MEVLÂNA TASAVVUFUNDA BAZI KELÂMÎ MOTİFLER – Prof. Dr. Şerâfeddin GÖLCÜK

A+
A-

MEVLÂNA TASAVVUFUNDA BAZI KELÂMÎ MOTİFLER

Prof. Dr. Şerâfeddin GÖLCÜK

Hicri 7. Milâdi 13. asırda ilmî çevreler aklî kıyas ve istidlâle büyük önem atfediyorlar, dinî akidenin takririnde, gaybi hakikatın isbatında aklî burhan ve felsefî mukaddimelere fazlaca yer veriyorlardı.

Fahreddin Râzi 606/1210 sağlam şahsiyeti, muazzam eserleri ve değerli araştırmalarıyla Kelâm ilmine büyük güç kazandırdı ve ona yeni bir hüviyet verdi. F. Râzı’den sonra Kelâm ilmî felsefî istidlâlleri ve mantıki kıyasları daha fazla kullandı, adeta felsefileşti. Hatta soraki mütekellimlerin eserlerinde, özellikle Adududin îcî’nin 756/1355 Mevakıf’ı ile şerhinde, S. Taftazanî’nin 791/1388 kitaplarında ağırlık felsefeye verilmişti. Kelâmın konuları felsefeninkiler içinde sanki kaybolmuştu.

Kelâmı diriltecek, onu tekrar ele alacak, konuları itibariyle, basit sade bir dille Kelâmı halka anlatacak yeni bir mütekellime ihtiyaç vardı. Mevzuya bu noktadan yaklaşınca, acabâ Celâleddin Rûmî’ye Tasavvuf dünyası içinde Kelâmî konuları kendine has uslübuyla ele alan, itikadî bahisleri yepyeni bir tarzda yaşadığı döneme ve insanına takdim eden bir mutasavvıf mütekellim olarak değerlendirebilir miyiz? Bu sorunun cevabını, herhalde Mevlâna’da bazı Kelâmî motifler alarak, vermek yerinde olacaktır.

 

Bilgi vasıtaları

Gerçekte, Mevlâna, bilgi vasıtaları olarak duyuları ve aklı, tam ve kâmil görmemekte, onların eksikliklerini kabul ve beyan ederek yeterli bulmamaktadır.

Duyulara itimad edip ondan başkasını inkâr edenler gizli hislerini kaybetmişler böylece gerçeği görmekten uzak kalmışlardır.

Akıl da, duyular gibi gayb âleminin hakikatlerine, peygamberlerin ilimlerine, fizik ötesi dünyaya, kendi başına ulaşamaz. O bu konularda âcizdir. Mevlâna’nın cüz’î, sınırlı akıl dediği akılla bu sırlar keşfedilemez.

Mevlâna’ya göre cüz’î aklın gerisinde, O’na mürşitlik yapan bir îmanî akıl vardır. Bu, aklın aklıdır. Cüz’î akıl, sözü edilen bu imanî, küllî aklın nûruyla hareket eder ve onun gözüyle görür. İmanî akıl sadece mümini rızıklandırır. Böylece aklı cüz’î, sicmanî ve küllî, imanî diye ikiye ayıran Mevlâna, her ikisinin sahasını tayin etmektedir. (1)

Celâleddin Rûmî, buradan hareketle, felsefenin cüz’i, cismanî akıl sahasında kalmasını kınamakta, felsefecilerin cevherin arazın özelliklerini bildiklerini, ama nefislerinin özellik ve kıymetini, yaratıcıya göre durumlarının ne olduğunu bilmediklerini söylemektedir. Bu noktada kendi tavrını açıklayan Mevlâna, îmanî hikmetten bahsetmekte, bunu peygamberlerin mesajının ihtiva ettiğini açıklamaktadır. İmanî hikmet peygamberlerin ilimleriyle uğraşan Rabbanî alimlerde bulunur. (2)

 

Metod ve Uslûp

Mevlâna, Kelâmî bahisleri özellikle Mesnevî’de işlemektedir. Onun üslûp ve ifadesi sanatkâranedir ve doğrudan kalbe hitabetmektedir. Konuları takdimi zevk-i selîmin eseridir, orada kapalılık, kuruluk, kabalık ve sertlik yoktur; açıklık berraklık ve bedahat vardır. Onda bir tek hedef vardır: Hakikat-ı Vahidenin anlatımı…Bunun için güç, çapraşık ve karanlık ifadelere baş vurulmadan irşad ve telkin yoluyla tek gerçek tanıtılmıştır. Buna ulaşmanın amacı îmandır. İman ise yüce bir nimet, büyük bir gıdadır, imân eden diridir, imanla  giden bakîdir, ebedîdir. (3)

 

ALLAH

Kelâmın asıl ve temel konusu Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili olarak Mevlâna Kur’ân’a dayanır. Kur’ân’ın delillerini kullanır, onları sade, akıcı, cezbedici, sürükleyici bir ifade tarzıyla tekrar yorumlar.

 

– İrade –

Ona göre Allah mutlak irade sahibidir. Dilediğini yapar… Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka işi yoktur. Yerin alçalışı, göğün yücelişi, yerin yılın yarısında çorak, yarısında yeşerişi, yirmidört saatın yarısının gündüz, yarısının gece oluşu, insanın bazen sağlıklı bazen hastalanışı, hep Allah’ın alçaltıp yüceltmesiyle olur. (4)

Allah her şeyi muhittir. Bir işi yapması, o anda başka bir işi yapmasına engel olmaz. (5)

Bir işde tereddütte kalan kişi, Allah’ın iradesiyle tereddütle kalmıştır. Şayet iki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa, o da yine hakk’tandır. (6) Bir kimse, onun dileği olmadan ülkesinde gezsin, dolaşsın, buyruk yürütsün… Buna imkân yoktur O dilerse havayı, ateşi aşağılatır, dilerse dikeni gulden üstün eder, Allah hükmedicidir, dilediğini yapar, derdin kendisinden deva yaratır. (7)

 

– Kudret –

Mevlâna; “O, her an kâinata tasarruf etmektedir” (8) âyetini yorumlarken şu ifadelerde bulunur. O’nu katiyyen işsiz güçsüz bilme, O daima dirilmek, öldürmek, aziz kılmak, zengin yapmak, fakir yapmak, dua edene icabet etmek, isteyene vermek ve saire gibi ezelde takdir ettiklerine muvafık olarak ızhar buyuracağı bir emirdedir.

Mevlâna, Allah’ın kudretinin mutlak olduğunu, o kudretin sahibinin bu âlem yüzlercesini yaratmaya muktedir bulunduğunu beyan eder. İnsana gelince, o Allah’ın kudretinin elinde bir yay gibidir ve Allah onu bütün işlerde kullanır ve gerçekten işi yapan Haktır, yay değildir; yay alettir, araçtır. (9)

Allah her an kudret sıfatıyla yaratır. Yokluk âleminden varlık âlemine katar katar gelen yüzbinlerce kervan O’nun kudretinin eseridir. Yüzbinlerce zıd, zıddını mahvetmekte, sonra Allah’ın emri onları varlık âlemine götürmektedir.

 

-Yaratma –

İlim, İrade, Kudret ve Tekvin sıfatlarının sahibi Allah’ın insanı yaratması ve bu yaratılışın safhaları Kur’an’dan mülhem olarak (10) Mevlâna tarafından şöyle ifade edilir.

“Nice sebepler yaratmıştır O” (11). Biz bir damla erlik suyuyduk. O suyun ne kulağı vardı, ne aklı-fikri, ne gözü vardı, ne padişahlık sıfatı, ne kulluk sıfatı. Ne gam bilirdi, ne sevinç,…o hiçbirşeyden haberi olmayan bir katre suyu ana rahminde korudu. Güzelce terbiye etti; kan haline getirdi, hem de o yalnızlık yurdunda ki, ne el vardı orada, ne âlet. Derken o et parçasında ağız, göz, kulak pencereleri açtı, ona dil verdi, dilin ardında göğüs hazinesi verdi, oraya bir gönül bir kalp koydu ki, hem bir katredir hem bir âlem, hem bir incidir hem bir deniz, hem bir kuldur hem padişah…

O bir damla erlik suyuna Allah’ın bu âlemin dışında bir âlemi var dense, bu karanlık evden çıkınca hangi bölükten olacaksın denseydi, o katrenin aklına fikrine sığar mıydı bu sözler, inanır mıydı bu hikâyeye?

Çünkü o, o karanlıktan başka bir âlem olduğuna o kan gıdasından başka bir gıda bulunduğuna inanmazdı ki. Bil ki o katrenin bunlardan haberi yoktu. İnkâr ediyordu kurtuluşunu, çeke çeke getirdi onu bu âleme…bu kadarı yeter. (12)

Yaratılışı, bu ve öteki âlemlerin varlığını Kur’an metnine sadık kalarak açıklayan Mevlâna Allah’ın fiilinin mutlak olduğunu kabul eder ve yaratma ile İlgili görüşlerini şu cümlelerle ifade eder:

“Biz sebep ile asıl illeti ayıramıyoruz, birini diğerine karıştırıyoruz. Sebep’ bir şeyin ortaya çıkışına vesile olandır. Fakat o sebebin asıl bir illeti vardır ki o Allah’dır. O’nun iradesi olmadıkça hiçbirşey yapmaya hatta kolumuzu kımıldatmaya gücümüz yetmez. Allah’ın yaratması kesintisizdir. Bunu şu örnekle açıklarız: ateşli deyneği sallasan ateş gözüne upuzun görünür, bu ömür uzunluğu da Allah’ın tez tez, aralıksız, kesintisiz yaratmasındandır. Allah’ın yeniden yeniye süratle yaratması ömrü öyle uzun ve daimi gösterir. (13) Allah eşsiz, örneksiz şeyler yaratıp durmadadır. Eşsiz, örneksiz şeyler yaratan Allah, bir aslı bir dayanağı olmadığı halde ferdi yaratır. Allah’ın âlemi altı günde yaratışı ise O’nun aceleci olmayışındandır.

Allah’ın Kur’an’da geçen diğer isim ve sıfatlarının da yer yer yorumunu yapan Mevlâna, “bütün âlemin af ve ihsanının Allah’ın af ve ihsanı yanında bir zerredir,” darken Allah’ın gazap sahibi, olduğunu da belirtir. Allah’ın zat ve sıfatları konusunu temsillerle ve çok açık bir tarzda anlatan Mevlâna Kur’an’da tarif ve tavsif edilen Tevhid akidesine gönülden bağlı bir düşünür olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

– Nübüvvet –

Mevlâna’nın Kelâm’ın ikinci önemli bahsi Nübüvvet konusundaki görüşleri ilgi çekicidir. Gerçekte O, tam anlamıyla Hz. Peygamber’in has bir ümmeti ve o’nun bağlısıydı. O’nun hakkındaki şu sözleri çok anlamlıdır.

“Ben sağ oldukça Kur’an’ın kölesiyim. Ben Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum.” (14)

Hz. Peygamberin ve diğer peygamberlerin sözcüsü durumunda olan Mevlâna’nın genel olarak peygamberlik konusundaki görüşü şu tarzda özetlenebilir:

“Peygamberler, insanları Allah’a ulaştırmak için gelmişlerdir.” (15) Eğer her fuzûli kişi Allah’ın fazlına, ihsanına erişebilseydi, Allah bunca Peygamber yollamazdı, insanlar mürşit aramaksızın, peygambere tâbi olmaksızın işlerinin âkibetlerini görürler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulunurlardı da bu yüzden hata ve dalâlete düşmezlerdi. Halbuki tatbikat tamamen bunu aksini göstermektedir. Binaenaleyh peygamberler bu dünyada kulları Allah’a ulaştıran birer bağdırlar. (16)

Vahye müstenid konuşan peygamberlerin sözleri tamamiyle saf ve doğrudur. (17) Ve onlar Allah’ın dinini tebliğe memurdurlar. “Allah’dan tebliğ emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var? Hz. Nuh A.S. tam 950 yıl kavmini davet edip durdu; kavminin ise inkârı arttı. Fakat o söylemekten vazgeçti mi? Hiç sükut mağarasına çekilmeye kalkıştı mı? Köpeklerin havlamasıyla kervan yolundan kalır mı? Ay ışığında dolunay, köpeklerin havlamasıyla yürüyüşünü ağırlaştırır mı? (18)

Halkın bir kısmı peygamberlere zıt tabiattadır. Peygamberle bu tür insanlardan büyük zahmetler, sıkıntılar çekmişlerdir. Bu zorluk ve eziyetler bütün cihan halkının çektiği zahmetlerden daha büyüktür.

Peygamberlerin ömürlerinin gecesi geçtiği halde, sözlerinin nuru halâ geçmemiş ve tükenmemiştir, sonu da gelmeyecektir. (19)

Mevlâna ilim ve sanatların menşeini peygamberlerin vahiy ve talimlerinde görür. (20) C. Rûmî, Nübüvvet nurunun Hz. Muhammed’de kemâle erdiğini, Kur’an’da vasıfları sayılan Hz. Peygambere olan derin bağlılığını ve hayranlığını veciz bir şekilde şu beyitletinde dile getirmektedir.

“Meleklerin gıpta ettiği o zâtı medhedebilmek için felekler kadar geniş bir ağız isterim” ayrıca; “Lütf-u ilâhi, halkın bütün kemalâtını bir araya toplayıp pâk ve lâtif birşey yaptı. Sonra ona Mustafa ismini verdi.” (21)

 

İNSAN

Mevlâna, insanı mecbur değil; muhtar, hür, irade sahibi ve yaptıklarının sorumlusu kabul eder. Ona göre cebir ve zorlama kesinlikle yoktur. İnsanın hür ve irade sahibi olduğu günlük olaylarda görülmektedir. Bununla birlikte o, Allah’ın tek yaratıcı olduğunu, insanın fiillerinin yaratıcısının ancak Allah olduğu görüşünü de benimsemektedir.

Mevlâna’nın insanın hür ve sorumlu oluşunun izahı mizahîdir, meseleyi kökünden halledici mahiyettedir:

“Bir hırsız, polise dedi ki, Efendim, yaptığım iş Allah’ın takdiri…Polis de; benim yaptığım da Allah’ın hikmeti, Allah’ın takdiri…”

Birisi bir dükkândan bir turup çalsa da, Allah’ın takdiri dese, başına iki üç yumruk vurur dab u da Allah’ın takdiri, koy turpu yerine dersin. Bir bitki hususunda bakkal bile gadri kabul etmiyor da, sen buna nasıl güveniyor, ejderhanın çevresinde dönüp duruyorsun? Böyle bir özürle ey akılsız adam, kanını da tamamiyle sebil ettin, malını da karını da öyle mi? Şu halde birisi de bıyığını tutup yolsa da özür getirse, kendisinin mecbur gösterse kabul mu edeceksin? Allah hükmü sana özür olabiliyorsa âlâ, öğren de bana fetva ver bakalım. Benim de yüzlerce isteğim, şehvetim var da elîm korkudan, Allah heybetinden bağlı. Kerem et de bana şu özrü öğret, elimden ayağımdan düğümü çöz…

Bir sanatı, mesleği seçmiş kendine iş edinmişsin. Bu, “Bir ihtiyarım, iradem, bir düşüncem var” demektir. Yoksa ey iş eri, neden sanatlar, meslekler arasında o sanatı, mesleği seçtin? Ama nefis, heva ve heves nöbeti geldimiydi, sana yirmi er kuvveti gelir. Dostun senin bir habbecik menfaatına mani olsa hemen savaş ihtiyarına, isteğine sahip olur, onunla cenge kalkışırsın. Fakat nimetlere şükür etme nöbeti geldi mi, o zaman ihtiyarın, isteğin yoltur; taştan da aşağı bir hal alırsın.

Nihayet Cehennem de; “seni yakıyorum ama hoş gör, beni mazur tut” diye özür getirir. Kimse bu delille seni mazur görmedikten sonra artık bu delil, seni celladın elinden kurtaramaz. Alem böyle kurulmuş böyle gider. Bu âlemi gördün ya, o âlemin hali de artık sana malûm oldu demektir. (22)

Dini ilimleri çok iyi bilen Mevlâna, aynı zamanda insanı ve psikolojisini ve fevkalâde bir tarzda tanımakta, böylece dinî ilimlerin insana ve hayatına uygulaması kolay, rahat ve faydalı olmaktadır. Onun insan ve kaderi konusundaki görüşleri tamamen Kur’an ve Sünnet’in tayin ettiği çerçevede kalmakta, sapık mezhep anlayışlarını kesinlikle reddetmektedir.

 

Ahiret

Mevlâna’nın ölüm ve diriliş anlayışı tamamen Kur’anî  nassa uygunluk gösterir. Ona göre ölüm; aziz, mutlu bir hayatın sona ermesi olmayıp aksine sürekli, ebedi, gerçekten mutlu ve dünyadakine kâbili kıyas olmayan çok daha güzel, anlatımı imkânsız bir başka hayatın başlangıcıdır. Allah insana bu hayattan daha güzelini, daha üstününü ve ölümsüz olanını mutlaka verecektir. Zira O mutlak cömertlik sahibidir. Ölümün dış görünüşü ölümdür, iç yüzü diriliktir. Ölümle insan dirilir, gerçekten o ebediliktir. (23)

Diriliş, yenilenmektedir. Düzeni altüst olmadıkça nasıl olur da bostanlık ekinlik olur, mahsûl ve meyva yetiştirir? (24)

Dirilişe örneklerin hayatın her kesiminde bulunduğunu örneklerle ortaya koyan Celâleddin Rûmî ölümü seven ve sevdiren, onu gayet açık, sad eve kalblere nakşedici bir tarzda tarif eden bir düşünürdür.

Ahireti net bir şekilde Allah’ın ve Rasulünün anlattıkları tarzda anlayan ve anlatan Mevlâna’nın konuya açıklık getiren şu sözleri önem arzeder:

“Bu cihan tamamıyla fanidir, sonludur; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretinin hiçbir değeri yoktur. Dilediğini mânâ âleminde dile…Zira o âlem ancak bâkidir, mamurdur; başka türlü olmasına imkân yoktur. Çünkü terkibi zıt olan şeylerden değildir.” (25)

“Allah öyle bir halde bizi buluştursun, birleştirsin ki, bu birleşmek ancak O’nun katındadır; her türlü topluluğun ötesindedir, önceki buluşmadan daha da yüce, daha da üstün ve tatlıdır. Ayrıca ne sonu vardır ne ilerisi…” (26)

Ahireti sonsuz, ölümsüz Allah katındaki hayat olarak niteleyen Mevlâna, sözkonusu ettiğimiz görüşleriyle İslâm Kelâmının sunnî mektebine has bir tavır ve anlayış içindedir. O, fıkhı ve Kelâmı çok iyi bilen bir mutasavvıf olarak devrine ve sonraki devirlere ışık tutmuş, Kelâmî konuları sade bir ifade ile, hayattan aldığı örneklerle tesirli bir şekilde anlatmıştır. Mevlâna’nın yaptığı bir bakıma Tasavvuf içinde Kelâm yapmak, inanç esaslarını kendine has bir ifade ve uslûpla anlatmak olmuştur.

 

 

Dipnotlar

 

(1) Mevlâna, Mesnevî, C. 4, Byt. : 1309-1311 ve 1986-19120.

(2) Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Ricalu’l-Fikri ve’d-Da’veti fi’l-İslâm, Dımaşk, 1975. s. 253 ve dv.

(3) Mevlâna, Mesnevî, C. 5, 287; C. 3, 3377.

(4) Mevlâna, A. g. e. c. 4, 1846-1851.

(5) Mevlâna, A. g. e. c. 1, 1487.

(6) Mevlâna, A. g. e. c. 1, 1456-1458.

(7) Mevlâna, A. g. e. c. 4, 1923; c.2, 1618-1619.

(8) Kur’an, 55 (Rahman) 20.

(9) Mevlâna. A. g. e. c. 1, 3071-3075.

(10) Mevlâna, Fîhi Mafih, s.294.

(11) Kur’an, 22 (Hacc) 5; 23 (Müminun) 14.

(12) Mevlâna, Mektûbât, s. 59-60.

(13) Mevlâna, Mesnevî, c.1, 1147 1 8; c. 4, 3333-41.

(14) M. Veled İzbudak, Rubaiyyat, İst. 1312, s.252.

(15) Mevlâna, Mesnevî, c. 1, 2813.

(16) Mevlâna. A. g. e. c. 4, 2978.

(17) Mevlâna. A. g. e. c. 4, 1601-1603.

(18) Mevlâna, Mesnevî, c. 1, 1147-8; c. 4, 3333-41

(19) Mevlâna, Fîhi Mafih, s.272.

(20) Mevlâna, Mesnevî, c. 4, 1294-1304.

(21) K. Yaylalı, Mevlânada İnanç Sistemi, Konya, 1974. s. 262.

(22) Mevlâna, Mesnevî, c. 1, 943; c.5. 3008, 3057, 3076.

(23) Mevlâna. A. g. e. c. 1, 3928.

(24) Mevlâna. A. g. e. c. 4, 2345.

(25) Mevlâna. A. g. e. c. 1, 2241; c. 4,56.

(26) Mevlâna, Mektûbat, s. 196.