MEVLÂNÂ SEVGİSİ – Gökhan EVLİYAOĞLU

A+
A-

MEVLÂNÂ SEVGİSİ

(Bu kitap 1957 yılında 10 bin adet basılmış, mevcudu kalmamıştır.)

Gökhan EVLİYAOĞLU

BU NASIL BİR GECE Kİ

HER TARAF NAY OLMUŞ

 

Eski “ihya geceleri” de böyle sohbetle başlardı. Zamanın yahut zamansızlığın, mekânın, yahut mekânsızlığın şiiri okunur, tasavvuftan, evliya menkıbelerinden söz açılır, mesnevi öğretilir, ney üfleninceye kadar sohbete devam edilirdi.

Gene öyle oldu. Yurdun dört köşesinden gelen, uzak diyarlardan misafir olan birkaç Mevlâna âşığı büyük veliyi hasretle andılar.

Bir çelebi, mesnevinin ilk on sekiz beytinin mânasını. açıkladı. İranlı Prof. Müçteba Minovi, Mevlâna’nın aşkla dolu şiirlerini okudu, çok güzel okudu, şiirlerden kudüm ve ney havası geliyordu.. Gecenin en güzel konuşmasını yapan Prof. Dr. Anne Marie Schimmel, Hz. Mevlâna’da “Zaman ve zamansızlık” üzerine söz açtı. “Mevlâna yeryüzünün güneşidir” dedi. “O zaman içinde zamansızlığı yaşamayı bilmişti, daimilikteki şimdiyi bulmuştu” dedi. “Dua ederken Yaradan ile insan arasındaki perdeler kalkar, Mevlâna dua ahlâkını bir ömre hayat üslubu olarak seçmiştir” dedi. Semaın, zamansızlığı arayış, masiva’dan mavera’ya geçiş olduğunu anlattı.

Sonra birdenbire kendimizi bir ihya gecesinin içinde bulduk:

Kubbe-i Hadra’nın mavi alevli siluetinin ardında garip bir kırmızı, gül gibi, mahzun ay ışığı vardı. önde, Mevlâna Türbesinin gölgesinde diz çökmüş hayaller… . Cânlardı bunlar. Demek yatsı namazını kılmışlar, birer birer gelmişler, kırmızı post üstünde oturan Dededen destur almışlar, o da:

“Hûû, demişti. Çevresini sarmışlardı.

Dede Efendi:

“Aşk olsun” demişti. Cânlar:

“Eyvallah!” demişlerdi.

Alaca karanlıkta Kur’an okunuyordu. Alaca karanlıklardan bir başka sabah büyüyordu.

Dede:

“Fatiha!” dedi.

Mevlevi terbiyesince eğilip yeri öptü. Cânlar da hep yeri öptüler.

Kani Karaca’nın sesinde yeni, Itrî’nin rast makamında eski, alabildiğine taze havalar ve ledünni hâtıralarla Naat perde perde yükseldi.

Ya Hazret-i Mevlâna Hak dost diye başlayan Naat Mevlâna’nın diliyle “Ya Resûl Allah Habib-il Hâlik-ı yekta Tuhi” diye devam ediyor, Hz. Peygamberimiz Efendimizi sena ediyordu.

Naat bitti. Ney başladı. “Ayrılıklardan şikâyet ediyordu” ney “Beni kamışlıktan ayırdılar da herkes benimle ağladı” diyordu. “İştiyak derdini anlatabilmem için parça parça olmuş bir yürek isterim” diye feryat ediyordu. “Ben her cemiyette ağladım, iyilerle fenalarla arkadaş oldum benim sırrımı anlamadılar, sırrım feryadımdan uzak değildi, fakat her kulakta onu anlayacak nûr yoktur” diyordu.

“Aşkın ateşi neye düştü. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı” diye inliyor, “Ney gibi zehiri ve panzehiri kim gördü?” diye soruyordu. Ney, “Kan dolu yolu, Mecnun’un aşk hikâyelerini söylüyor”du…

Herkes susmuş, herkes bütün kulak kesilmişti. Yüzyılların derinliğinden koca Mevlâna sesleniyordu:

“Ey hoş sadalı ney! Sen gönlümü aldın. Senin için boşalmıştır, sen karışık gönülleri de boşaltır ve teskin edersin.

…………………………..

Neyden ateş düştü ve âlemi duman bürüdü.”

Sevgilinin yanağına yaklaşmak isteyen, Ney gibi olmalıydı. Ney, gizli sırlar aşikâr ediyordu. İnsan oğlu dünyadan öncesini hatırlar gibiydi. Can, geldiği âleme dönmek iştiyakında idi. Bir ara şeffaf bir ölüm sükûnu ortalığı kapladı. Mevlâna ölüme hayat vaa­dediyordu:

“Ölünüz.. ölünüz.. Bu aşkta ölünüz.

Bu aşkta ölürseniz hakiki ruha kavuşursunuz.

Ölünüz.. ölünüz… Bu ölümden korkmayınız.

Bu topraktan kurtulup göklere yükseliniz.

Ölünüz.. Ölünüz… Bu buluttan kurtulunuz.

Buluttan kurtulup parlak ayı görürsünüz.

Susunuz.. susunuz… Susmak ölüm gibidir.

Susarak feryat ediniz hakiki yaşamak budur.”

İncelen, hafifleyen, insanı âlemi berzaha sürükler gibi olan ney sesi birdenbire neylerin sesi haline geldi. Yükseldi yükseldi.. Mezar taşlarını andıran serpuşlar kımıldadı, hırkalar mezar tümsekleri gibi sarsıldı, Cânlar ney sesinde İsrafil sûrunu duyan ruhlar misali silkindiler, ellerini yere vurup doğruldular. Sür, “kalkınız!” emrini duyurmuştu. Cânlar “mahşer velvelesi arasında buluşmuş şefaat dilemek üzere arayışa başlamışlardı. Mevlâna’yı hatırlamamak mümkün mü?

“Kefenini yırtmış ve kulaklarını korku kaplamış olan kimse için sûr nefhası önünde beyin ve kulak kalır mı?

Sen o zaman nereye baksan beni göreceksin. Ben insan suretindeyim. Sakın yanlışlık etme ruh çok lâtif, aşk çok gayretlidir.”

Ney kurtuluşa çağırıyordu, ezan gibiydi, kudüm aşka dem tutuyordu. Devir başladı. Dede efendi önde, dervişleri arkada kafile halinde yürümeye başladılar.

Bu kırmızı post Makam-ı Muhammedî’dir. Onun önünden Cânlar üç kere geçtiler. Geçerken birbirlerine karşı dururlar ve karşılıklı iki kaşları arasına bakarlardı. Bu; âlemin sırrının nazardan nazara nakli demekti. Üçüncü devir tamamlandı, ney ve kudüm, âyi­ni terennüm ederken canlar birer birer hırkalarını çıkardılar. Sağ elleriyle yere bıraktılar. Bu, beşeri sıfatlardan sıyrılmak, nefisten kurtulmak, bütün iyilik ve kötülüklerle aşikâr olmaktır. Bu meydanda yalnız temiz kalplerin, mümin gönüllerin gülü açar.

“Yarın mahşere hesap korkusu ile yüzleri sararmış insanlar gelir. Ben orada aşkı ortaya koyar, hesabımı bundan sorunuz derim.”

Dede’nin eli öpüldü, kollar göğüs üstünde çaprazlanarak niyaza duruldu ve Makam-ı Muhammedî önünden baş kesip geçen canlar bir adım ötede nûra pervane oldular: Sema başladı…

Semâ, âşık ruhların dinlendiği yerdir.

Onu canının içinde canı olanlar bilir.

Semâ ârâm-ı cân-ı âşıkânest

Kesi dânet ki ûra can-ı cânest

Kollarını göğüslerinin üstünde, niyaz üzere çaprazlayan aşıklar dönmeye başladılar. Gönüllerinden beyaz kuşlar uçurmuşçasına elleri havalandı. Kollar kelebek gibi, tennureler çiçek gibi açıldı. Nur-u Muhammedî pervaneleri aşka dem tutmaya başladılar. Beyaz eller göklere yükseldi, kollar (lâm elif) gibi, kelime-i şahadetin (lâ) sı gibi açıldı. Yaradandan başkası (lâ) idi (hiç) idi.

Canlar sağ ellerinin avuçlarını havaya doğru, açmış öyle dönüyorlardı, sol avuçlarını yere çevirmişlerdi. Sağ ele (feyz-i akdes) yağıyor, aşıklar sol elle bunu dağıtıyorlardı: Bir de, sağ el Rahmet-i İlâhiye açılmış, sol el bundan gayrisine kapanmıştı.Hûû!. diyorlardı. Yalnız (sen) diyorlardı. “Sen her şeysin, senden gayri her şey hiç!” diyorlardı. Masiva’yı unutmuş gibiydiler, belki. Mavera’da teneffüs ediyorlardı.

“Biya biya ki tuî cân-ı cân-ı sema” demişti Mevlana.

“Gel.. Gel!. Sen (Sema)ın canının canısın…

Yüz bin yıldız seninle gönlümü aydınlatır.

Gel.. Sen (Sema) göğündeki aysın” diye bağırmıştı:

“Sema’a girdiğin zaman iki cihanın da dışındasın.

Sema iki cihandan dışarıdadır.”

Diye ilan etmişti. Cânlar fezada döner gibiydiler. Yıldızlar gibi, atomla kâinat arasında bir yerde dönüyor, dönüyor, dönüyorlardı. Bal rengi yüzler rüyaya dalmıştı, gözler süzülmüştü, kirpiklerden yıldız kırıntıları dökülüyordu. “Her taraf nay olmuştu” ve kudüm sesine hûû! rüzgârları karışıyordu. Yüzler; tennûrelerle, hırkaların uçan beyaz bulutlarına ilişen aylar gibiydi. Bir beyaz sakallı, bir mehip, bir körpecik yüz, bir görünüp bir kayboluyordu. Güvercin eller, bulutlar arasında pervaz ediyordu.

Mevlâna sözüdür.

“Bugün sema var, sema var, semâ var,

Nur var, ışık var, ışık var, ışık var.”

Bir Mevlana şiiri daha:

“Semâ askerlerinin başı her gün

Sabâ rüzgârı gibi sema gülistanına gelir

Tûti ve bülbül kendi âlemine dalar

Ve her ağaç semâ meyvalarile sallanır.”

Cânlar nûra peyk olmuş seyyareler misali döne döne dört devir yaptılar. Dört selâm, dört niyaz… Çünkü Efendimiz, mahşer gününde günahkâr kullar için dört defa niyazda bulunacaklar, dördüncüsünde Cenab-ı Hak, afv ve mağfiret müjdeleyecek.

Pir, (Makam-ı Muhammedî) huzurunda niyazı bitirip semâzenler arasına katıldı. Kollarını açmadan sağ eliyle hırkasının yakasını tutarak ortada, olduğu yerde dönmeye başladı.Canlar etrafında halka olup dönerlerdi. Pırıl pırıl bir gök manzumesinde halka halka aşk ışıyordu. Ayinde söz eridi, ses azaldı uzak bir ney sesine tennûre hışırtısı ve -güvercin topuklu- bir rüya uçuşu karıştı.

Mevlana diyor ki:

“Altı bucakta da Allah’ın nûru var! dediler, halktan bir ses:

– O nûr nerededir?

Yabancı sağına, soluna baktı, göremedi.

Bir ses yükseldi:

– Bir an sağsız-solsuz bak!”

Aşk pervaneleri sağsız ve solsuzdular öyle bakıyorlardı. Dakikalar zamanlar içre büyümüş zamanlardan bir saatlik zaman geçmişti. Bu müddeti dönerek geçirenler, zamanda zamansızlığı arayanlar birdenbire oldukları yerde durup kaldılar. Kur’an okunuyordu. Tennûreler bedenlere dolandı, Cânlar baş kesip hürmetle oturdular..

Kubbe-i Hadra’nın çinilerinde yeşil bir Selçuk sabahı uyandı. Konya şehrinin sokak lambaları birer birer dinlendi. “Söndü” demeyeceğiz. Mevlâna sevgisinin dilinde ışıklar söndürülmez, dinlendirilir, yanmaz; uyandırılır. Kapıyı örtmek yoktur. Sınamak vardır.

Sevmek için gözler, gönüller gibi, eller yüzler gibi, diller de temizlenmelidir. Şeb-i arusdan 685 sene sonra sadece bir ihya gecesi gösterisi bile bir ince medeniyetin dilini ve yaşama sevincini insana telkin ediyor. Bu sanatkârane terbiyeyi, bu mana ah­lâkının aşk üslubunu sevmeye, anlamaya hazırız. Kimdi bu güzel disiplinin yüce siması? Hz. Mevlâna nereden gelmiş, nereye gitmişti?

“Allah’tan gelip Allah’a gideriz

ve mekânsızlıktan mekânsızlığa”

Horasan’da Harezmlerin hükümdar oldukları yıllarda 1148 ile 1207 arasında bir yıl, zamanlardan bir zaman, gecelerden bir gece idi. Belh şehrini ışıklandıran 300 alim, o gece hep aynı rüyayı gördüler: Rüyalarında Hazret-i Peygamberimiz onlara:

“Bundan sonra Muhammed Bahaüddin Veled’e Sultan-ül ulema diyeceksiniz” buyurdu.

Bahaüddin Velet, alimler halkasının yüzük taşı idi. Çevresindeki ilik daireleri büyüdükçe büyüyor, Harezm sarayını zorluyordu. Devrin Harezm sultanı bu ikinci sultanlığı çekemez olmuştu: “Bir postta iki sultan, bir ormanda iki aslan olur mu?” diyordu ve satıhta kalmış bir iki ilim adamı Hünkârın kıskançlığını tahrik ediyorlardı.

Alimler sultanı vaktin eriştiğini anlamıştı. Onun dünya saltanatında gözü yoktu, kendisine teklif edilen tahtı reddetti. İlik parıltılarıyla dolu kitaplarını ve eşyasını 300 deveye yükleyerek yedi yaşındaki oğlu Alâüddinle onun beş yaşındaki kardeşi Celâlüddin’in ellerinden tutarak kendisinden ayrılmayan bir alimler kafilesiyle birlikte Belh’i terk etti.

30 Eylül 1207’de aşkın fezasına bir yıldız gibi doğmuş olan bir yandan babası alimler sultanı Bahaüddin Veled Hazretlerinin ve annesi Harezm Prensesi Mümine Hatun’un oğlu, bir yandan da “kendisine Rahmanî nefhanın dolaştığı cinse, âli bir asla ait olan” küçük Celâlüddin, manevi ilimler semasında ve kaderinin nurlu yörüngesinde seyre başlamıştı.

Belh’ten Konya’ya kadar 13 sene süren seyahatinde uğradığı ilim merkezlerinin dillerini konuşacak, devrin usulüne uyarak Farsça şiirler söyleyecek ve irşadına makam olarak seçtiği Anadolu’da –devrin eski Rûm ellerinde- Rûmi ve Mevlâna diye adlandırıldıktan sonra Hazret-i Ebû Bekir’e kadar uzanan altın şeceresi, Anadolu’nun Oğuz ve Selçukî bünyesinde Turan Türklüğünün tesirleriyle maya tutacak ve aslından nişan vererek,

Bigâne megrit mera ezin kûyem

Der kûyi şûma hane-i hud micûyem

Düşman neyem ez çend ki düşmen ruyem

Aslen Türkest eğerçi Hindû gûyem

“Beni yabancı sanmayınız. Ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Beni düşman görmeyiniz, düşman değilim. Hintçe söylüyorum ama aslım Türk’tür.”

Diyecektir.

Belh’ten ayrılan ilim kervanı ilk olarak Nişabur’da konakladı. Yıldız-yağmur, yağdığı yerleri nûra boğuyordu. Küçük Celâlüddin Nişabur’da, sevimli nazarlarını ömür boyunca unutamadığı bir ihtiyarın elini öptü: Feridüddin-i Attar, Esrarname isimli eserini, yarınların Mevlâna’sına hediye etti.

Oradan Bağdat’a geçtiler. Bağdat’ta nereden gelip nereye gittiklerini soranlara Bahaüddin Veled:

“Allah’tan gelip Allah’a gidiyoruz. Biz mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gidenlerdeniz.”

Diyordu. Hükümdar Bağdatlı ilm-i ledün sultanı Şehabeddin Sühreverdi’ye danıştı. Sühreverdi:

“Bu sözleri bu devirde söylese söylese ancak Bahaüddin Veled Hazretleri söyleyebilir” dedi.

Gelen o idi. Kervan şanına lâyık şekilde ağırlandı. Eli böyle bir babanın elinde küçük Celâlüddin ilk gençlik yıllarını, devrinin mühim kültür merkezlerinde olgunlaştırıyordu. Şerefli Mekke ve Medine şehirleri ziyaret edildi. Şam’da kendilerini alıkoymak isteyenlere Mevlâna’mızın babası:

“Allah yurdumuzun Rûm ülkeleri olmasını buyuruyor. Bizim toprağımız Konya başkentindedir.”

Diyordu. Kalmadılar ve şehri terk eden baba oğula bakıp bakıp da devrin ulusu Şeyhül Ekber Muhiddin Arabî:

“Sübhanallah bir deniz, bir gönül ardına düşmüş akıyor.”

Diye mırıldandı.

Alperenler’in Yolundan

Sultan-ül Ulema Bahaüddin Veled, eşi Prenses Mümine hatun, çocukları Celâüddin ve Alâûddin ve nice yol ve ruh arkadaşı alimden müteşekkil bu ilim ve ahlâk kervanı, ilmiledün göklerinin yıldız bulutu (kaos)u, pırıltılar serpe serpe Şam’dan geçip Halep üzerinden Anadolu’ya girdi. Türkün iman ahlâkı ile parlayan kılıcı bu kapılardan Anadolu’ya gireli 500 sene olmuştu. Ve bu topraklarda (Rûm)dan, sadece bir kılıç artığı, bir zafer ganimeti olarak muhafaza edilen Diyar-ı Rûm isminden başka hatıra kalmamıştı.

500 sene önce, Alpaslan ordusunun, Horasan erleri’nin Alperen’lerin çizdiği yoldan Mevlâna’mızın şanlı kervanı Malatya’ya geldi. Erzincan’a geçti. Dört-beş sene sonra da Sivas ve Niğde yolundan Karaman’a vardılar. Celâlüddin, 18 yaşlarında idi orada büyük alim Lala Şerefüddin Semerkandi’nin kızı Gevher Hanımla evlendi. Annesi Mümine Hatunla, ağabeyi Alâeddin türbeleri Karaman’dadır. Burada geçirdikleri yedinci senenin sonunda Sultan-ül Ulema ve Celâlüddin Selçuk Sultanı Alaüddin Keykubat’ın davetine icabetle başkent Konya’ya girdiler ve artık orada, taa… Belh’te kendileri için emrolunan Konya toprağında yerleştiler.

Süleyman Şah, Alpaslan’dan devraldığı kılıçla İkonyum’u, Konya yapalı yüzlerce sene geçmiş ve Konya’ya dikilen tuğla, bozkırda ilk Selçuk rüyası gerçekleşeli bir hayli zaman olmuştu.

Konya, Konya olmadan önce İkonyum’du. İkon, put demekti; İkonyum ise put memleketi manasına gelirdi. Şehir putlarla süslüydü, vakti geldi, içindeki putları kırarak Müslüman-Türk Anadolu’nun mümin kalbi oldu. Temizlenen gönle Allah yaraşır, Sultanlar misafir olurdu. Konya’ya ne sultanlar misafir oldu.

Rivayet ederler ki iptidada doğudan uçarak gelen iki veli konacak şehir aradılar. Bu beldeyi görüp beğendiler. Bir diğerine:

“Kon ya Veli!..” dedi. Kondular. Şehrin adı Konya oldu.

Konya, Selçuklular devrinde zamanın en büyük ilim ve medeniyet merkezlerinden biri idi. Elle yontulmuş, işlenmiş bir mücevher gibiydi. Camileri, medreseleri, çeşmeleriyle ve bin bir sanat şaheserleriyle mavi-yeşil Selçuk çinilerinden örülmüş masal şehri gibiydi. Kahramandı. Bir yandan üst üste birkaç haçlı seferini göğüslemiş, geri atmış, bir yandan Moğol istilâsının zulmüne karşı duran Anadolu Türklüğünün ruhuna maya çalmıştı. Sırf bu vasfı itibariyle de Moğol istilasının bütün hışmına maruz kalmış ve ıstırabını çekmişti. Bütün bu tecavüzlere karşı Konya, ayakta kalmayı bilmişti. Kırılmış, fakat eğilmemişti. Mağlup edilememişti. İman dolu bir yürek gibiydi, kendisini taşıyan sineye yük olmamıştı. Konya’da medeniyet alabildiğine bereketli, ince ve billûrî idi. Türkün bütün çizgileri ve renkleri ilk, orada filizlendi ve yeşerdi. Konya’da mimari, bozkırın ufkî sonsuzluğunda bir rüya nebatı gibi büyüdü. Gölgesinde nice ilim ve irfan simaları çiçeklendi. Konya sanatkârlar ve alimler şehriydi. Sultan-ül Ulemayı kabule hazırdı. Siz Bahaaddin Veled olsaydın ve oğlunuz Mevlâna olsaydı, ona yurt diye Konya’yı seçmez miydiniz? Kaldı ki anlara bu şehri Allah seçmişti. Ona uydular.

 

“Peygamberimizin Yolu Aşk Yoludur

Aşk Annemizdir Biz Aşktan Doğduk”

Aşk est tarik-ı râh-ı Peygamber-i ma

Konya, Selçuk medeniyetinin başkenti idi. İnsan, toprak, taş, çini, çiçek kısaca renk, çizgi, koku ve ne kadar güzel olabilirse o devirde Konya o kadar güzeldi. Veli gönüllerinde sanatkârane şekliler alan ve bir yaşama tarzı haline gelen fikirler gibi Konya, taşı balmumu gibi eritiyor, tuğlayı tutuşturuyor, altını saksıda çiçek yetiştirir gibi ince ince yazı ve nakış haline getiriyordu. Alperenlerin, Horasan erlerinin nice bahadır ozanların hatıralarıyla Anadolu’ya giren çadır, Konya’da kubbe oluyor, Turan suları gümüşlü çeşmelerden süzülüyor, bağlar bahçeler saraylarla süsleniyor, bütün şehirde bütün Selçuk şehirlerinde olduğu gibi billûrî bir medeniyet ışıldıyordu. Hem bu, kılıç şakırtılarının, gölgesinde, haçlı belalarının fırtınaları arasında oluyor, kırılanın yerine daha iyisi konuyordu. Sevgi taşa ve insana hakimdi. Alim ve sanatkar, tahtların tacı idi.

Konya’nın kristal manzarasına Sultan-ül Ulema Bahaüddin Veled ve genç Celâlüddin güneş ışıltıları gibi girdiler.

Çevrelerindeki kadirşinas hayranlar yediden yetmişe talebe olur, kandil çevresindeki menşurlar gibi yedi renk üzerine ışık saçarlardı. 18 senelik bir seyahatin gerisinde bir dünya sultanının tahtında Alâüddin Keykubat’la yan yana oturur olmuştu. Bahaüddin Veled, böyle bir şan-ü şeref içinde bir kısa zaman sonra vefat eyledi.

Celâlüddin artık Mevlâna olmuştu. Babasından kendisine güzel ahlâk, ince zevk ve dört medresede dört kürsü miras kalmıştı. Bir yandan ders veriyor bir yandan babasının engin gönüllü müridi Seyyid Burhanüddin’den ders alıyordu. Kalbine düşüp de yeşermeyen tohum, kulağına çarpıp da musiki olmayan ses, kalemine dolanıp da şiir olmayan harf yoktu. Hele iki kere Halep’e ve Şam’a gidip gelmişliği oldu ki, artık çocuklarla ağlar, kuşlarla inler, rüzgârla dönerdi. Bir hoş olmuştu. Sanki ömrünün en güzel rüyasını görmüştü. Kendisi bizatihi Konya’nın ve bütün Selçuk’un rüyası olmuştu.

“Ezan sesi gelince içimdeki mescidin kapısı yanar” diyordu. Bizatihi ezan gibiydi.

“Göz yaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşîn oluyor” diyordu. Secdeden doğrulup dönüyor, dönüyor, dönüyor, bir onda sağsız ve solsuz bir anda yönsüz ve mekânsız bakmak istiyordu.

“Biz yukarıdan geldik, yukarıya gideriz. Biz denizden geldik, denize gideriz. Biz oradan, buradan değiliz. Biz yersiz yerdeniz ve yersiz yere gideriz.

Ruh tufanında biz Nuh’un gemisiyiz, şüphesiz elsiz, ayaksız gideriz.”

Kendisi nurun pervanesiydi. Etrafındakiler de onun pervanesi. Selçuk Sultanlarından Alâüddin, Rüknüddin, İzzüddin Keykavus, Emir Muinüddin Pervane ve herkes, herkes…

Konya, başkalaşmıştı, Konya artık sadece ilim ve sanat merkezi değil vecd ve aşk yuvası idi. Mevlâna:

“Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur.

Aşk annemizdir. Biz aşktan doğduk.”

Diyordu. Alâüddin Tepesi Konya’ya ve Anadolu’ya aşk ve iman emziriyordu. Her köşede medreseler, camiler, hankahlar boy veriyordu. Konya’nın kapıları artlarına kadar aşıklara açılmıştı. Herkes Mevlâna’ya geliyordu, MevlÂna ise herkesin içinde birini arıyordu. Şems’i arıyordu. Kimdi o? Onu bilmeden bunu bilemeyiz kimdi o?

 

“…Âlemin Sarrafı…”

 

O zaman, dünya büyük, mesafeler uzun, yollar çetindi. Buna rağmen dünyanın dört tarafında uzak ellerdeki alimlerin, sanat adamlarının namı söylenirdi. Altın, gümüş, kumaş, baharat vs. taşıyan kervanlar nadide kitapları da bir uçtan bir uca nakleder ve tüccarların yanı sıra alimler de dört bucaktan birbirlerini görmeye giderler, ders alır veya ders verirlerdi. Bu meydanlarda nice hal ehli, söz ehline ilmin esrarını öğretmiş, ne çetin münakaşalardan sonra mağrur müderrisler Mansur gibi Hallaç’a Şeyh Ebubekir gibi nessac’a (dokumacı), Cüneyd gibi zeccac’a (şişeci) boyun bükmüştü. Şahsiyetin sanatla ne alâkası vardı. Cenab-ı Hak insanın iyisini bütün insanlar arasında gizlemişti. O, belki kapı komşumuz, belki arkadaşımız, belki kardeşimiz, belki oğlumuz, belki, babamızdı. Ya falan müderris veya filan talebeydi. İnsanlar birbirlerini kırmamalıydılar, kimin ne olduğu bilinmez, yahut sadece bilenler bilirdi.

 

“Kim ne bilür, bilür’ü

bilmeyen ne bilse bilür’ü

bilmek istersen bilür’ü

bula gör bir bilür’ü.”

 

Aramalıydı; uzun yollar, dumanlı dağlar hasrete karşı koyamazlardı. “Dağ ne kadar yüce ise, yol anın üstünden aşardı” (Yunus Emre)

Mevlâna Celâlüddin’imiz bu şevkle, Konya’dan iki defa Halep’e ve Şam’a gitti. İkinci gidişinde Şam şehrinin kalabalık bir köşesinde karşısına garip kıyafetli, derin bakışlı, çevresine huzur telkin eden bir adam çıktı; Celâlüddin’in elini öptü ve:

“Alemin sarrafı beni tanı!..”

Dedi ve kayboldu.

 

Bir şûle dokunmuştu; Mevlâna’yı ateşlemiş, fakat öyle bir infilak karşısında kalmıştı ki, kendisi de onun alevleriyle yanmıştı.

Mevlâna Konya’ya döndükten sonra, günlerden bir gün Medresede dersini bitirmiş, dostları ve talebesiyle birlikte bir hanın önünden geçerken Şems gene karşısına çıkmış ve şu suali sormuştu:

“Neden Hz. Peygamber Veli Beyazıd-i Bestamî’den büyüktür?”

Mevlâna:

“Beyazid-i Bestami (kendimi tesbih ederim, şânım ne kadar büyüktür, ben sultanların sultanıyım) derdi, demek ki susuzluğu bir yudum lütf ile teskin edilirdi, halbuki Peygamberimiz (Senin göğsünü yarmadık mıydı) Ayet-i Kerimesince Hakkın kâinatı olan mübarek göğsü ile susuzluğa bir türlü kanamıyor, daha yakınlık istiyor (Seni hakkıyla bilemedik) buyuruyorlardı.

Şems bu cevabı alınca bir nara atarak, vecd-ü istiğraka dalmış ve Mevlâna’ya pervane kesilmişti.

Mevlâna 38, Şems 60 yaşlarındaydı.

Mevlâna Celâüddin’in oğlu Sultan Veled bu hadiseyi, coşkun dalgalarıyla kaynaşan iki denizin birleşmesine benzetir.

Kavuşmuşlardı. İkisi de birbirini arıyordu. Şems bu saadete erişebilmek için senelerce dünyayı dönüp dolaşmış, bu yüzden kendisine uçan Şems adını vermişlerdi. Uzaklarda belki ta Tebriz’de bir gün istiğrak içinde Allah’a yalvarmış:

“Ya Rabbi! Bana gizli sevgililerinden birin göster, diye dua etmiş “Senin aradığın, saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş can Belhli Sultan-ül ulema Baha Veled’in oğludur” mealinde cevap alınca “Bana onun mübarek yüzünü göster” demişti. “Bunun şükranesi olarak bize ne verirsiniz?” diye sorulmuş, o da “Başımı!” diye cevap vermişti. Şems’e “Hakiki maksadına ve istediğin şeye ulaşman için Rûm diyarına git” diye ilham gelmiş ve Şeyhi Ebubekir Tebrizî de:

“Rûmda, âteş-i aşka, giriftar bir zat var. Sen varup şûlezan olmak iktiza eyledi” diyerek vazifelendirmişti.

Şems Konya’ya gelmiş, vazifesini yapmış, Mevlâna’nın hem şeyhi, hem müridi olmuştu. Onu türlü imtihanlarla sınadı, sema etmeyi öğretti. Koca MevlÂna medresedeki derslerini, vaat ve sohbetlerini terk edip, rebap ve ney nağmeleriyle sema eyliyor, şiir söylüyordu. Hayatı birdenbire değişivermişti. Kendisini terk etmeyenler onunla birlikte ilm-i ledün göklerine yıldız olup dönüyor, aşkı bilmeyenler ise, şaşkın, hırçın ve kıskanç, iftira yollarına sapıyorlardı. Halk, “bu Şems kimdir ki, Mevlâna’mızı bizden ayırıyor. Mevlâna’mıza ne oldu?” diye içleniyor, Şems’e içerliyorlardı. O kadar ki, Şems Konya’yı bırakıp bir ara gizlice Şam’a kaçtı. MevlÂna oğlunu onun peşinden gönderip, Konya’ya dönmesi için Şems’e yalvardı. Şiirle dolu mektubunda:

“Senin yokluğunda Sema helal olmaz. Senin olmadığın yerde musikiyi şeytan taşlar gibi taşlamak lazım. sensiz şiir bile yazılmıyor. Gel de bizim akşamımız senin nurunla sabaha dönsün.”

Diyordu. Şems iki yıl sonra geldi; dedikodular artınca gene gitti, gene geldi. Bu sefer dedikodular kin halini almıştı. Kin kafilesinin arasında Mevlâna’nın ikinci oğlu Alaüddin’in de bulunduğu söylenir. Kin ile din bir gönle sığar mı? sığmadı tabii. Hain bir hançer Şems’in ruhunu vücudundan ayırdı. Hak tecelli etmiş, Mevlâna’nın yüzünü görmek için başını adayan Şems-i Tebrizî’nin hediyesi kabul olunmuştu.

Rivayete göre şehit edilen Şems, bir kuyuya atılmış, sonraları Sultan Veled, gördüğü bir rüya üzerine oradan çıkararak kendisine Şems-i Tebrizî türbesini yaptırmıştı. Katiller arasında olduğu söylenen Alaüddin ise çok geçmeden iğrenç bir hastalığa yakalanıp öldü.

Mevlâna Şems’in ölümüne bir türlü inanamıyor ve acıklı şiirlerle:

“Güneşin düşmanı gözlerini yumarak,

(Güneş söndü)” diye bağırır.

 

Ezeli hayatta yaşayan için (öldü) diyorlar

Ümit güneşinin söndüğünü söyleyen kim?

Diye feryat ediyordu.

 

Müjde Ey Dirlik İçinde Yaşayan Güruh

Aradan yıllar geçmiş, uzaklarda, vaktiyle, Mevlâna oymağını tedirgin ederek yurtlarından hicrete mecbur edenleri kılıçtan geçiren Moğol sürüleri, Bağdat’a sarkmış ve Şam’ı zorlamaya başlamışlardı. 1258 seneleriydi. Konya’da Mevlâna Celaüddin-i Rûmi’nin talebesinden ve at satıcısı Selâhüddin Kassap bir ün Mevlâna’nın kendisini ziyareti ile şereflendi. Mevlâna heybetle kapıdan içeri girmiş, cins bir at istemişti. Kassap diyordu ki: “Üç delikanlı ve yüz bin gayretle atı eğerleyip önüne getirdim. Bindi ve kıbleye doğru hareket etti. Geceleyin onun toz toprak içinde döndüğünü gördüm. O fil gövdeli at da incelmiş, iki kat olmuştu. İkinci gün tekrar bindi gitti. Akşam namazında döndü. Üçüncü gün gene başka bir atla gitti ve geldi, sonra şu şiiri okudu:

“Müjde ey dirlik içinde yaşayan güruh!..

O cehennem köpeği cehenneme gitti.”

Bir zaman sonra Şam tarafından bir büyük kervan geldi. Rivayet ettiler ki; Moğol askeri Şam’ı muhasara ettiği sırada halk Mevlâna Hazretlerinin oradaki İslâm askerlerinin yardımına gelip Moğol askerini kırdığını gördüler.”

Zaman ilerledi. Moğol belâsı Anadolu’ya musallat olmuş, Selçuk kılıcına çarpmıştı. Bacu kumandasındaki Asya orduları Konya’yı muhasara ettiler. Halk birbirleriyle helâlleşiyor, Mevlâna Hazretlerinden medet diliyorlardı.

Mevlâna meydana göğüs veren bir tepeye çıkıp kuşluk vakti namaza durdu.

Tepenin ardında Bacu’nun çadırı vardı. Kumandanın muhafızları Konya’ya irtifa kazandıran bu muhteşem siluetten ürktüler. Mevlâna’ya oklarını tevcih ettiler. Olmadı. Bir türlü yaylarını geremiyorlardı. Bacu çadırından çıkıp, olanları gördü. Yay ve ok istedi. Üç ok attı ve üçü de geri dönüp Moğol askerine düştü. Bacu:

“Bu aziz’in gazabından sakınalım, eğer her şehirde böyle biri olsaydı biz buralara giremezdik” dedi ve muhasarayı terk etti. Şehri bağışladı. Ona Bahaüddin Veled’in hikâyesini ve Belh’ten nasıl çıktıklarını anlattılar. Bacu sadece:

“Ant içmişliğim var, hatırım için bari şehrin burçlarını yıkınız” dedi. Meseleyi Mevlâna’ya anlattılar, koca velî:

“Yıksınlar da, Konyalılar, şehirlerinin hafif bir zelzele ile yıkılan taştan yapılmış burç ve bedenden başka bir burç ve bedenle muhafaza edilmiş olduğunu ve dikkatle saklandığını görsünler. Eğer Allah erlerinin himmeti olmasaydı Ad ve Semud kavimlerinin şehirleri gibi Konya altüst olurdu” buyurdu ve şu şiir söyledi:

“O Allah aslanları mazlumların feryatları kulaklarına erişince yardıma koşarlar. Bunlar şefkatli ve merhametli insanlardır. Rüşvet almadan yardım edicidirler. Bela yerinde, elem ve cefa günlerinde halka bunlar yardım ederler. Ey belaya tutulan kimse! Git bu kavmi ara. Başına bela gelmeden evvel bunların sohbetini ganimet bil.”

Selçukîler, Moğollarla boğuşur, Moğollar Anadolu’da taş üstünde dikili taş bırakmazlarken Konya Anadolu Türklüğünün kök ve öz hüviyetini koruyor, bir milliyet inşa ediyor, bir medeniyet yaratıyordu. Bir yandan Haçlıların, bir yandan Moğolların mızrağını karşılayan Anadolu medeniyeti, bütün hayatiyeti ile inceliği ile, bütün ilmi ve sanatı ile Konya’ya sığınmış gibi idi. Serhat boylarından dönen sultanlar, vezirler, “inci dikip çiçek büyütür” gibi şaheser üstüne şaheser dikiyorlardı. Bozkırda büyüyen bir milli hasbahçe’ydi Konya. Taş nerde böyle oylum oylum konuşur, çini nerede böyle, geceye gün ışığı katar, yazı nerede böyle gözlere değil de gönüllere akserderdi? Konya’da, Konya’da!..

Yıl 1258. ömrü imar ve inşa ile geçmiş Selçuk veziri Sahip Ata, gök mavisi ve beyaz mermerle, sema ve bulutlarla işlenmiş gibi bir cami yaptırmış, ilk Cuma namazına sevgili dostu Mevlâna Celâüddin-i Rûmi’yi davet etmiştir. Bugün Sahip Ata namıyla anılan ve bize cümle kapısı ile mihrabı armağan kalan bu şahane cami kim bilir nasıl nakış nakış, oya oya, harf harf Büyük Velî’nin gönlüne gülmüştü ki, dayanamadı, eserin mimarını görmek istedi. Çağırdılar. Bu,  temiz ahlâklı, kibar, levent yapılı genç bir Mecusî idi. Türkistan’dan Türk sanatının bütün inceliklerini getirmişti. Hazret-i Mevlâna o derin gözlerini genç mimarın gözlerine tevcih ederek yeşil bir hatla kelime-i şahadet yazılır gördü. Bu güzel, kalbin bu Allah evinin üzerine bu harikulâdeliği kim yazmıştı? Kim yazacaktı ki… Bu kalbin yaratıcısına teslim oldu, bu gönlün sahibine baş eğdi, Müslüman oldu. Adını Gelûk bin Abdullah koydular. Konya Gelûk bin Abdullah’ın eserleriyle, muhteşem mimar da Mevlâna ile doludur. Onun taşı cam gibi şeffaf bir beden haline getiren nefis eserlerinin ardında, daha doğrusu Konya’nın taş bedenlerinin ardında bir başka ruh vardı. Mevlâna ruhu.

“Bizim Mânâ ve Sırlarımız Bütün Dünyaya Yayılacak”

Konya şehrinin manevi sultanı Mevlâna Celâüddin-i Rûmi Konya için “Bu şehre medinet-ül evliya (=evliyalar şehri) deyiniz, Baha Veled’in mübarek cismi ve onların nesli bu şehirde bulundukça, bu şehre kılıç işlemez ve bu şehrin düşmanı yok olur. Bir kısmı harap olup iz silinse ve zedelense de tamamıyla yıkılmaz. Çünkü o harap olsa da bizim hazinemiz onda gömülü olarak kalır. Bizim mana ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak…” diyordu.

Konya şehrini bu sözlerin ışığında dolaşınız; böylece onu hem daha yakından tanıyacak ve sevecek, hem de yüzyıllar ötesinden gelen kerametler yüklü mânâlarla ürpereceksiniz. Gerçekten Konya’ya kılıç işlememiştir. Harap olmuş, fakat tamamıyla yıkılmamıştır. Ve Mevlâna’nın mânâ ve sırları bütün dünyayı tutmak üzeredir.

Tarihi Karatay Medresesinin önündeyiz “harap olmuş, fakat yıkılmamış” 8-10 yıl öncesinin “anıt-kıran” fırtınalarına rağmen yıkılmamış, artık ihtimam ve sevgiyle uzanan ellerin koruyucu desteğine kavuşmuş, Konya’daki bütün şaheserlerle birlikte “Mevlâna hazinesi”nin bir mahfazası gibi himaye altına alınmıştır.

Karatay Medresesi, 1251 tarihinde Selçuk hükümdarı İkinci İzzeddin Keykavus zamanında vezir Celâüddin Karatay tarafından yaptırılmış, açılış merasiminde Hz. Şems-i Tebrizî ile Hz. Mevlâna hazır bulunmuşlardır.

Beyaz ve gök mermerle inşa edilen medresenin sümbül motifleriyle ve taş oyma sanatının şaheserleri halinde hadis-i şeriflerle süslü kapısından, muhteşem bir tak-ı zafer gölgesinden serin avluya, oradan da küçük bir kapıyı geride bırakarak medreseye giriyoruz. Sevimli bir aydınlık… Mavi-siyah çinilerle kaplı, merkezi camla korunan ışıklı bir kubbe… Tam altında büyük bir ayet-i kerimelerle tezyin edilmiş… Soldaki odada Karatay’ın kabri ve sandukası. 8 yıl öncesine kadar bir deri deposu halinde de kullanılan bu şaheserin sağlam kalmış çinileri, medresenin şanlı geçmişini ifade ediyor.

Bakımına şefkatle uzanan eller Mevlâna duasına lâyıktır.

Ne mutlu o geçmiş nesillere ki, bu havuzun çevresinde toplanıp cam kubbeden yağan yıldız ışıklarının aksini seyreder, ilm-i nücum sohbetleri yapar. Yahut şu iki basamaklı ayvana çıkarak Hazret-i Mevlâna’dan ders dinlerlerdi. Demek 685 yıl önce, onun gözbebeklerinde de, şu mavi kubbeyi çeviren ayet-i kerimeler ışımış, şu lâcivert çiniler onun mübarek alnından pırıltılar almıştı.

Naklederler ki, Karatay, Veli yaradılışlı, temiz karakterli, hayır ve sadakatleri herkese ulaşmış bir adamdı. Hazret-i Mevlâna kendisine pek iltifat ederdi. Vefatından sonra bir gün medresenin önünden geçen Mevlâna bir müddet orada karar kıldı, sonra yanındakilere dönerek:

“Bizim merhum dostumuz Celâleddin Karatay, “ben dostların delisiyim, Mevlâna’nın nefesiyle biraz dinlenmek istiyorum diye bağırıyor” dedi. Hep beraber türbeye girip oturdular. Kuran ve mesnevi okuyup Karatay’ın arzusunu yerine getirdiler.

“Dergâhımız Ümitsizlik Dergâhı Değil, Gene Gel!..”

Bir gün alimler, şeyhler toplanmış, bazı ilmî bahisleri münakaşa ederler, fikirlerini teyit için de “falan alim der ki, filan müderris söyledi ki” diyerek sağdan soldan deliller ileri sürerdi. Sohbete iştirak eden Şems-i Tebrizî daldığı murakabeden başını kaldırıp haykırdı:

“Daha ne  zaman kadar “falan, filan adamdan rivayet eder ki” diye başkalarının sözlerini naklederek övüneceksiniz? Ne zaman içinizden biri çıkıp da “kalbim Allah’tan rivayet eder ki” diye konuşacak? Sizin söyledikleriniz, sizden önceki büyüklerin sözleridir. Onlar kendi hal ve makamlarını ifade etmişler. Siz bu devrin insanlarısınız. Sizin söyleyeceğiniz bir şey yok mu?”

Mevlâna bu haykırışla dolmuştu. Bundan böyle onun meclislerinde o, kalbinden rivayetler nakledecek, hicranın neyle, şiirle, cezbesini sema ile ifade edecek, sohbetlerinde altın kelimeler ışıldayacaktı. Onun sohbetleri aslında sesli bir murakabe, duyulur işitilir sessiz bir dua gibiydi:

“Başkalarıyla sohbet ve lâtife etsem de yemin ederim ki gönlümde senin muhabbetinden başkası yerleşmez.

Güneş battığında insan nasıl güneş yerine bir kandil yakarsa ben de öyle yapıyorum.

Diyordu. Mecliste hükümdar ve esnaf, sultan ve asker, zengin ve fakir, her sınıftan herkes bulunurdu.

40 yaşlarından itibaren şöhreti bütün Anadolu’ya yayılıyor, hatta hudutlardan taşıyor ve taa… İran’a kadar uzanıyordu. Kendisinden manalarla yüklü bir gazel isteyen Şiraz Meliki’ne Şeyh Saadi, Mevlâna’nın o günlerde o beldelere getirilen bir gazelini gönderiyor ve yazdığı mektubu şöyle bitiriyordu:

“Anadolu’da zuhur eden mübarek bir zatın gizli nağmelerindendir. Bundan güzeli söylenemez. Benim arzum odur ki, bu yüce kişinin ziyaretine Anadolu’ya gideyim ve yüzümü mübarek ayağı toprağına süreyim.”

Mevlâna meclisi devrin en yüksek ilim ve irfan mektebi, aşk yuvası olmuştu. Nice alim ve sanatkâr, coğrafyanın dört köşesinden koparak gelir ve bir kalbe girer gibi Celâüddin-i Rûmi’nin dergahına girerdi. Artık herkes onu Mevlâna (efendimiz) diye anıyor, öyle çağırıyordu. Koca Veli:

“Fazıl ve muhakkiklere arz için, meclisimize gelenlere sunmak için ne ilimler tahsil ettim, ne meşakkatler çektim.”

Diyor ve “Ya Rabbi! Bana başka bir dil, bir ruhani dil ver, ezeli varlığının kutsi sıfatlarını sözsüz olarak gönlümün içinde söyleyeyim” diye dua eyliyordu.

İlmin ve tahsilin kemalindeydi. Öğrenip hissettikleri, kalbinden güller gibi çiçek çiçek taşıyordu. Fikirler kâh şiir olup dilinden dökülüyor, kâh keramet olup cezbediyor, kâh sema olup aşkına dem tutuyordu.

Ezan gibi, afv ve merhamet gibi insanlara uzanıyor, onları kurtuluşa çağırıyordu:

Bazâ bazâ her ançi hesti bazâ

Ger kâfir-ü gebr-u putperest-i bazâ

İn dergeh-i ma dergeh-i nevmidî nist

Sad bar eğer tövbe şikest-i bazâ

“Gene gel gene gel, her ne olursan ol gene gel. Kâfir isen de, Mecusi isen de, putperest isen de gene gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!”

Geliyorlardı; kol kol, fırka fırka geliyorlardı. Gelip de aşka kapılmayan, görüp de kelime-i şahadet getirmeyen yoktu.

Saray mensupları Mevlâna meclisinin müdavimleri arasındaydı. Sarayda tertip edilen sohbetlerde Hazret-i Mevlâna semaya başladığı zaman mücevherlerini koparan hanımlar Büyük Velinin ayaklarına elmaslar döker. Mevlâna ise bu maddi servetlere bakmaya bile tenezzül etmeden içindeki hazinelerin kapısını açar, muhtaçları ilimle, şiirle, ilmi ledün sırlarıyla tezyin ederdi.

Bütün bu meclislerde o, münzevi kalmayı biliyor, birkaç hakiki dost ile gizli gizli, harikulade zengin bir iç dünya inşa ediyor, kalbinin sirayet edici engin aşkını gelecek zamanlara kadar yaymaya çalışıyordu. Kalabalıkta veya yalnızlıkta sadık bir yardımcı onun bu çalışmasını kolaylaştırıyordu: Hüsamettin Çelebi.

Mesnevi, o büyük eser, büyük alem, biraz Mevlâna’mızın ise biraz da Hüsamettin Çelebi’nindi. Sıra ona geldi. Onu anmadan geçmek mümkün mü?..

“Pergel Gibiyim; Bir Ayağım Sımsıkı Şeriat Üzerinde,

Öbürüyle Yetmiş İki Millet Dolaşıyorum”

Mevlâna’nın en yakın dostlarından biri, O’nun en yakın yardımcısı Çelebi Hüsamettin idi. Mevlâna harf olunca o kelime olurdu. Mevlâna nur olunca o ayna kesilirdi, Mevlâna şiir olunca o kalem olurdu. Kalabalıkta ve inzivada Hüsamettin, Mevlâna’yı hiç terk etmez, mürşidinin haliyle hallenir, diliyle dillenirdi. Mevlâna:

“Yaz bakalım!..” deyince Çelebi bayramlara garkolur, gece gündüz, yemeden içmeden dinler ve yazardı. Celâüddin-i Rûmi bakışlarını onun kalbi üzerinde dinlendirir, kim bilir oradan ne derûnî güzellikler çıkarır ve onları aleme gösterirdi.

26 binden fazla beyitle örülmüş zarfı ve engin manasıyla, İslam dünyasının büyük kitaplarından biri olan Mesnevi, böyle meydana geldi. Çelebi Hüsamettin bir gün Mevlâna’dan, dervişlik terbiyesi, tasavvuf ahlakı, enbiya menkıbeleri üzerine bir eser yazmasını rica etmiş, o da parmaklarının arasında duran bir kâğıdı Hüsamettin’e uzatarak:

“Biz de böyle bir şey düşünüyorduk” demişti.

Verdiği kâğıtta Mesnevî’nin ilk 18 beyti, o ateşin mısralar vardı.

Böylece Mesnevî’nin yazılmasına başlandı. Mevlâna söylüyor, Hüsamettin yazıyordu. Altı senede, altı büyük cilt meydana geldi. Mesnevî’de en karışık tasavvufî meseleler herkesin anlayabileceği kadar basit, fakat harikulâde güzel hikâyelerle anlatılıyor, şiirin, -Mevlâna’ya göre bir sihr-i helâl olan şiirin- o en ince telkin kabiliyetiyle din ve ahlâk dersleri veriliyordu. Yazıldığı günlerden itibaren Mesnevî’nin şöhreti, telkin ve nüfuz sahası bütün Anadolu Türklüğünü kavramış, hudutlardan taşarak Asya’ya doğru yayılmıştır. Aşk havuzuna düşen firûzenin gittikçe büyüyen daireler meydana getirmesi gibi Mesnevi de bugünlere kadar tesir sahasını genişletmiş ve çoğalan bir deniz gibi doğuyu, batıyı dalgalandırmıştı. Koca Mevlâna:

“Gün gelecek bizim mânâ ve sırlarımız cihana yayılacak” diyordu.

Bu mutlu inkişafa şahit olmaktayız.

Divan-ı Kebir’inde coşkun bir şair, Mecalis-i Seb’a’ında büyük bir alim, Fih-i Mâfih’inde insanın iç dünyasından büyük sesler getiren bir veli olarak görünen Mevlâna Celâüddin-i Rûmi Mesnevî’de bir mürşid-i kâmildir.

Mesnevî’de altı yılın ruh macerası ilim ve şiirle iç içedir, aşkla doludur.

“Pergel gibiyim, bir ayağım sımsıkı şeriat üzerinde, öbürüyle yetmiş iki milleti dolaşıyorum.”

Diyen yüce Mevlâna, Mesnevi’de, İslâmî disiplini rencide etmeksizin yepyeni fikirleri müdafaa ve telkin ediyordu.

Mesnevi, Hazret-i Mevlâna’nın ömür kandili gibiydi. Ruhunun bütün fırtınaları bu, meclisler aydınlatan şulenin temevvüçleriyle ışıdı. Ve Mevlâna bu ışıklarla bir mum gibi eriye eriye aydınlattı. Mesnevî tamamlanınca da hastalıkları sıklaştı. Hilal kaşlarının derinliğindeki gözlerinde daha keskin ve maveraya daha yakın pırıltılar vardı. Şakaklarına, uçları daima kesik bıyıklarına, sakallarına kırlar düşmüştü. Sarı buğday benzi, zaman zaman ateşle kızarıyordu. Devamlı riyazetlerle vücudu zayıf düşmüş ve öne doğru eğilmişti. Çevresindekileri:

“Kendinizi üzmeyiniz; hastalığımız bizi bu alemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir” diye teselliye çalışıyor ve Konya avizesinden bütün medeniyetine gizli bir ışık dağıtmakta devam ediyordu.

Şair Ahmet Hamdi Tanpınar, (Beş Şehir) isimli kitabında Konya’yı anlatırken:

“Her büyük şehir gibi Konya’da muayyen bir devrin eseridir. Zaman onu ne kadar değiştirirse değiştirsin Türk Selçuk devrinin ona verdiği hususiyet çizgilerini silemez. Bu devrin Anadolu Türk abidelerinde garip bir hal vardır. Yanı başlarında daha büyük, daha muhteşem, daha zengin, yüzlercesini yapmak mümkündür, fakat daha yerlisini asla! Anadolu tarihine bu abidelerin önünde geçilecek murakabe saatlerinde erişilir” diyor.

Ne kadar haklı. Bütün bu çini bakışlı asil taş-devlerin ortasında Mevlâna, manzaraya şeffaf bir esrar katıyor. Mevlâna ile bütün Konya abideleri kendiliğinden bir gizli ışıkla aydınlanmakta ve modern şehrin hareket dolu havasında insan, yüzyılların dost Mevlâna’sının ellerini öpebilmektedir. İşte Şekerciler hanını bulunduğu yol. Şems, Mevlâna’yı burada karşıladı. İşte Alaüddin Camii, Mevlâna burada namaz kıldı. İşte eski bir Konya çarşısı Mevlâna’mızın sevgili dostlarından, kuyumcu Selâhüddin Zerkub’un dükkânı burada idi. Söz, döndü dolaştı Selâhüddin Zerkub’a geldi. Ondan bahsedeceğiz. Mevlâna’nın ona büyük sevgisi vardı ve bu hikâye şöyle başlamıştı:

Mevlâna Celâüddin-i Rûmi hazretleri bir gün çarşıdan Tebriz’de Şems’le tanışmış olan bir altın dövücünün dükkânı önünden geçiyordu. Kendisine Şems’in halini müşahede ettiği kuyumcunun çekiç seslerine uyarak sema etmeye başladı. Bir yandan da çekiç seslerinin ahengine uyan vezinle irticalen şiir söylüyordu:

“Yekî gencî bedîd âmed der in dükkân-î Zerkûbî

Zehî sûret zehî mânâ zehî hûbî zehî hûbî”

“Bu altın dövücünün dükkânında hazineler göründü. Orada suret ve mânâ var. Ne güzellik, ne güzellik.”

Mevlâna dönüyor, altın dövücü Selâhüddin altının ezilip yok olacağını düşünmeden çekici vuruyor ve ağlıyordu.

Mevlâna, ömür boyunca onunla arkadaşlık etti. Onun vefatından sonra acıklı mersiyelerle hasretini ifade ediyordu:

“Ey hicranına göklerin ağladığı! Gönlümüz derin elemlere dalmış, aklımız ve canımız senin için ağlıyor. Bu cihanda senin yerine geçecek kimse olmadığı için yer de, yersizlik de senin için ağlıyor.”

“Gökten Can Kulağıma Göç

Davulunun Sesi Geliyor!”

Cumalardan bir Cuma günüydü. Mevlâna Hazretleri Kale mescidinde vaaz ediyorlardı. Kur’an okuyor, ayet-i kerimelerin inceliklerinden bahsediyor, şiir söylüyordu. Cemaatten bir fakih:

“Vâizlerin çoğu böyle yapar, başkalarının kitaplarından tefsirler nakleder, aslında vaiz oldur ki, okuduğu ayetlerin derinliğine dalarak acayip faydalarıyla dünya bilgilerinin kalbini kazana…” diye düşündü. Mevlâna, daldığı istiğrak aleminden baş kaldırıp fakihe dönerek:

“Haydi bakalım, Kur’an-ı Mecid’den aklına gelen sûreyi oku da acayipler gör” dedi. Herkes hayranlığına garkolmuştu. Fakih, “Ve’d Duha” sûresini okudu. Hazret-i Mevlâna:

“Allah’nın has kulları kalplerin casuslarıdır. Onların sohbetine ulaştığın vakit gönül huzuru ve tam doğrulukla bulun ki ebedî saadetten nasipsiz kalmayasın” buyurdu ve sonra “Ve’d Duha” sûresini tefsir etmeye başladı. Vaaz, akşam namazına kadar uzamış, Mevlâna henüz (yemin vav’ı) hakkında garip ve nadir tefsirlere dalmıştı. Cemaat hep mestoldular. Mânâsız fakih ağlaya sızlaya minberin eşiğini öptü, Mevlâna’ya mürit oldu. O gün Konya’nın ileri gelenleri hep mürit oldular. Sanki küçük bir kıyamet kopmuş ve sûr-u İsrafil üflemişti de canlı bedenlerindeki ölü ruhlar ebedi hayata kavuşmuşlardı.

Rivayet edilir ki, bu, Mevlâna’nın son vaazı idi. Fakat gazeller ve rûbaîler söylemekte devam ediyordu:

“Ey âşıklar, ey âşıklar! Cihandan göç etmek zamanı geldi. Gökten can kulağıma göç davulunun sesi geliyor” diyordu. “Bu başları eğilmiş mumlar, bu kırmızı perdelerden acayip halk dışarı çıkıyor ve gayb âlemi beliriyor” diye işaret veriyor, “Gönlüm! Sevgiliye doğru git, ey dost, dostu karşıla, ey bekçi uyan, bekçiler uyumaz” diye sesleniyordu.

Artık her sözü vasiyet gibiydi, dostları başucundan ayrılmıyor, hele oğlu Sultan Veled ile Çelebi Hüsamettin kendisini gece gündüz hiç terk etmiyorlardı.  1273 yılının 16 Ocağında bir Cumartesi günü idi; Hüsamettin hıçkıra hıçkıra pîrinin son gazelini kaleme alıyordu:

“Git! Başını yastığa koy. Beni  geceleri rahatsız olan bu biçareyi yalnız başıma bırak. Biz geceleri sabahlara kadar inleyen, çırpınan sevda dalgalarıyız.”

“Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm. Başı ile bana işaret etti: “Bizim tarafa gel” dedi. Her ne kadar bu yolda ejderha varsa da, o zümrüdün parlaklığı ile ejderhayı kov.”

Ertesi günü, kalbinden ve zekâsından taşan nûr deryası içinde, rayihasını zerre zerre atmosfere dağıtarak solan bir masal gülü gibi bu dünyadan kopup cennet havuzuna düştü. Şikâyet ettiği ayrılıklar sona ermiş, vuslat tecelli etmiş, 658 yıl önce o gün, dünyayı onsuz bırakan o düğün gecesinde (Şeb-i arus’un) ney ve rebab sadalarını: (cennet kapısının açılış sesini) aleme yaymıştı.

“Bir aşık ölmek üzere idi, biri sordu:

– Ölüm halinde nasıl gülüyorsun?

– Uçuyorum ben. Şimdi ben hep ağız olmuşum gülüyorum. Yüzlerce ölülerle beraber gülüyoruz. Dudaklardaki tebessümden başka bir gülüşle gülüyoruz.

Ölürken gülmeye mum deme. Aşk yolunda mum gibi eriyenlerdir ki dağıldıkları zaman anber kokusu yayarlar.”

685 yıldan beri o buhurdan hâlâ tütüyor.

Ertesi sabah bütün Konyalılar hep nây olmuş ağlaşıyorlardı. Mevlâna’nın feracesine sarılı tabutu, sevgililerinin elleri üzerinde kuş kanatlarıyla uçar gibi şehrin sokaklarından geçiyordu. Şehir halkı vezirlerden köylülere, müderrislerden talebeye, ihtiyarlardan, çocuklara, kurtlardan kuşlara kadar baştan başa cemaat olmuştu. Kur’an okunuyor, mesnevi terennüm ediliyor, nây üfleniyor, semâ’ semâ’ köpüklenen bir aşk seli üzerinden Mevlâna vuslat deryasına yollanırken, çarşı Pazar onun heyecan dolu nefesiyle çalkalanıyordu:

“Ben ölüp de tabutumu geçirdikleri zaman benim bu cihanın derdiyle uğraştığımı zannetme.

Cenazemi görünce: “Ayrılık! Ayrılık!” diye ağlama. Benim sevgilimle konuşma zamanımdır.

Beni mezara bırakınca “Veda! Veda!” deme; çünkü mezar perdesinin arkasında cennetlerin huzuru var.

Buradan gidişin, gelişini düşün. Güneş ve ay gurub etmekle eksilmez ki.

Hangi dane toprağa ekildi de yeşermedi? İnsan denilen dane için neden şüphedesin? Hangi kova kuyudan boş çıktı? Can Yusuf’u kuyudan niçin feryat etmiş?

Burada ağzını kapar, orada açarsın!..”

Önünde büyük alim Sadrüddin Konevi, Vezir Muinüddin Pervane ve saray erkânı, iki hekim ve talebeler bulanan cenaze alayı akşama doğru ancak musalla taşı önünde karar kılabildi. Halkın heyecanlı alâkası yüzünden dış tabutun altı kere yenilenmesi icap etti.

O Bir Hazine İdi Toprak Altına Gizlendi

Mevlâna’nın vasiyeti üzerine şeyh Sadrüddin Konevi cenaze namazını kıldırmak üzere öne geçtiği zaman, ön safta bulunan hekim Ehmelûddin:

“Edebe riayet ihmale gelmez, bu göçen, hakiki şeyhlerin sultanıdır” diye ikaz etmiş, buna rağmen Sadrüddin hıçkırmaktan kendisini alamamış, hatta bayılır gibi olmuştu. Bunun üzerine Kadı Siracüddin, namazı kıldırdı. Mevlâna bir rubaîsinde:

“Ger men bi murem biyârid şumâ”

“Ölürsem, ölümü götürüp sevgilime bırakınız”

diyordu. Öyle yaptılar.

Konya’ya geldiklerinde Sultan-ül Ulema Baba Veled’in işaret buyurup da, kendisini defneyledikleri yere, O’nu da götürdüler. Güneş, gömülür müydü hiç?.. Batar batmaz doğdu yeniden.

Mevlâna’nın sevgili oğlu Sultan Veled diyor ki:

Hicretin 672’nici senesi cümadel-âhiresinin beşinci günü, o ulu sultan göç etti. Gözler yaşlarla doldu; gönüller matem içinde inledi. Şehirde ne kadar halk varsa, büyük küçük hepsi ağlıyor, hıçkırıyordu. Müslümanlar, “O, peygamberimizin nuru ve sırrıdır, faziletlerin sonsuz denizidir” diyorlardı, Hıristiyanlar ona “O bizim İsa’mızdı”, Museviler “Bizim de Musa’mızdı” diye sesleniyorlardı.

Bu hal kırk gün devam etti. Matemzedeler kırk günden sonra evlerine döndüler. Fakat gece gündüz “O bir hazine idi, toprak altında gizlendi” diye inlediler.

Rivayet olunur ki Mevlâna Celâüddin-i Rûmi’nin tabutu kendisi için hazırlanan mahalle, babası Sultan-ül Ulema Baha Veled’in yanına getirilince, oğlunun ilim ve aşkı hürmetine Baha Veled, uzandığı kabirden sandukası ile birlikte ayağa kalkmış ve ona başucunda yer vermişti. Bu rivayet yüzyıllar boyunca böyle konuşuldu. Aslında bu “imkânsız”ın “imkân”ı, Mevlâna sevgisiyle dolu gönüllerin şiirinde, çelebiliğin, inceliğinde, irfanın yüceliğindeydi.

Mevlâna:

“Ölümümüzden sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim mezarımız âriflerin gönlündedir” demişti. Bu böyle olmakla beraber koca veli için gönül gibi bir türbe yapılmalıydı öyle bir türbe ki insan oraya girdiği zaman bir veli gönlünce duyulur gibi olduğunu hissetmeliydi.

Aşık kişilerin bir vezir (Muinüddin Pervane), bir sultan (Gürci Hatun) bir emir (Alemüddin Kayser) bir Mevlâna oğlu (Sultan Veled) ve iki büyük mimar (Tebrizli Bedreddin) (Abdülvahid) buluşup görüştüler. Onların el ve kalb beraberliğinden Mevlâna türbesi doğdu, türbe Orta Asya’dan gelen hatıralarla, Küçük Asya’da (Anadolu’da) görülmüş bir millet rüyasında tecelli eder gibi doğdu. Selçukîlere ait bir gül bahçesinde güllerden biri büyüdü de Mevlâna türbesi oldu.

Bir yanda Yavuz Sultan Selim, bir yanda Kanuni Sultan Süleyman’ın hürmetiyle onarıldı. Sekiz yıl öncesine kadar (anıt kıran) fırtınalarına maruz kalan türbe halen şanına lâyık bir saygı ve alâka görmekte, tamirine uzanan kadirbilir ellerin ışığında eski aydınlığına kavuşmaktadır.

İşte, bozkırın ufkî sonsuzluğuna mânâ ve madde olarak irtifa kazandıran şu mavi kubbenin gün ışığı yağdıran çini çadırı altında çevresinde halkalanıp kubbelenmiş.

Bir gümüş kapı, ney sadalarıyla eriyip altın yazılarla aydınlanan türbenin ılık loşluğuna davetkârdır. Size ilk kapıyı:

Kâbe-tül-uşşak bâşed in makam

Her kim nakıs âmed inca şüd temam

Beytiyle Sultan Veled açıyor. Diyor ki:

“Bu makam, âşıkların Kâbe’sidir; buraya noksan gelen tamamlanır.”

Sultan Veled hemen sağınızda uzanıp uykuya dalar. Soldan Horasan Erleri’nin ikram eylediği huzur vadisini takiben Sultan-ül Ulema ve Mevlâna’ya ulaşırsınız. 685 yıldır kaç neslin çocukları, yüz binlerce dudak olup bu gümüş merdivenin eşiğini öptüler.

Sandukanın cephesinde Sultan Veled’le Çelebi Hüsameddin tarafından hazırlanan bir kitabe 685 yılın bir ucundan sesleniyor:

“Rahman ve Rahim olan Allah adıyla. Ve ancak ondan yardım dileriz. İyi son, kendilerini günahlardan koruyanlar içindir. Allah’ın zalimlerden başak kimseye düşmanlığı yoktur. Şu istirahat (uyku) yerini, dinlenme yurdunu ziyaret eden kimse kutludur. Burası, doğu ve batı alimlerinin sultanı, karanlıklardan parlayan, karanlıkları aydınlatan Allah’ın parlak nuru, imam oğlu imam, İslâm’ın direği, Celâl ve ikram sahibi olan Allah’ın huzur-u izzetine halkın yol göstericisi, delilleri yıkılıp mahvolduktan sonra yeni baştan din alâmetlerini açıklayan, nişaneleri yıpranıp kaybolduktan sonra tekrar yakın yollarını aydınlatan, hali ile arş hazinelerinin anahtarı olan, sözüyle yeryüzü definelerini izhar eden, halkın gönül bahçelerini hakikat çiçekleriyle süsleyen, kemal gözbebeğinin nûru, cemal suretinin ruhu, aşıkların gözbebeği: Bütün dünyadaki âriflerin boyunlarını sevgi gerdanlıkları ile bezeyen, hakla bâtılı ayıran, Kur’an sırlarını kavramış bulunan ve Allah bilginlerinin mihveri olan Mevlâna’nın (efendimizin) uyuduğu yerdir.

Ölüm Beni Ezse de Ben Gene O Aşk’ım

Rivayet edilir ki:

(İbrahim Ethem Hazretleri bir gün Cebrail Aleyhisselâm’ı elinde kalem kâğıtla gördü ve yeryüzüne niçin indiğini sordu. “Dünyadaki velileri yazacağını” söyleyen Cebrail’e İbrahim Ethem: “Beni de yaz!” dedi. “Senin için emir verilmedi, sen evliyadan mısın?” “Evliyadan değilsem de evliyayı severim” cevabını alınca bir müddet sükut edildi. Sonra Cebrail Aleyhisselâm: “Emri İlâhî geldi, listenin başına senin ismini yazacağım” buyurdu. (Feridüddin-i Attar’ın Tezkiret ül Evliya isimli eserinden)

Asırlar boyunca aşık gönüllere hükmeden Mevlâna sevgisinin sırrı bu sözlerde gizlidir. Mevlâna:

“Aşk bizim Peygamberimizin yoludur. Aşk annemizdir, biz aşktan doğduk” diyordu.

“Ölüm beni ezse bile ben gene o aşk’ım” diyordu.

Gönül aşk doluydu. Düşmanlık nedir bilmiyordu. Sirayet edici hassalar taşıyan sevgisi, dokunduğu kalbi, ulaştığı gönlü de sevgiyle dolduruyordu.

Anadolu’nun kalbinde Mevlâna, bir aşk mektebi kurmuştu. Asırlar boyunca nice yüreklere nûr düşürmüştü. Sevgisi hudutları aşıyor, yetmiş iki millete yayılıyordu:

– Doğru mu bu demişler. Katı yürekler hesap sormuşlardı. “Yetmiş iki milletle dost olduğu doğru muydu?”

– Evet demişti de bu cevabı alan softa nice küfürler etmişti. Kendisini sabırla dinleyip de Mevlâna:

– Bitti mi? diye sormuş, öteki:

– Evet! Deyince:

– Seninle de dostum ben, diye çağlamıştı. Ham fikirlerinin nasıl yalvarıp özürler dilediğini, nasıl birdenbire seven bir kalbe sahip olduğunu bilemezsiniz. Mevlâna’yı bilmezseniz eğer.

O, Selçukîlerin destanı, Osmanoğullarının hatırası idi, bizim de mektebimiz, aş ve ümit kaynağımız olmalıdır.

Medeniyetimizin 700 yılını iman, sevgi ve sanatla besleyen en feyizli pınarlardan biri o idi. Adını ister Mevlevîlik, ister Muhiblik ister Mevlâna sevgisi koyunuz, isterseniz bütün mefhumlar Mevlâna medeniyeti tarihinin muhtelif devirleri olsunlar netice değişmez. O sevgi selinin dokunduğu kıyılar hep ahlâkla, edeple, şiirle, sanatla yeşermiş, bu  cereyanla dönen değirmenler asırlar boyunca aşk öğütmüştür. Mevlevîlik o mektebin adıysa Mevlâna sevgisi bu mektebin adıdır. O mektebin çatısını oğlu Sultan Veled’le Çelebi Hüsameddin kurdular. Bu mektebin çatısı yok. Yersiz yerde, seven gönüllerde.

Şimdi başucunda yattığı babası Sultan-ül Ulema Baha Veled için bir türbe yaptıran Vezir Muinüddin Pervane’ye Mevlâna:

“Gök kubbeden daha iyisini yapabilir misin? diye sordu. Vezir:

“Hayır” deyince Mevlâna:

“O halde bırak, öyle kalsın” demişti. Sonradan Kubbe-i Hadra yapıldı. Buna rağmen Mevlâna’nın türbesi yine gök kubbedir. “Sırrımız, gün gelecek dünyayı kaplayacak” demişti. Yüzlerce seneden beri ışıkları arza yeni ulaşan yıldızlar gibi Mevlâna’nın sârî sevgisi de nice hadsiz hesapsız gönüllere ulaşagelmektedir. Modern tekniğin insanı aşıp, onu çok gerilerde yaya bıraktığı çağımızda yavaş yavaş insanlığın kaybeder gibi olduğu “sevgi”nin “insan şahsiyetine değer erme ahlâkı”nın kazanılmasında Mevlâna ve benzeri iman ve ahlâk kahramanlarına ne kadar muhtacız. Büyük eserler sahibi Molla Cami, Konya’ya gelirken, şehre beş saatlik ir mesafede atından iner, pabuçlarını çıkarır, Mevlâna’nın türbesini ziyaretten sonra, gene beş saat uzakta bir yerde geceler ve sebebini soranlara da: “Mevlâna kabrinin bulunduğu yerde ben ayaklarımı uzatıp nasıl yatarım” cevabını verirmiş.

Molla Camiden 600 sene sonra bir Mevlâna sevgilisi, Şair Arif Nihat Asya Konya’da:

Yeter ey günlerin mûnadisi,

Yeter artık günün taaddisi

Sen nasıl seslenirsin ey nâra

Uyuyor Şehri yâr-ı cûndisi

Elverir gıllugîş teâtisi

Ki bu vadi sükût vadisi.

Diye sesleniyor.

Mevlâna sevgisi yüzyıllar boyu bu ince saygı hissiyle, bütün bir ruh ve sanat medeniyetimizi besledi.

Mimarimiz bütün temellerini, musikimiz en yüksek ihtizazını, çizgimiz hürriyetini, şiirimiz enginliğini hep bu aş ahlâkına borçludur.

“Peygamber Değil Ama Kitabı Var”

                                  “Nist Peygamber Velî Dâred Kitâb”

Her cevher kendisine uygun bir suret hazırlar. Her fânus, kandiline göre ışıldar. Mevlâna ruhu ile Konya, bir mücevher mahfazası gibi işlenmiştir. Aşık gönüllerden uzanan sanatkâr eller, taşı mum gibi yumuşatmış, mermeri sakız gibi eritip göklerin mavisi ile karıştırmış, bozkırın çatlak toprağından yoğurduğu tuğlayı yeşil alevle sırlayarak, sarmaşık gibi duvarlar büyütmüştür. Taş, kâğıt olmuş, parmaklar kalem… Çini defter olmuş, altın mürekkep… Kur’an sayfaları gibi, kapılar açılmış, gök kubbeye yazılır gibi gök çinilere Hadis-i Şerifler işlenmiş, çeşmeler, şadırvanlar Mesnevi rüyası gibi gül gül açmıştır.

Mevlâna, Konya’ya burç ve beden, ruh ve ışık olmuştu. Konya’da mermer, Grek efsanesi gibi hayal mahsulü değildi, tenle ve bedenle yarışmıyordu. Mermerdi, sade, durgun su gibi, temiz sayfalar gibi, bulutlar gibiydi. Konya’da taş Romakâri mübalâğa vasıtası değildi, toprakla karışmış gibi, topraktan fışkırmış kaya gibi, köklü bir bozkır nebatı gibiydi. Bozkıra hürmeten fazla uzamamış, ufkî sonsuzluğu kaba siluetlerle rencide etmekten sakınarak, iklimine uygun ağaç misali; tabii bir azametle büyümüştü. Bursa ve İstanbul yaprakla çiçekse, Konya kök ve daldır. Ve bütün bu ulu çınarın damarlarına Mevlâna ruhu, bir özsu halinde yayılmıştır.

Biz Mesnevi hikâyesinde Mevlana, Anadolu nakkaşlarıyla Çin ressamlarını karşılaştırıyor: Bir perde ile ortadan, müsavi iki kısma ayrılan bir salonun bir tarafı Çin ressamlarına, öbür yanı da Anadolu nakkaşlarına verilir, her iki gruba da istedikleri kadar renk ve çeşit boya… İmtihan saati gelir. Ustalar işlerini bitirmişlerdir. Önce Çin bölümünü gezeriz; ne resimler… kirpik gibi fırçalarla duvarda ne çiçekler açmış, üstlerine ne kelebekler konmuş, ağaçlar arasından ne güneşler doğmuştur. Anadolu kısmına gelince. Sadece bir parlak gök mavisi… Dümdüz bir mavi… “Sanat bunun neresinde?” demeye kalmadan salonu ikiye bölen perdeyi açarlar; Çin odasının bütün resimleri Türklerin mavi parlak duvarlarına akseder ve olduğundan daha iyi görünürler.. Ve Mevlâna ilâve eder, der ki:

“İşte biz de kalbimizi temizlesek, böyle gökler gibi pırıl pırıl eylesek, kâinatın ve dünyanın nakışları içimize bu türlü güler…”

Gerçekten taş tuğla ve çiniyle başlayan Türk sanatının Konya mektebiyle inkişaf eden bütün aydınlıklarında bu sade, bu berrak, bu ledünni, bu uçuk ve esrarengiz güzellik mevcuttur. Dünya kuruldu kurulalı hiç bir yabancı ressamın fırçasında durmayan şu mercan kırmızısı, ilk olarak Türk minyatüründe ışıdı. Türk resim sanatının ilk hür aydınlığı Konya mektebinden doğar. Hat sanatımızın ilk hendesi rüyası Selçuk yazısında kendi kendisini bulur ve çinide uçarı hale gelmeden önce Konya’da Selçuk taşı üzerinde kanatlanır.

Karatay medresesinin açılış merasiminde hazır bulunan Mevlâna, aslında bütün Anadolu Türk mimarisinin, Türk çini ve hat sanatının zengin istikbalini açıyor ve büyük eserinin ilk cumasında genç mimarın gözlerine Mevlana’nın gönlünden akseden kelime-i şahadet, Gelük bin Abdullah’tan Koca Sinan’a kadar bütün dev ustaların yüreklerinden cami duvarlarına altın yazılarla akıyordu.

Bütün bu sabah feyzi gibi çinilerin, ay ışığı gibi yazıların, çiçek gibi minyatürlerin, telkâri-taş mimarinin kafesinden, Mevlâna dudağına dokunan neyle Türk musikisi kanat çırpmaya başlar ve incele incele, hafifleye hafifleye dedelerden Itri’ye, Itri’den dedelere geçerek medeniyetimizin hayat damarlarına cereyan verir.

Fakat Mevlâna sevgisinin, bu ince medeniyetin en cömert kaynağı, başlıca telkin ve tesir vasıtası, şiirdir. Molla Cami’ye Mevlâna için “Nist Peygamber veli dâret kitap” (Peygamber değil amma kitabı var) dedirten büyük eser, Mesnevi, Türk şiiri için şeref dolu bir iftihar vesilesidir. Mevlâna mektebinin ders kitabı olarak Mesnevi gittiği her yerde bir kubbe altı bulmuş, nice yüz bin gönlü süslemiş, nice şairlere ilham kaynağı olmuştur.

Devlet yardımı, hükümdar müdahalesi olmaksızın kendi kendine büyük coğrafyayı kaplayan ve bir mısraının düştüğü yerde bir medrese ve yüzlerce kalp yetiştiren, Mesnevi gibi başka bir kul yazması var mı?

Mevlâna şiire (sihr-i helâl) diyordu; öyle olmasa idi, Doğu­dan Batıya kadar hadsiz hesapsız ruhlar böyle kıvılcım kıvılcım tutuşur muydu?

“Mevlâna Aşkın Rehberidir” -İkbal-

Mevlana Celâlüddin-i Rûmi, Doğuda Gazali ve İbn-i Arabi ile birlikte tasavvufi tefekkür tarihinin en mühim simalarından biri olarak anılıyor. Senai ve Feridüddin-i Attar’la bir arada dünyanın en büyük mistik şairlerinden biri, hatta birincisi olarak tanınır.

“Attar ruh idi, Senai de onun gözü.. Biz ise Senai ve Attar’ in izinden yürürdük” diyen Mevlâna aslında hocalarının mertebe ve şöhretlerini aşarak bütün Doğu-İslâm memleketlerinin gönüller sultanı olmuştur.

Doğuda Mevlâna sevgisini yaygın hale getiren sebeplerden biri de büyük velinin Asya’da doğmuş olması dolayısıyla Asya hemşehriliğidir.

Mevlâna İslâm memleketlerinin müşterek kıymetlerinden biri, beynel-İslâm bir mürşit telâkki edilir ve öyle sevilir. İran’da Mesnevi talebenin ders kitapları arasındadır. Orada Molla Câmi, bu büyük veli bile Mevlâna’ya göre değerlendirilir.

Prof. Firuzan Prof. Prof. Senai, Prof. Mücteba Minovi İran’da birer Mevlâna hayranı olarak kendilerine onun büyük eserlerini mevzu edinmişlerdir.

Pakistan’da ise Mevlâna sevgisi adeta milli bir asabiyet halinde şiddet kazanır. Bunun sebebi Pakistan’ın büyük milli şairi Türk dostu merhum Muhammed İkbal’in Mevlâna’ya olan aşkı ve hürmetidir. Mevlana eseriyle İkbal’in alt şuuruna işlemiş, onu, irşad etmiş, şiiriyle şiirine, heyecanıyla heyecanına tesirler yapmıştır.

“Acemistan’ın lâle bahçelerinden ikinci bir Rûmi yükselmemiştir. Halbuki, Ey sâki, İran aynıdır; Tebriz de keza.”

Diyen şair İkbal Caved Name isimli eserinde Cennete bir seyahat yaptığını ve Mevlâna ile görüştüğünü hayal ve ifade eder:

Rûmi’nin ruhu perdeleri yırtarak

Tepeciğin arkasından doğdu.

Sordum: Var olanla olmayan ne?

Dedi ki: Var olan, kendini gösterendir

Tezahür onun şartıdır ve hayat

İnsanın gayesine ulaşmasıdır.

İkbal, kendisini sevenlere “Rûmi’yi takip ediniz. O nereye giderse siz de gidiniz ve bir müddet başkalıkları terk ediniz” diye nasihat veriyor ve:

“Mevlâna, aşkın rehberidir.

Sözleri susuzlara çeşme

Vücudu vecd-ü heyecandır”

Diye mürşidini tasvir ediyordu.

Geçen yıllardan birinde Konya’yı ziyaret eden Pakistanlı genç öğrencilerin:

“Mevlâna’yı ziyaret etmekle hayatımızın en mesut anlarını yaşadık” şeklinde, ifade ettikleri heyecanlı alâka Doğuda Mevlâna sevgisinin ebediliğini ortaya koymuyor mu?

“Dünyanın En Büyük Mistik Şairi Mevlâna” -Goethe-

Batı dünyasında Mevlâna Celâlüddin-i Rûmi “Doğudan doğan ikinci güneş” diye anılır. Onun her mısraını birer keşif gibi Batıya nakleden müsteşriklerin sayesinde Mevlâna çok eskiden beri orada kendisine hayran gönüller bulmuştur. Batının büyük­leri onu tanıdıktan sonra kendilerini biraz küçük bulduklarını itiraf etmişler ve münekkitler bu hükme daha kati ifadelerle vasıl olmuşlardır.

Büyük Fransız muharriri Maurice Barres: “O, öyle bir şair ki, sevimli , âhenktar, âteşin ve müfrittir. O öyle bir dehadır ki, ondan ıtır, nur ve biraz da garabet intişar eder” diyerek ilave ediyor:

“Bana göre şevk, ışık ve neşe aleminin habercileri olan şairlerin, bu ilâhi insanların hiç birinin hayatı Mevlâna Celâlüddin’inki ile ölçülemez. Onun semâ’ ve teganni yüklü şiirini ve mektebini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.”

Bizzat Goethe Mevlana’yı “dünyanın en büyük mistiği” olarak değerlendirir ve onun şiiriyetinin yanında kendisinin çok zayıf kaldığını ifade ederdi.

Rivor, Mevlâna’mızın “harikulâde bir bolluk ve şiddetle fışkıran muhteşem hayaller kaplayan düşüncelerinden, şimşekler çaktıran bir dille konuştuğundan” bahseder.

Alman şairi Friedrich Rückert’in şiirleri Mevlâna’dan esen ilham rüzgârıyla doludur.

İçli Alman şairi Hans Machzeit, şiirlerinin bir kısmını ithal ettiği Mevlâna’ya bir şiirinde şöyle sesleniyor:

“Ey Rûmi, ben sen olalı

çılgınlık sükûnet haline geldi.

Ben sen olalı

Şimal Cenup, Cenup da Şimal oldu.

………………

Söyle senin semâ, tarikatından

Manâ almayan söz var mı?”

 

Batılıların Mevlâna sevgisini içli şiirlerle bize nakleden en yakın sima, halen Ankara İlâhiyat Fakültesinde Dinler Tarihi Profesörü olarak bulunan Dr. Annemarie Schimmel de bir şiirinde şöyle diyor:

“Şimdi, ey kardeş, sema’a hazırlanın ve ârifane bir sükût ile neyin yanık bestelerine kulak verin.

Yıldızların size gösterdikleri ahenkle, dostun etrafında dönün. Onu methetmek için gümüş yollarda mehtaplar parlayan dalların hafif rüzgârla titreyişi gibi eğilin.

Onların ona gösterdikleri saygı gibi biz de onu baş keserek ihtiram gösterelim.”

Şeb-i Arusdan 685 yıl sonra bir ihya gecesinin sabahında Konya sokaklarında dolaşıyoruz. Eski Konya çarşısında, bir dükkânda tilki derileri teşhir ediliyor. 700 sene önce bu sokaklarda:

“Dilkü!… Dilkü!..” diye bağırarak tilki derisi satan bir köylünün ağzından bu kelimeyi (dil kû) = gönül nerede? Manasına alarak:

“Gönül nerede

Âşıkta gönül ne gezer?”

Diye şiir söyleyen ve samaa başlayan koca Mevlâna’yı görür gibi oluyoruz. Burada her köşebaşı, her hatıra ondan bahsediyor.

Mevlâna türbesinin gölgesinde yetişen genç Konyalılarla sohbet ediyoruz. Söz, dönüp dolaşıp Mevlâna’ya geliyor. Onun adının anıldığı yerde hareketler yumuşak, sözler lâtif, yürekler temiz ve şiir doluyor. Bu hava içinde, Konya’da Mevlâna Derneği kurulması mevzuu görüşülüyordu. Cân-ü gönülden teşvik ve tebrik ediyoruz.

Bir Mevlâna Derneği, bir Mevlâna akademisi olarak büyük mürşidimizi bütün gerçekliğiyle meydana çıkaracak, ona karşı kasıtlı hareketleri durduracak, onu bilmeyenlere öğretecek ve Konya’da kurulması düşünülen Selçuk Üniversitesi için de bu ne güzel, ne yerli ne nûr dolu bir ziynettir.

Mevlâna Sevgisi adı altında hazırladığımız şu yazıları bu fikrin öncülerine ithaf eder, şairin dediği gibi:

“Muhammed’in bahçesinde

Güllerinden öperiz

Celâleddin-i Rûmi’nin

Ellerinden öperiz.”