MEVLÂNA VE İRŞÂDI – Meliha ANBARCIOĞLU

A+
A-

MEVLÂNA VE İRŞÂDI

Prof.Dr. Meliha ANBARCIOĞLU

Bütün sufîler gibi gayesi gerçeğe erişmek olan büyük mutasavvıf Mevlâna’nın bu hususta, takip ettiği yol ile, başkalarından farklı olduğu görülmektedir. Zira onun tasavvufunun esası aşkcezbe ve irfan’ın kaynaşması olup, sembolik bir “Vahdet” anlayışı değildir. Bu bakımdan onda daima mânevî bir “birlikten” beşeri bir “birliğe” geçiş vardır. Meselâ der ki: her insan, bir ucu bu dünyada, öteki ucu ise “MutlakVarlığın” dudağında bulunan bir “ney” gibidir. Her şey Allah’a kulluk eder. Görünüşte kötü olan şeyler de aslında iyidir.

Mevlâna’nın, din, kader, ahlâk, ilim ve aşk hakkındaki geniş görüşünün hareket noktasını teşkil eden “Varlığın Birliği” inancında Allah sevgisi, insan sevgisi ve müsamaha duygusunu yaratmıştır. Böylece beşerin zayıf ve kuvvetli yönlerini çok iyi tanıyan Mevlâna, beşer ruhunu, nefsin ve çevrenin kötü ve tehlikelerle dolu tesirlerinden korumak ve kurtarmak için, irşâd yoluyla mücadeleye girişmiştir. İşte onun tasavvufunun daha fazla sosyal ve terbiyeci bir karakter taşımasının esası budur.

Tuttuğu bu yolda aşk ve samimiyet hâkimdir daima; herşeyi bir gören Mevlâna için en sâlim ve müessir yol aşk yoludur. O, Allah’ı, kâinatı, herşeyi bu aşkla görür, gerçeğin esrarını da aynı aşkta arar. Bütün aşkların başladığı ve bittiği yer Mutlak Aşk’tadır.

Sevgiden bakırlar altınlaşır;

Sevgiden dertler şifa bulur;

Sevgiden tortular saflaşır;

Sevgiden ölüler dirilir.

Yani aslı bir, tezahüratı başka başka olan aşk her türlü mucizeyi yaratır.

Mevlâna için sevenle sevilen birdir, İnsan sûretlerden ve renklerden geçince bu mânâ birliğine erişir; tek renklilik doğar ki o bu âlemde, beşeri birliğe doğru götürür. “Güneş gibi bir tek cevherdik!” sözüyle beşerin ruhî birliğini müşahhas ve veciz bir şekilde belirtir. Kur’an’da aynı anlamda bazı âyetler vardır: “Onun ulûhiyetinin alâmetlerinden biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır, ondan sonra da her tarafa yayılan bir beşer oldunuz. (Er-Rûm, 20). Ve yine “Şüphesiz bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben ise sizin Rabbinizim, bunun için bana ibadet ediniz. Onlar ise aralarında fırka fırka oldular, hepsi de bize döneceklerdir. (Enbiya, 92)” gibi.

İnsan, Mutlak Varlık menbaından nasibini almış ve ruhu ile de oraya bağlı bulunan bir varlıktır: Binaenaleyh ancak yapacağı ruhî hamleleriyle aslına dönebilecektir. Burada aklın ışığından faydalanılabileceğini de anlatan Mevlâna için, akıl nurdandır ve iyilik diler, nefis ise karanlığa aittir, aklın nefse yenilmemesi gerekir. Aslında yüce bir ruh taşıyan insanın kendi kendisini tanıması, kendi yaptığı işin sorumunu taşıması lâzım; zira Allah insanda irâde kudretini yaratmıştır, her şeyi kadere yükleyen insan tembel, gevşek hatta ölü gibidir. İnsanı ancak kendi çalışıp çabalaması amacına ulaştırır. Mevlâna insandaki ölüm korkusunu yenmek ve insanı ölümsüzlüğe inandırmak düşüncesiyle, birçok hikâyelerle hiçbir varlığın yol almayarak sadece şekil değiştirdiklerini anlatır. Hattâ ölüme “âşıkâne bakış, nûr, visâl-i mahbûb” adlarını da verir.

Ayrıca dünya nizamının hikmetinin insanı bulunduğu dereceden, en yüksek bir dereceye yükseltmek olduğunu da söylemek suretiyle, Mevlâna insanın kâinattaki önemli yerine de işaret etmiştir.

Burada, sadece birkaç esas noktada toplamaya çalıştığımız, İslâmlığın temel taşı ve tasavvufun da esası olan Allah’ın birliği ile beşerin birliği engin düşüncesini, üstün insanlık vasıfları, eşsiz dehası ile aşk ve irfan yoluyla birleştiren Mevlâna gerçek bir mürşiddir.

Geceleri niçin uyumadığını soran karısına verdiği şu cevap onun bu cephesini mânâlı bir şekilde belirtir: “Biz uyursak bu kadar uyuyan zavallıya kim deva eder? Hepsini kemale eriştirmeyi, hepsini cezalardan kurtarmayı ve cennet derecelerine ulaştırmayı ben üzerime aldım.”

Mevlâna’nın, özellikle H.645-672 yılları arasındaki irşâd devresinde, uzak ve yakın çevresinde bulunanları, mânâlı sohbetleri, sözleri, şiirleri ve semâ âyinleri ile ruhun bütün incelik ve gerçeklerinden haberdar etmek hususunda ve ruhların birliği ve kemâli vadisinde nasıl eşsiz bir faaliyet gösterdiğini eserlerinden ve Menâkıb-u’l Ârifîn’den öğreniyoruz.

Onun tasavvufunun bu irşâd yönü olmasaydı asırlar boyunca, çeşitli insan kitleleri tarafından bu kadar benimsenip, mânevî varlığı ve eserleriyle böyle bir ölümsüzlüğe erişebilir miydi?

Türk Yurdu “Mevlânâ Özel Sayısı”, Temmuz, 1964, s. 87