MEVLÂNÂ ve KUR’AN – Derya Örs

A+
A-

 MEVLÂNÂ ve KUR’AN

Doç.Dr. Derya Örs*

Giriş

7./13. yüzyılın siyasî ve toplumsal çalkantılarla dolu dünyasının karanlık ufuklarında Anadolu’dan bir güneş gibi doğarak, engin sevgisi ve düşüncele­riyle tüm insanlığı kuşatan, kucaklayan, çağlar üstü eserleri ve örmek haya­tıyla yedi yüz yıldan fazla bir zamandır insanlığa ışık saçmaya devam eden Mevlânâ hakkında bugüne kadar çok şeyler söylenmiş, çok şeyler ya­zılmış­tır (1) Yaşadığı dönemde geniş kitleleri etkisi altına alan, ölümünden sonra da oğlu ve torunu tarafından öğretileri sistemleştirilmek suretiyle “Mevlevilik” adıyla bir tarikat kurularak düşünceleri ve inançları yaşatılmaya çalışılan, eserleri başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere, İran, Hindistan ve Pakistan’da büyük şöhrete sahip olan, son zamanlarda Batılılar tarafından da büyüklüğü ve değeri her geçen gün daha çok fark edilen, 21. yüzyılın kitlesel iletişim dünyasında tamamen evrensel bir kimlik kazanan Mevlânâ’yı ve onun düşünce sistemini anlamak ve anlatmak uğruna hemen her yüzyılda büyük uğ­raşlar verilmiş, eserleri dünyanın çeşitli dillerine çevrilmiş, sayısız şerhler yapılmış, Mevlânâ’nın deyişiyle “herkes kendi zannınca ona yar olmaya” ça­lışmış ancak “içindeki sırları aramaya” pek yanaşan olmamıştır.

Mevlânâ’yı düşüncesine ve inancına şekil veren İslâm’ın iki ana kaynağından yani Kur’an ve sünnetten soyutlayarak anlamak ya da anlatmak mümkün değildir. Gerçek Mevlânâ, ölümünden sonra ya­zılan ve pek çoğu hayal ürünü uydurma rivayetlerden ibaret olan “menâkıp” kitapla­rının karanlıkla­rında değil, kendi eserlerinin ve sözlerinin ışığında aranmalıdır[2]. Çünkü dü­şünceleri dikkatli ve sistematik bir bütünlük içinde incelendiğinde, bütün eser­lerinin Kur’an ayetlerinden ve peygamberin hadislerinden hareketle İs­lâm’ın esası olan tevhit inancını dile getirmek üzere yazıldığı görülecektir.

Mevlânâ, daha çocukluğundan başlayan uzun soluklu bir eğitimin ardın­dan, kendi zamanında geçerli olan bütün İslâmî, insanî ve edebî bilimleri öğ­renmiş ve bunları hakkıyla kavramıştır. Zaten altmış altı bin beyte varan şiirlerinde ve mensur eserle­rinde görülen derin bilgi birikimi ve yoğunluk, onun ne denli olağanüstü bir dehaya sahip olduğunu açıkça gösterir.

Mevlânâ, Şems-i Tebrizi ile karşılaşıp ruhunda ilâhî aşk fırtınaları kop­mazdan önce, bulunduğu her şehirde ve mekanda geniş halk kitlelerine vaaz eden bir vaiz, fetva veren bir müftü, fıkhî meseleleri halleden bir fakih, Kur’an’ı en geniş ayrıntısıyla tefsir eden bir müfessir, kelâm ilmi­nin bütün ana konularına vâkıf bir kelâmcı olarak karşımıza çıkar. Mevlânâ’nın İslâmi bilimlerle yoğrulmuş bu âlim kişiliğinin göz ardı edilerek sadece mistik hâl ve heyecan sahibi bir şair sıfatıyla ele alınması, ya da yaşadığı dönemde aslâ var olmayan bugüne ait bir takım anlayışlarla ele alınıp değerlendirilmesi onun anlaşılması yolunda büyük bir engel teşkil eder. Çünkü şiir, onun için sahip olduğu bilgileri insanlara ulaştırmak, onlarla paylaşmak ve on­ları doğru yola çağırmak için gerekli bir araçtan başka bir şey değildir.

Bu açıklamalardan hareketle, bu makalede, hayatını Kur’an ile yaşayan, bütün eserle­rinde Tanrı’nın buyruklarını insanlara tefsir etmeye, onların an­layabile­ceği se­viyeye çekmeye çalışan Mevlânâ’nın Kur’an’dan ne anladı­ğını, Kur’an hak­kında ne düşündüğünü öncelikle kendi eserlerinden yola çı­karak ana hatlarıyla incelemeye çalışacağız.

Mevlânâ’nın Kur’an Anlayışı

Hiç kuşkusuz Mevlânâ, Kur’an ve sünnet konusundaki derin ve engin bil­gisinin temellerini “Sultanu’l-Ulema” lakabıyla tanınan babası Bahâeddin Veled’den almış, ardından yine babasının müritlerinden olan büyük hocası Seyyid Burhâneddin Muhakkık-i Tirmizî’den dokuz yıl boyunca zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenmiştir. Onun kendisine örnek aldığı Attâr’ın çeşitli eser­leri, Senâyî’nin Hadîkatu’l-Hakîka’sı ve Şems-i Tebrizî’nin Makâlât’ı da as­lında Kur’anî ve tevhidî esaslar çerçevesinde ancak mistik bir neşeyle yaz­mışlardır. Mevlânâ’nın ortaya çı­kı­şının altyapısını hazırlayan bu eserler, öz­leri itibarıyla çeşitli Kur’an âyetle­rini ve peygamberin sözlerini esas alarak İslâm inancını açıklayan, tefsir eden kitaplardır. Muhakkık-i Tirmizî’nin Ma’ârif’inde Bahâeddin Veled’den nak­lettiği şu sözler bu konuda iyi bir ör­nek teşkil eder:

Bütün Kur’an’ı eledim, aktardım; her âyetin, her kıssanın anlamının özeti olarak şunu buldum: Ey kul, benden başkasından kesil, başkasından bulaca­ğın, elde edeceğin, her şeyi, halka minnet etmeksizin benden bulursun. Ama benden bulacağın, elde edeceğin hiçbir şeyi hiç kimseden bulamazsın, hiçbir kimseden elde edemezsin. Ey bana yapışan, sarılan, daha fazla yapış, daha fazla sarıl bana. Namaz Allah’la buluşmaktır; zekat Allah’la buluşmak­tır, oruç Allah’la buluşmak. Bu çeşit buluşup kavuşmalar, her buluşup ka­vuşma­dan daha tatlıdır. Hani sevgilinin yanında oturursun, bunun bir lezzeti var­dır. Başını kucağına korsun, bunda da bir lezzet vardır. Fakat Tanrı’ya ka­vuşmanın lezzeti hepsinden üstün. İster Kur’an’ın evvelinden oku, ister ahi­rinden; anlamı bu: Ey benden ayrılmış olan, bana kavuş. Diriden ayrılmış olan ölüdür. Değil mi ki canı, canan vermiştir; sana gönlüne huzur veren bir gönül lütfetmiştir. Ruhuna bir ruh ihsan eylemiştir. Peki onu unutup boş şey­lerden vefa umarak ömrünü yele vermekten utanmaz mısın sen?[3]

Mevlânâ hiç kuşkusuz yoğun bir İslâmî eğitim aldığı gençlik dönemle­rinde, o zamana dek kaleme alınmış olan pek çok tefsiri okumuş ve her halde Kur’an’ın metni ile birlikte bu tefsirlerden bir kısmını iyice ezberlemiş ve sindirmiş­tir. Eflâkî’nin bir hikâye münasebetiyle bildirdiğine göre, Fahreddin-i Dîvdest adlı bir edip, Mevlânâ’ya Abdurrahman es-Sulemî’nin el-Hakâ’ik fi’t-Tef­sîr adlı ünlü işârî ve tasavvufî tefsirini istinsah etmiş, o da buna karşılık adı geçene ferecesini vermiştir[4]. Bu, anekdottan Mevlânâ’nın bu tür tefsirleri okumaya düşkün olduğu, özellikle Sulemî’nin tefsirine özel bir önem verdiği anlaşılmaktadır.

Mevlânâ da tıpkı babası ve hocaları gibi, başta Mesnevi’si olmak üzere, Fîhi Mâfîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât’ta, hatta insanlık tarihinin en büyük aşk ve sevgi kaynaklarından birisi olan Divan’ında, Kur’anî kavramları, Kur’an’da geçen hemen bütün peygamber kıssalarını[5], Kur’an ahlâkını, insa­nı bu dünyada ve öte dünyada sa­adete ulaştıran yolları, İslâm’ın ve imanın şartlarını ve gereklerini, Tanrı’nın sıfatlarını, isimlerini, bunların âlemdeki te­cellilerini, inanç ve iman esaslarını uzun uzun anlatarak tefsir eder. Bunun için âyetlerden, hadislerden, kendinden önceki din büyüklerinin sözlerinden, Attâr’ın ve Senâyi’nin şiirlerinden, hatta yaygın halk hikâyelerinden yararla­nır. Mevlânâ’nın eserlerinde kullandığı âyetlerin ve hadislerin sayısı başlı ba­şına bir kitaba konu teşkil edebilecek kadar çoktur. Bizim buradaki maksa­dımız bu âyetlerin nasıl, nerede ve ne şekilde kullanıldığını göstermek değil, Mevlânâ’nın Kur’an’a nasıl baktığını ve ondan ne anladığını tespit etmektir[6]. Onun bütün bu anlatışlardan tek maksadı, kısaca ilâhî kelâmı insanlara bir başka pencereden göstermek, anla­şılır kılmak, sevdirmek ve yaşatmaktır. Mevlânâ, Kur’an’ın üslûbundan, anlatım tarzın­dan, çeşitli olaylar ve olgular konusundaki sosyolojik ve psiko­lojik yönteminden son derece etkilenmiş, bu yüzden Mesnevi’de gerek mensur eserle­rinde Kur’an’da izlenen üsluba uygun bir yol tutmuştur.

Mevlânâ, Mesnevi’nin birinci cildinin Dibace’sinde, “kitabının bir il­ham eseri olduğundan, yakin sırlarından bahsettiğinden, Kur’an’ı iyiden iyiye aç­tığından yani keşşâfu’l-Kur’an olduğundan söz eder. Bu Dibace’de yer alan ifadelerin bir ço­ğunun Kur’an ayetle­riyle örneklenmiş olması yüzünden ken­disini eleştirenler olmuş, sözlerinin “vahiy” ol­duğunu iddia ettiği gibi suçla­malarla karşı karşıya kalmış­tır. Ancak “Mesne­vimiz, birlik (vahdet) dükkanı­dır. Onda bir (vahid)’den başka ne görürsen, o puttur[7]” diyen Mevlânâ’nın hiç kuşkusuz böyle bir id­diası yoktur. Gölpınarlı bu konuya şöyle açıklık ge­tirir:

“Mevlânâ, hiçbir vakit ve hiçbir surette Mesnevi’yi Kur’an olarak sun­mayı aklına bile getirmez. O, vahdetin aşırı ve taşkın cezbesiyle kainatı, geç­mişleri ve gelecekleri kendisinde gören, kendisini yaratılışa mihver ve gaye sayan bir sufi değildir. Onun her sözü şeriat kantarıyla tartıldıktan sonra ha­kikat potasına konmuştur. Mevlânâ’nın övgüleri, Mesnevi’nin Kur’an-ı Mecid’in, hadis-i şeriflerin mealini, tefsirini, şerhini ihtiva eden bir ilham eseri olduğunu bildirmek içindir, yoksa onu, hâşâ, bir vahiy olarak telakki etmemiştir, etmez de. Şemseddin, Mevlânâ ve Mevlânâ’ya gerçekten uyanlar, ne bazıları gibi nübüvveti kisbî bilmişlerdir; ne Hatm-i Vilayet makamından bahsetmişlerdir, ne o makama sahip oldukları iddiasında bulunmuşlardır, ne ittihada inanmışlardır, ne hulûle[8].”

Pek çok kere Mesnevi’sini amaç itibariyle Kur’an’a benzetmiş, onunla pek çok insanın doğru yolu bulduğunu, ancak nicelerinin sapıttığını ifade et­miştir. Gerçekten de Mesnevi, baştan sona Kur’an ve sünnet ile yoğrulmuş ve adeta manzum bir Kur’an tefsirine dönüşmüştür. Mevlânâ be­yitlerinde sü­rekli olarak âyetlerden lafzî ve manevî ikti­baslar yapar, bazen telmih yoluyla âyetlere işaret eder, bazen âyetleri hatırlatacak karinelerle onları Farsçaya çe­virerek beyitler içinde eritir. Bütün bu hususlar göz önünde tutulduğunda Mevlânâ’yı Ku­r’an’dan ve Kur’anî ilimlerden soyutlayarak anlamanın ya da anlatmanın imkan­sızlığı, hatta abesliği ortaya çıkar. Mevlânâ da meşhur bir rubaisinde Kur’an ve sünnet ile arasındaki bağı şöyle dile geti­rir:

“Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim. Tanrı’nın seçkin pey­gamberi Muhammed’in yolunun toprağıyım. Kim benden bundan başka bir söz naklederse, o sözden de bezmişim ben onu söyleyenden de.[9]”

Mevlânâ, bu sözleriyle bir İslâm âlimi olarak peygamberlerin mi­rasının gerçek vârisi olduğunu, Tanrı, evren ve insan arasındaki ilişkiyi anlamak için Kur’an ve sün­net anahtarından yararlanmak gerektiğini söyle­mekte, bu ikisi­nin ilkelerine uymayan hususlarda kendisine yapılacak yakıştırmalar­dan ve bühtanlardan uzak olduğunu bildirmektedir.

Aynı duyarlılık hocası ve şeyhi Muhakkık-i Tirmizî’nin şu sözlerinde de görülür: “Allah’ın salâvâtı ona olsun, Muhammed’in ayağının toprağıyım ben. O da benim canımın sevgilisidir; bana vermiştir kendini[10].” Aslında, Bahâeddin Veled’den başlayarak, Muhakkık-i Tirmizî, Mevlânâ, Şems-i Tebrizi ve Sul­tan Veled’e dek uzanan çizgide ortaya konan ve çeşitli mec­lis­lerde yapılan konuşmaların (takrirât) bir araya gelmesinden oluşan ve “Maâ­rif” veya “Makâlât” gibi adlarla anılan bütün eserlerde, üslup farklılıkları ol­makla bir­likte, ortak bir inanç ve düşünce dile getirilir. Bütün bu eserler, zâ­hirî anlam­larına da sadık kalmak suretiyle Kur’an’ı kendi tevhidî bütün­lüğü içinde ancak tasavvufî bir coşku ve hâl ile tefsir ve tevil ederler. Bununla bir­likte gerek Mevlânâ gerek hocaları, Kur’an’ın, insanın kişisel hevâ ve heves­lere dayanarak tevil ve tefsir edilmesine şiddetle karşı çıkmışlardır: Muhakkık-i Tirmizî bu konuda şöyle der:

“Tutarlar da Kur’an’ı tefsire koyulurlar. Söyledikleri sözler, hep kendi zanlarına, kıyaslarına, meşreplerine yakıştırmalarına göredir. Bunlara uy­gun laf ederler, sonra da ona tefsir adını takarlar. Oysa ki yaratılmışın zannı, şüphesi, yaratanın dileğine, muradına asla uymaz. İşte “Kur’an’ı kendi re­yiyle tefsir eden kâfir olur” sözünün manası budur… Dünyada itibar edilecek söz ya Kur’an’dır ya hadis, Ama bazı kişiler, Kur’an’ın anlamında yanılmış­lar, ona da tefsir adını, aptallıklarından vermişler, gene aptallıklarından anlamı uzattıkça uzatmışlar. Yaratıp geliştirenin sözünü,yaratıp geliştirenden duy[11].”

Mevlânâ da Kur’an’ın olur olmaz yere tevil edilmesine karşı çıkar. Ona göre Kur’an’ın söylediğini anlamaya çalışmak, Kur’an’ı Kur’an ile tefsir et­mek gerekir, heva ve heveslerin sözlerini Kur’an’a söyletmek değil. Kendisi de Mesnevi’de bazı âyetleri tevil etmiş, ancak âyetlerin bâtınındaki anlamları ele alırken zâhirî anlamlarını ve hükümlerini hiçbir zaman tama­men devre dışı bırakmamış; bütünüyle sembolik ve üstü kapalı tefsir ve teviller­den ka­çınmıştır.

“Sen el değmemiş sözü tevil etmişsin, Kur’an’ı değil kendini tevil et.

Kendi hevana uyup Kur’an’ı tevil ediyorsun da yüce anlam senin yüzün­den alçalıp eğriliyor[12].”

Kur’an’ı diledikleri gibi tevil edenlerin durumunu, eşek sidiğinin üzerin­deki saman çöpünün üzerine binerek kendisini gemi kaptanı zanneden sine­ğin haline benzetir ve onun tevilinin ne denli asılsız ve değersiz olduğunu söyler:

“Aslı olmayan tevil sahibi de sineğe benzer; onun vehmi eşek sidiğidir, düşüncesi de saman çöpü.

Sinek kendi düşüncesine saplanıp tevile kalkışmasa, bundan vazgeçse baht o sineği devlet kuşu haline getirir[13].”

Divandaki bir şiirinde de Kur’an’ı kendi bilgisi, hâli ve anlayışı ölçü­sünde tevil edip sonra da bunu başkalarına dayatmaya çalışanları hedef alarak şöyle der:

“Kendi bilgin ve halinle Kur’an’ı tevil ediyorsun; ondan sonra da Kur’an’ı halkın başına örs gibi vuruyorsun[14].”

Mevlânâ, Kur’an’ı “peçesini açmakla yüzünü hemencecik gösteriverme­yen bir geline benzetir[15].” Kur’an gelininin yüzünü açması, o peçenin ardın­daki güzelliği göstermesi için heva ve heveslerden kurtulmak ve ona yürekten bir samimiyetle yaklaşmak gerekir. Mevlânâ’nın büyük saygı duyduğu ve Mesnevi’de her zaman “Ha­kim” adıyla andığı manevî üstatlarından büyük mutasavvıf şair Senâyî de tevhit konulu bir kasidesinde buna benzer bir ifade kullanır:

“Kur’an gelini, yüzündeki örtüyü ancak anlam başkentini kavgadan dö­vüşten temizlenmiş olduğunda çıkarır.

Kur’an’dan bir nakıştan başka nasibin yoksa şaşılmaz buna, çünkü Kör­lerin gözü, güneşin yalımlarından, hararetinden başka bir şey elde ede­mez[16].”

Kur’an anlaşılması ve yaşanması gereken bir kitaptır Mevlânâ’ya göre. Çünkü Tanrı tarafından insanlığa indirilmesinden maksat budur. Bu maksada yönelik olmayan çabalar boşunadır. Onu, buyruklarını yerine getirmeden, anlamadan, kendisiyle hemhâl olmadan papağan gibi habire tekrarlamanın ya da okumanın çok da bir faydası yoktur. İnsan, en güzel ör­nekler olan pey­gamberlerin canlarına ulaşmak, onlar arasına karılmak için Kur’an’a sığın­malıdır:

“Eyvahlar olsun o diriye ki ölüyle düşüp kalktı da öldü, dirilik kaçtı gitti ondan.

Sen de Tanrı Kur’an’ına kaçarsan, peygamberlerin canlarına ulaşır, on­larla karılırsın.

Kur’an peygamberlerin halleridir, onlar tertemiz ululuk denizinin balık­la­rıdır.

Kur’an’ı okur fakat dediğini tutmazsan, tut ki peygamberleri erenleri gör­müşsün ne çıkar?

Fakat Kur’an’daki hikayeleri okur, buyruklarını tutarsan can kuşun ka­feste daralır.

Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer; kurtulmayı istemeyişi bilgi­sizliktendir.

Kafeslerinden kurtulan canlar peygamberledir, halka kılavuzluğa layıktır onlar.

Onların sesleri dışarıdan gelir, dinden duyulur; sana da kurtuluş yolu budur, bu der, o ses[17].”

Divan’da da Kur’an’ı vasfedenlerin, onu okuyup anlamlarını kavrayarak kendilerinden geçmedikleri, hâlâ aklı başında kalabildikleri için Kur’an ehli olmadıklarını, sadece bir okuyucudan ibaret olduklarını söyler:

“O Kur’an’ı vasfedip duran değil mi ya kendi hâlindedir, değil mi ya aklı başındadır; Kur’an ehli değildir o, olsa olsa bir okuyucudur[18].”

Yine Fîhi Mâfih’te bir Kur’an okuyucusundan bahisle “Evet, Kur’an’ın suretini doğru okuyor, fakat manasından haberi yok. Esasen onun gerçek ma­nası kendisine anlatılmış olsa, kabul etmez ve yine körü kö­rüne okur” diye­rek Kur’an’ı hiç anlamadan okuyanları ve yalnızca bununla yetinenleri eleş­tirir[19].

Akıl için kullanılabilecek yegâne ölçü, yegâne meheng Kur’an’dır, pey­gamberlerin halleri ve sünnetleridir.

“Meheng olmadıkça vehimle akıl belirmez, tez ikisini de meheng taşına götür.

Bu meheng Kur’an’dır, peygamberlerin halleridir[20].”

Kur’an baştan sona hikmettir, hikmetse müminin yitik malı. O halde, her mümin yitiğinin nerede olduğunu bilmeli ve onu oradan almalıdır.

“Kur’an’ın hikmeti madem ki müminin kaybolmuş malıdır, herkes el­bette kaybolmuş malını bilir[21].”

Mevlânâ, Kur’an ile haşır neşir olanın canının onun ta kendisi ke­si­lece­ğini, varlığının büsbütün Kur’an’a dönüşeceğini, samanla arpa yiyenin ise ancak kurban olacağını veciz bir şekilde dile getirir:

“Samanla arpa yiyen kurban olur; Tanrı ışığını yiyense Kur’an kesilir[22].”

“Tanrı’nın bazı kulları vardır ki Hakk’a Kur’an vasıtasıyla ulaşırlar. Bazı daha has olan kulları da vardır ki onlar Tanrı’dan gelir ve Kur’an’ı burada bulup Tanrı’nın göndermiş olduğunu bilirler[23].”

Kur’an, öyle bir kitaptır ki onun içinde her seviyede, her anlayışta insanı doyuracak kadar bilgi vardır. Ne aradığını bilen orada her şeyi bulabilir. Kur’an’ın hem zâhiri hem de bâtını, yani her görüneninin ardında bir görün­me­yeni, her bilineninin ardında bir bilinmeyeni vardır. Kur’an sıradan seçkin herkese yetecek büyüklükte ve genişlikte bir sofradır, fakat herkes o sofradan ancak kendi kabiliyeti ölçüsünde, kendi yiyebileceği kadar rızıklanabilir.

“Hani Kur’an gibi anlamı yedi kattır; ileri gelenleri de doyuracak yemek vardır onda geri kalanları da[24].”

“Kur’an harfleri bil ki görünür, fakat bu görünen harflerin onlardan çı­kan mananın altında pek kahredici pek güçlü bir de iç manası vardır.

Onun altında bir iç mana daha, ondan sonra bir üçüncü iç mana var ki orada bütün akıllar yiter gider.

Kur’an’ın dördüncü iç manasını, eşi, örneği olmayan Tanrı’dan başka kimse görmedi, bilmedi.

Ey oğul, sen, Kur’an’ın görünen, bilinen dış yüzüne bakma; şeytan da Âdem’i ancak toprak görür.

Kur’an’ın dış yüzü (zâhir) bir insana benzer, şekli kılığı görünür de canı gizlidir[25].

Yine Fîhi Mâfîh’te “Kur’an’dan herkesin zâhirî bir tat alıp sütüyle gıdalanabileceğini, ancak sadece kâmil insanlar için onun manasında ayrı bir zevk olduğunu ve onların Ku’ran’ı bir başka türlü anladıklarını[26]” dile getirir.

Bazı kıt akıllı, anlayışsız insanların Kur’an’ı anlamadıkları gibi Mes­nevi’yi de anlamadıklarını, orada sözden başka bir şey göremeyip anlama ulaşamadıklarını söyler. Tanrı’nın kitabının da zamanında kâfirler tarafından böyle kınandığını belirterek kendi anlayışındaki kusur yüzünden Mesnevi’yi kınayanlara, taş atanlara ce­vap verir ve onları bu eserin bir benzerini mey­dana getirmeye çağırarak adeta meydan okur:

“Eğri kişi Kur’an’dan sözden başka bir şey görmez; sapıkların bu halle­rine de şaşılmaz.

Körlerin gözü, güneşin yalımlarından, hararetinden başka bir şey elde edemez[27].

Maskaranın biri ansızın eşek ahırından başını çıkardı da kınarcasına dedi ki:

Bu söz, yani Mesnevi, aşağılık bir söz; peygamberin hikayesi mi, onun izinden gitmeyi mi anlatıyor?

Erenlerin koşturdukları yandan, yüce sırlardan bahis yok.

Tanrı’nın kitabına da söylendi bu sözler; kâfirler onu da böyle kınadılar.

Dediler ki: Geçmişlerin hikayeleri, eskimiş masallar; bunda öyle derin bahisler, gerçeğe ait sözler yok.

Meydanda olan şeyler, herkes anlar, herkes bilir bunları; nerede bir ba­his ki akıl, kendisini kaybetsin?

Tanrı, sana kolay görünüyorsa, dedi, bu kolaylıkta bir sure söyle.

A kınayan köpek sen havlayıp duruyorsun, Kur’an’ı kınamakla hükmün­den kurtuluyorsun sanki.

O arslan değildir ki ondan canını kurtarabilesin; yahut da onun kahır pençesinden imanını halas edesin.

Kur’an kıyamete dek seslenir, a kendilerini bilgisizliğe feda eden toplum der:

Beni masal sandınız, kınayış tohumunu kafirlik tohumunu ektiniz durdu­nuz.

Ama gördünüz ya, kınadığınız durup durmada; sizse yok oldunuz, masala döndünüz.

Ben Tanrı kelâmıyım, Tanrı’nın zatıyla durmadayım; canın canına gıda­yım; tertemiz apaydın bir yakutum ben[28].”

Mesnevi’nin sadece sözlerine ve görünüşüne aldananlar onun anla­mın­dan uzak kalanlar, tıpkı Kur’an’ın bazı insanları saptırdığı gibi Mes­nevi yü­zünden yoldan azarlar. Mesnevi’yi şeklen anlamaya çalışanlar, anlamını ve içeriğini kavrayamayanlar, onu sadece kınamaya çalışır­lar.

“Sözü de şu beden gibi bil; anlamı, içindedir, can gibi hani.

Ten gözü, boyuna teni görür; can gözüyse zehirle dolu olan canı görür.

Demek ki Mesnevi’nin sözlerindeki görünüş yüzünden, görünüşe bakan yolunu azıtır; anlamı göreneyse o sözler, doğru yolu gösterir.

Kur’an’da da Tanrı, bu Kur’an buyurmuştur, gönül yüzünden kimine doğru yolu gösterir, kimini doğru yoldan azdırır[29].”

Kur’an’ı ancak Kur’an ile anlamak ve yorumlamak mümkündür; nitekim Mesnevi’yi de Mesne­vi ile:

“Kur’an’ın anlamını ancak Kur’an’dan sor, heva ve hevesine uymayı ateşe vurup yakmış kişiden öğren.

O kişi Kur’an’ın karşısında kurban olmuştur, alçalmıştır, onun canı, Kur’a­n’ın ta kendisi kesilmiştir.

Güle tamamıyla kendisini feda etmiş yağı, ister gülyağı diye kokla, ister gül diye[30].”

Kur’an’a ve onun evrensel değerlerine bağlılığını her fırsatta dile getiren Mevlânâ, içeriği yine tamamen Kur’an’ın emir ve yasaklarına uygun beyanla  insanlara şöyle va­siyet etmiştir:

“Ben size, gizlice ve açıkça Tanrı’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devam etmeyi, daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, ayak takımıyla ve akılsızlarla düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim olan salih kimselerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların en hayırlısı, insanlara fay­dası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olandır. Hamd yalnız Tanrı’ya mahsustur. Tanrı’yı birleyen kimseye selam olsun[31].”

Sonuç

Mevlânâ’nın öğretisi, söylenildiği ya da iddia edildiği gibi, İslâm dininin yerine getirilmesi zorunlu olan zâhirî ve kesin hükümlerini görmezden gelen dinler üstü bir yol değil, bütün dinleri kaynak itibarıyla İslâm sayan, bütün insanlığı Tanrı’nın yaratıkları ve kulları olarak kabul eden, ancak Tanrı tara­fından son din olduğu ilân edilmiş olan İslâm’ın tevhidî anlayışı içinde, Kur’an ile bütünleşmiş bir halde, Hakk’a kulluk ve halka hizmet potasında eriten geniş ve kucaklayıcı bir yaklaşımdan ibarettir. İnsanlığın düşünce ve eylem tarihi içinde benzeri az görülen bu eşsiz ârifin, İslâm’ın iki ana kayna­ğıyla, yani Kur’an ve sünnetle dolu düşünce tes­tisinden taşanları anlamak için, bu iki kaynağa müracaat kaçınılmazdır. Aksi halde onun eserlerini hak­kıyla anlamak ya da ondan yararlanmak kuru bir iddiadan başka bir şey ol­mayacaktır. Çünkü, Mevlânâ’nın din, dil, ırk, renk farkı gözetmeden tüm in­sanlığı hakikate çağı­ran, Tanrı’nın sonsuz merhamet pınarlarından kana kana su içmeye davet eden evrensel mesajı ve sevgi dolu yaklaşımı, aslında bizzat İslâm dininin ve Kur’an’ın “Ey insanlar hep birlikte barışa gelin” şeklinde tüm insanlığı ger­çekleştirmeye davet ettiği yaklaşımdır. İşte bu yüzden Mevlânâ, 26.000 beyti aşan Mesnevisi’nde aslında Kur’an’dan başka bir şey konuşmamıştır.

Sonuç olarak denilebilir ki artık bütün insanlığın ortak ve evrensel değeri haline gelmiş olan bu büyük düşünürü, Kur’an’dan ve sünnetten soyutlayarak, Kur’an ve sünnet dairesi dışında göstererek anlamak ve anlatmak, onu 20. yüzyılın toplumsal ve siyasal şartları gereği ortaya çıkmış bir takım ideolojilerle etiketlemek ve evrensel mesajını renkli folklorik ve sembolik göstergelere indirgemek ona ve düşüncelerine yapılabilecek en büyük haksızlık olacaktır.

* Doç. Dr. A.Ü. D.T.C.F. Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı

[1] Hayatı hakkında özellikle şu eserle bakılabilir: Bedîuzzamân-i Furûzânfer, Mevlânâ Celâleddin, çev. Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul 1986; Abdulhuseyn-i Zerrînkûb, Pille Pille tâ Mulâkât-i Hodâ, 5. Bs., Tahran 1369/ 19120; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana,
[2] Özellikle Mevlânâ ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi veren Eflâkî gibi yazarların ka­leme aldıkları ilk menâkıp kitaplarında, Mevlânâ ve çevresi hakkında son derece ihti­yatla kullanılması ve anlaşılması gereken bilgiler vardır. Sevenlerinin onu olduğundan farklı gösterme gayreti, zaman zaman büyük yanlış anlamalara yol açmıştır. Bu tür eserlerde Mevlânâ’nın kendi sözleri, yaşam biçimi ve dünya görüşüyle bağdaşmayan pek çok uy­durma rivayet vardır. Bu bakımdan Mevlânâ’yı anlamanın en doğru yolu onu kendi eserlerinden okumak ve anlamaktan geçer.
[3] Seyyid Burhâneddin Muhakkık-i Tirmizî, Ma’ârif, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, An­kara 1973, s. 94.
[4] Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, II, 69.
[5] Mevlânâ’nın eserlerinde peygamber kıssalarına dair yapılmış müstakil bir çalışma için bkz. Takî-yi Pûrnâmdâriyân, Dâstân-i Peyâmberân der Kulliyyât-i Şems, Tahran 1364/1985.
[6] Mevlânâ’nın eserlerinde âyet ve hadis kullanımının edebî ve teknik özellikleri hak­kında bkz. Ali Asgar-i Halebî, Te’sîr-i Kur’ân ve Hadîs der Edebiyyât-i Fârsî, Tahran 1371/1992, s. 157-177.
[7] Mesnevi, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, 2. bs., İstanbul 1985, VI, 229.
[8] Mesnevi, I, 18-19.
[9] Kulliyyât-i Dîvân-i Şems, nşr. Bedîuzzamân-i Furûzânfer, Neşr-i Rebî’, Tahran 1374/1995, Rubai:1331, s. 1387.
[10] Muhakkık-i Tirmizî, a.g.e., s. 56.
[11] Aynı eser, s. 75.
[12] Mesnevi, I, 251.
[13] Aynı eser, I, 252.
[14] Kulliyyât-i Dîvân-i Şems, Gazel: 1870, s. 705.
[15] Fîhi Mâfîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, 5. bs., İstanbul 19120, s. 349.
[16] Dîvân-i Hakîm Senâyî-yi Gaznevî, nşr. Pervîz-i Bâbâyî, Tahran 1375/1996, s. 59.
[17] Mesnevi, I, 320.
[18] Kulliyyât-i Dîvân-i Şems, Gazel: 1976, s. 744.
[19] Fîhi Mâfîh, s. 128.
[20] Mesnevi, IV, 321-322.
[21] Mesnevi, II, 416. b. 2914.
[22] Mesnevi, V, 3120.
[23] Fîhi Mâfîh, s. 178.
[24] Mesnevi, III, 222, b. 1898
[25] Mesnevi, III, 488-489, b: 4245-4249.
[26] Fîhi Mâfîh, s. 253-254.
[27] Bu beyit Senâyî’ye aittir. Bkz. Dîvân-i Hakîm Senâyî-yi Gaznevî, s. 59.
[28] Mesnevi, III, 487-488, 492-493.
[29] Mesnevi, VI, 113-114.
[30] Mesnevi, V, 478.
[31] Ahmed Eflâkî, a.g.e., II, 55.