını yitirmişlerdir. Tasavvufi dünyada behlül tipiyle öne çıkan, şahsiyeti meçhul bir sûfî ve hakîm Behlûl-ı Dânâ (ö. 799 ?)’dır. Kûfe’de doğduğu ve Bağdat’ta yaşadığı, Hârûnürreşid’in kardeşi veya nedimi olduğu ileri sürülen Behlül’ün Hârûnürreşid’e gerçekleri hiç çekinmeden söylediği, hatalarını çeşitli biçimlerde yüzüne vurarak onu doğru yola getirmeye ve uyarmaya çalıştığı, bunun için de eline geçen fırsatları kaçırmadığı nakledilir. Behlûl-ı Dânâ diğer behlûller gibi gülmesi ve kahkahasıyla meşhurdur. Sorulan sorulara ekseriya gülerek, bazan kahkaha atarak cevap verir, ancak bu alaycı tavırları genellikle bir uyarı ve öğüt anlamı taşırdı. Behlül ayrıca tasavvufî eserlerde Allah âşığı bir sûfi ve velî olarak gösterilmiştir. Geniş bilgi için bkz. İbn Haldun, Mukaddime, Çev. Zakir Kadiri Ugan, M. E. B. Yay., İst. 19120, I, 164; Süleyman Uludağ, “Behlül”, DİA, V, 351; A.g. mlf., “Behlûl-ı Dânâ”, DİA, V, 352-353; Metin Akkuş, “Doğu Kültüründe Nasreddin Hoca’nın Benzerleri”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (Manas Universiteti, Koomduk İlimler Curnalı), Bişkek 2003, s. 57-62.

[20] Bkz. Sâdî, Bostan, Çev. Hikmet İlaydın, M. E. B. Yay., İst. 1992; Sâdî, Gülistan, Çev. H. İlaydın, M. E. B. Yay., İst. 1991.

[21] Bkz. Feridüddin Attar, İlâhinâme, A. Gölpınarlı, M. E. B. Yay. İst. 1993.

[22] Bkz. Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Trc. S. Uludağ, Dergah Yay., İst. 1995.

[23] Geniş bilgi için bkz. Lâmiîzâde Abdullah Çelebi, Latifeler, Haz. Yaşar Çalışkan, Tercüman Yay., İst. 1978.

[24] Muammer Yılmaz, “Mevlânâ’da İnsan Sevgisi”, Millî Kültür, Sayı: 79 (Aralık 19120), s. 11; Mevlânâ’nın mizaç ve meşrebi hk. geniş bilgi için bkz. B. Fürüzanfer, Mevlâna Celâleddin, Çev. F. Nafiz Uzluk, MEB Yay., İst. 1997, s. 350-363; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin-Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, İst. 1959; A. Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Hece Yay., Ank. 2002, s. 40-45; Şefik Can, Mevlânâ Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Neş., İst. 2003, s. 100-115; Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, TDV Yay., İst. 1995, s. 19-27.

[25] Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, M. E. B. Yay., İst. 1989, I, 579.

[26] Bkz. M. Esad Coşan,  “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, Vefa Yay., İst. 1993, s. 156.

[27] Coşan, a.g.m., aynı yer.

[28] M. Nuri Yardım, Edebiyatımızın Güleryüzü, Çatı Yay., İst. 2002, s. 29.  

[29] İlâhinâme ile ilgili olarak Menâkıbu’l-Ârifin’de şu nükte kaydedilir: Bir gün Çelebi Hüsameddin müridlerinden birine şerîata uymayan işlerle uğraşmaması için yemin verdiriyordu. Bir rahle üzerinde üstü örtülmüş olduğu halde Senâî’nin İlâhînâme’sini müridin önüne getirdi. O anda Mevlânâ  içeri girerek: “Bu ne and içmedir” dedi. Çelebi “Yemini bozmasından korktuğum için ona Mushafla yemin verdirmedim. İlâhinâme’nin üzerini kapadım, bunun üzerine and içireceğim” buyurdu. Bunun üzerine Mevlânâ “Buna edilen yemin, Kur’ân’a edilen yeminden  sağlam olur. Çünkü Kur’ân yoğurttur. Senâî’nin bu mânâları ise Kur’ân’ın yağı ve kaymağıdır” buyurdu. Bkz. Eflâkî, a.g.e., I, 242.

[30] Musibetnâme, 5740 beyitlik bir mesnevi olup Cevâbnâme adıyla da bilinir. Attâr’ın tasavvufî görüşlerini ve fikrî dünyasını en düzenli şekilde aksettiren mesnevisidir. Bu mesnevi N. Visal tarafından yayımlanmıştır (Tahran 1338/1959).

[31] Mantıku’t-tayr, Makâmât-ı tuyûr veya Tuyûrnâme adlarıyla da anılan ve 1187’de kaleme alınan bu eser, temsilî bir şekilde vahdet-i vücûd düşüncesini anlatan bir mesnevîdir. Birçok tercümesi yapılan eser, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından günümüz Türkçe’sine de çevrilmiştir (I-II, İst. 1962-1963).

[32] Eflâkî, a.g.e., I, 340.

[33] Eflâkî, a.g.e., I, 496.

[34] Meselâ bkz. Mevlânâ, Mesnevî, Çev. Veled Çelebi İzbudak, Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, M. E. B. Yay. İst. 1991, I, 141, 163.

[35] Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlânâ’nın Mesnevîsi”, Mevlânâ İlgili Yazılardan Seçmeler, Haz. Vedat Genç, M. E. B. Yay., İst. 1994, s. 165.

[36] Cuhâ, saflığı ile tanınan bir Arap fıkra kahramanıdır. Cuhâ tipi, Ebu’l-Gusn Düceyn b. Sabit (ö. VII. Asrın ikinci yarısı), Nuh veya Abdullah adlarıyla yaşamış kişilere bağlanır, ancak adların çokluğu ilginin kesinlikle olmadığını gösterir. Cuhâ, Fezara kabilesine mensuptur. VI-VII. Asırlarda Kûfe’de yaşamıştır. Yüz yıldan fazla yaşadığı, babasının tüccar olduğu bilinenler arasındadır. Ölüm tarihi bilinmemektedir. Arap hikâyelerinin yer aldığı Emsal kitaplarında, Abbasî Devleti’nin kuruluşunda büyük katkıları olan Ebû Müslim Horasanî (ö. 755) ile Kûfe’de görüşmüştür. Bkz. Hüseyin Tural, “Cuhâ”, DİA, VIII, 82.

[37] Mevlânâ’nın cuhâ tipinde anlattığı nükteler için bkz. Mesnevî, V, 272-274; VI, 354-362.

[38] Klasik Türk edebiyatında Behlül’ü bir fıkra tipi olarak Lâmiî Çelebi’nin Letâifnâmeler’inde buluruz. Letâifnâmeler, klasik kültürde Nasreddin Hoca fıkraları başta olmak üzere, gülmece konulu anlatmaların toplandığı eserlerdir. Bu anlatmalarda Behlül, bir halk filozofu kimliği ile karşımıza çıkar. Behlül, Türk edebiyatında olduğu gibi, İran ve Arap edebiyatlarının da fıkra tipidir. Doğu kültürü ve Anadolu fıkralarının ilk derlemelerinden olan Letâifnâmeler’de Hoca ve Behlül tiplerinin bir araya getirilmiş olması her iki tipin de kültür içinde aynîleştirilmiş olabileceğini akla getirmektedir. Behlül, Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bektâşi, Cuhâ vb. meşhur halk tiplerinin özelliklerini yansıtır. Geniş bilgi için bkz. Saim Sakaoğlu, Türk Fıkraları ve Nasreddin Hoca, Konya 1992, s. 77-86; Akkuş, a.g.m., s. 60.  

[39] Eflâkî, a.g.e., aynı yer.

[40] Eflâkî, a.g.e., I, 351.

[41] Eflâkî, a.g.e., I, 353.

[42] Eflâkî, a.g.e., I, 402-403.

[43] Eflâkî, a.g.e., I, 403.

[44] Eflâkî, a.g.e., I, 255-256.

[45] Eflâkî, a.g.e., I, 236-237.

[46] Eflâkî, a.g.e., I, 486.

[47] Eflâkî, a.g.e., I, 485.

[48] Eflâkî, a.g.e., I, 111-112.

[49] Eflâkî, a.g.e., I, 4120.

[50] Mevlânâ’nın hoşgörüsü hk. geniş bilgi için bkz. İsmet Giritli, “Mevlânâ ve Hoşgörü”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 19120, s. 9; Bedi N. Şehsuvaroğlu, “Mevlânâ’da Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Türk Edebiyatı, Sayı: 12, (31 Aralık 1972), s. 13-14.

[51] Bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Nasreddin Hoca,  Remzi Kitabevi, İst. 1961, s. 57-58.

[52] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Trc. A. Avni Konuk, Haz. Selçuk Eraydın, İz Yay., İst. 1994, s. 173.

[53] Fürüzanfer, a.g.e., s. 353.

[54] Eflâkî, a.g.e., I, 140-141.

[55] Eflâkî, a.g.e., I, 141-142.

[56] Eflâkî, a.g.e., I, 142.

[57] Mevlânâ, a.g.e, s. 142.

[58] Eflâkî, a.g.e., I, 148.

[59] Eflâkî, a.g.e., I, 222-223.

[60] İhlas, 112/1.

[61] Eflâkî, a.g.e., I, 275.

[62] İyâdet: Hatır sorma, ziyâretinde bulunma, gidip görme veya hasta ziyâret etme.

[63] Eflâkî, a.g.e., I, 370; Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risâle (Mevlânâ ve Etrafındakiler), Çev. Tahsin Yazıcı, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. 1977, s. 91.

[64] Eflâkî, a.g.e., aynı yer.

[65] Eflâkî, a.g.e., I, 264.

[66] Eflâkî, a.g.e., I, 434.

[67] Eflâkî, a.g.e., I, 393-394; Sipehsâlâr, a.g.e., s. 94.

[68] Mevlânâ, a.g.e., s. 106.

[69] Mevlânâ’nın bu konulardaki söz ve davranışları hakkında geniş bilgi için bkz. Eflâkî, a.g.e., I, 111-112, 148-149, 164-165, 205-206, 255, 372, 398-399, 425, 438, 521, 531-532; Sipehsâlâr, a.g.e., 86, 102, 107.

[70] Eflâkî, a.g.e., I, 516.

[71] Fürüzanfer, a.g.e., s. 355.

[72] Mevlânâ, a.g.e., s. 83.

[73] Eflâkî, a.g.e., I, 484.

[74] Eflâkî, a.g.e., I, 484-485.

[75] Eflâkî, a.g.e., aynı yer.

[76] Fikret Türkmen, Letâif-i Nasreddin Hoca (Burhâniye Tercümesi), KB. Yay. Ank. 1989, s. 59.

[77] Eflâkî, a.g.e., I, 524-525.

[78] Eflâkî, a.g.e., I, 525.

[79] Mevlânâ, a.g.e., s. 25.

[80] Bkz. Aclûnî, İsmail b. Muhammed. Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’l-İlbâs Amma İştehere Mine’l-Ahâdîs Ala Elsinetin-Nâs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1408, II, 2678.

[81] Mevlânâ, a.g.e., aynı yer.

[82] Eflâkî, a.g.e., I, 573.

[83] Eflâkî, a.g.e., I, 585.

[84] Eflâkî, a.g.e., I, 608.

[85] Mevlânâ, Mesnevî, Çev. Veled Çelebi İzbudak, Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, M. E. B. Yay. İst. 1991, VI, 92.

[86] Mevlânâ, a.g.e., aynı yer.

[87] Mevlânâ, a.g.e., III, 34-35.

[88] Mevlânâ, Fîhi Mâfih, s. 37.

[89] İsmail Güleç, “İsmail Emre ve Nasreddin Hoca’nın Fıkralarına Farklı Bir Yaklaşım”, Yedi İklim Dergisi Nasreddin Hoca Özel Sayısı, Eylül-Ekim 2001, Sayı: 138-139, s. 100.

[120] Mevlânâ, Mesnevî, I, 20-21.

[91] Mevlânâ, a.g.e., I, 21-22.

[92] Mevlânâ, a.g.e., I, 42-43.

[93] Mevlânâ, a.g.e., I, 283.

[94] Mevlânâ, a.g.e., III, 58-59.

[95] Yâsin, 36/65.

[96] Fussilet, 41/20.

[97] Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Şamil Yay., İst. Tsz., IX-X, 136.

[98] Mevlânâ, a.g.e., V, 278.

[99] Tahirü’l-Mevlevî, a.g.e., IX-X, 423.

[100] Mevlânâ, a.g.e., III, 132-133.

[101] Mevlânâ, a.g.e., VI, 108-109.

[102] Mevlânâ, a.g.e., VI, 110.