MEVLÂNÂ, İSLÂM VE TOPLUM- Dilâver Gürer

A+
A-

MEVLÂNÂ, İSLÂM VE TOPLUM*

Doç. Dr. Dilâver Gürer**

Aslında konu oldukça geniş ve bu konuda çok uzun şeyler yazılıp söylenebilir. Ben bu konuşmamda Hz. Mevlânâ’nın dînî-tasavvufî yönünden, Tasavvuf tarihindeki yerinden, gerek kendisinin içinde yaşadığı, gerekse bugünkü toplum için ne ifade ettiğinden ana başlıklar halinde bahsetmeye çalışacağım. Dolayısıyla bu kısıtlı süre içerisinde sözü fazla dolaştırmadan, hemen konuya girmek istiyorum.

Hz. Mevlânâ derken aklımıza onunla ilgili pek çok sıfat gelebilir ve onu belki birçok yönüyle tarif edebiliriz. Ancak herhalde onu en güzel bir biçimde, ‘efradını câmi, ağyârını mâni’ bir şekilde tanımlamak gerekirse, ‘sûfî’ ‘mutasavvıf’ ‘şeyh’ ‘pîr’ ya da bunlardan biraz farklı olarak ‘din âlimi’ tâbirlerinden birisi ile onu vasıflandırmamız en uygunu olacaktır. Çünkü onun diğer bütün yönleri, bütün özellikleri İslam’dan beslenir, onun müslümanlığından beslenir. Ancak o, İslâm’a sûfî bakış açısıyla bakar ve onu bu bakış açısıyla anlar. Sûfî bakış açısı ise zâhirci bakış açısından başkadır. Dolayısıyla Mevlânâ’nın İslâmî ve tasavvufî yönü dışlanırsa, bu yönü görmezden gelinirse diğer özellikleri boşlukta kalır, yanlış mecralara akar veyâ yönlendirilir. Onun için Hz. Mevlânâ’nın düşünce yapısını, sistemini, nasıl bir insan, nasıl bir Müslüman ve nasıl bir sûfî olduğunu ortaya koymamız gerekmektedir. Bu konuyu biraz açalım. Muhammed Celâleddîn-i Rûmî’yi ‘Hz. Mevlânâ’ yapan en önemli hususları sıralayacak olursak, onun iki özelliğinin diğer yönlerinden daha baskın olduğunu ve ön plana çıktığını görüyoruz:

Birincisi, Hz. Mevlânâ bir din alimidir. O eserlerinde hep Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in sözlerini referans olarak alır, fikirlerinde hep bu iki kaynağa dayanır. Burada hemen onun şu meşhur sözünü hatırlatmak isterim:

Bu cân bu tende olduğu müddetçe ben Kur’ân’ın kölesiyim,

Kim ki benden Kur’ân’dan başka bir söz naklederse, ondan da, o sözden de bîzârım.

İkinci olarak, din alimliğinin yanı sıra, Hz. Mevlânâ’nın daha derin bir cephesi vardır: O bir sûfîdir. Esâsen Necmeddîn-i Kübrâ’nın kurmuş olduğu tarîkat olan Kübrevîlik’e bağlı olan Mevlânâ’nın tasavvufî fikirleri yepyeni bir tasavvufî çehre ve kimlik kazanmış ve kendisi adına oğlu Sultan Veled tarafından Osmanlı Devleti’nde ve günümüzde çok etkili olan Mevlevîlik Tarîkati kurulmuştur.

Hz. Mevlânâ büyük bir sûfî, büyük bir tasavvuf ehlidir. Bunun için burada hemen onun o eşsiz eseri Mesnevî’yi örnek vermek isterim. Mesnevi, görünürde iki beyitten oluşan, hiçbir kısıtlaması olmayan bir şiir ölçüsüdür. Mesnevî’deki şiirler hikayelerden oluşur, bazı âyet ve hadîs yorumları içerir. Ancak, Mesnevi ne basit bir şiir, ne de basit bir hikaye kitabıdır. O, sıradan bir tefsir kitabı ve sıradan bir hadîs şerhi de değildir. Mesnevî’nin bir gayesi vardır. Bu gaye daha kitabın yazılışında karşımıza çıkmaktadır. Mesnevî’nin en önemli özelliği, başta Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî eğitimini benimseyenler olmak üzere, dervişlerin el kitabı olmasıdır. O bu gayeyle yazılmıştır. Hz. Mevlânâ kendi tasavvufî düşünce ve eğitim sistemini toplumda herkes anlasın diye kitabında vermek istediği masajı hikayeler vasıtasıyla anlatmıştır. Hikayeler bazı yerlerde somutlaşır, bazı yerlerde semboller, remizler işin içine girer. Bu remzleri erbâbı anlar. Dolayısıyla, Mesnevî’yi okuyan kişinin en azından, güzel ahlâkı, dürüstlüğü öğrenmesi, kötü ahlâka meyletmemesi istenir. Daha derin anlayanlar için ise Mesnevî, tasavvufî hayâtın, seyr u sülûkün, irfanın en yüksek değerlerinin öğrenildiği bir şaheser olarak karşımıza çıkar. Basit bir hikayedeki sembolleri çözdüğümüzde muazzam bir ‘marifetullah/irfan’ boyutu karşımıza çıkar. Mesnevî’de bahsedilen sadece neyin yanık, etkileyici sesi değildir. Neyin sesinin yanında, onun sembolize ettiği daha derin bir anlam dünyâsı vardır. Ney insanın ruh aleminden kopuşundan kaynaklanan acılarını, hüznünü, kederini dile getirir. Yoksa ney Mesnevî’de, diğer bütün remizlerde olduğu gibi, sıradan bir mûsikî enstrümanı değildir. Ney dinlerken sıradan insanlar güzel bir musikiden zevk alırlar; oysa neyden çıkan her sesin sûfî için ayrı bir önemi vardır. Ney onu alır başka alemlere götürür. Buradan hareketle, Hz. Mevlânâ’yı öncelikle tasavvuf ekseninde, mütefekkir, mutasavvıf bir din alimi olarak değerlendirmek lazımdır, diyoruz. Hz. Mevlânâ’nın hoşgörüsü, engin insan sevgisi onun sâhip olduğu tasavvuf birikiminden, Müslümanlığından kaynaklanır.

Hazır Mesnevî’den bahsetmişken, onun Osmanlı toplumundaki yerine de çok kısa olarak temas etmek isteriz.

Umûmiyetle muhtevâsı ve mesajları ile herkesin beğeni ve takdîrini kazanması sebebiyle Mesnevî’yi okumak ve okutmak bilhassa Osmanlı kültürünün vazgeçilemez bir unsuru olmuştur. Dârü’l-Mesnevîlerde ve Mesnevî-hânelerde kültürün yüksek seviyeden bir parçası hâline gelen Mesnevî kırâati “Mesnevî-hân” pâyesini taşıyanlar tarafından nesilden nesile aktarılmıştır. Eskiden vâizlerin, anlattıkları konuda âyet ve hadîs zikrettikten sonra mutlakâ Mesnevî’den de bir beyit zikretmesinin gelenek hâlini aldığı ve cemâatin vâizden bunu beklediği söylenir. Mesnevî, Osmanlı kültürüne öylesine nüfûz etmişti ki, Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönem kuşağından olan ünlü şâir Yahyâ Kemâl Beyatlı, önceki nesillerin medeniyetinin, hayat tarzının ne olduğu kendisine sorulduğunda, bu soruya Mesnevî’nin kültürümüz içerisindeki önemini ve yerini veciz bir şekilde dile getiren şu cümlesiyle cevap vermiştir:

–Medeniyetimiz, pilav ve Mesnevî medeniyeti idi.

Yâni ecdad, pilav yiyerek maddî cihad için güç toplarken, tasavvufta “büyük cihad” diye târif edilen nefisle mücâhede için ise gıdâsını Mesnevi’den alıyordu.1

Evet, Tasavvufta en temel husus, sûfîlerin diğer ulemadan, diğer müslüman düşünürlerden ayrıldığı en bariz nokta, onların mahlukatı Allah’ın en güzel eseri olarak görmeleri, mahlukatın ve özellikle de insanın Allâhü Teâlâ indindeki değerine hassasiyetle vurgu yapmalarıdır. Sûfîlere göre insan, Allâhü Teâlâ’nın yarattığı en mükemmel varlıktır. Tasavvufu diğer ilimlerden ayıran en önemli özellik, belki de onun insana verdiği işte bu değerdir. Sûfîlere göre insan, aynı zamanda, Allâhü Teâlâ’nın muhabbetinden yarattığı bir varlıktır. Bütün sûfîler insanı Allah’ın çok yüce değer verdiği bir varlık olarak görürler. Bu sebeple onlar hiç kimseyi incitmek ve üzmek istemezler. Çünkü, meselâ bir insan çok sevdiği birisinin çocuğuna, çok şımarık ve yaramaz dahi olsa zarar vermek istemez. Çünkü o çocuğa zarar verdiğinde bilir ki sevdiği insan üzülecek. İşte sûfîlerin gözünde diğer insanlar, diğer varlıklar da aynen böyledir. Yani her varlığın sâhibi Allâhü Teâlâ’dır. Onun için onlar hiçbir varlığa zarar vermek istemezler. Onu Yaratıcısından dolayı incitmek istemezler, bilakis onunla iyi geçinmeye çalışırlar ve bütün varlığı bu sevgiyle kucaklarlar. Yûnus Emre’nin ‘Yaratılanı hoş gördük, Yaratan’dan ötürü’ diyerek dile getirdiği tasavvufî prensip, Hz. Mevlânâ’da olduğu gibi, bütün sûfîlerde insana bakışı gösteren en temel tasavvufî ölçülerden birisidir.

Esâsen bu muhabbet mertebesidir. Muhabbet mertebesinden varlığa bakarsanız, kainatta muhabbetten, sevgiden başka bir şey göremezsiniz. ‘Lutfun da hoş, kahrın da hoş’ aslında halk içindir. Zira Cenab-ı Hak’tan lutuftan başka bir şey gelmez. Allâhü Teâlâ mutlak güzelliktir, cemâl-i mutlaktır ve bütün varlık, varlığını O’ndan alır. Dolayısıyla bütün varlık güzeldir. Çirkinlik izafîdir ve insanlara göredir. Bütün sûfîler, ‘mutlak manada çirkinlik yoktur’ der. Varlıkta mutlak manada hep sevgi hakimdir, muhabbet hakimdir. Bütün mesele bunu duyabilecek kulağa sâhip olabilmek, ya da bu seviyeyi yakalayabilmek için gerekli olan tasavvufî eğitimi alabilmektir. Hz. Mevlânâ böylesi kulağa sâhip olan mutasavvıflardandır. Onun insan anlayışında, varlık düşüncesinde en günahkârından en dindarına kadar herkes kendisine bir yer bulabilir. Öylesine geniş bir yelpazeye sâhiptir o büyük mütefekkir sûfî.

Aslında İslâm, bugün birilerinin dünyâya tanıtmaya çalıştığının aksine tam bir barış ve muhabbet dînidir. Çünkü İslâm’ın anlamı “selâmet”tir. Mevlânâ, Allah sevgisini, Allah sevgisinin manasını tasavvufî bir sistem içerisinde son ilâhî vahiy olan Kur’ân-ı Kerîm’den ve o vahyin mübelliği Hz. Peygamber’den alır. Merhameti Kur’ân’dan ve Hz. Peygamber’den öğrenir. Allâhü Teâlâ’nın mahlukatına ne kadar merhametli olduğundan yola çıkar. İsterseniz buna, yani Allâhü Teâlâ’nın ne kadar merhamet sâhibi olduğuna çok basit bir misal verelim. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm besmeleyle başlar. ‘Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla’ demektir. Besmele’de Cenâb-ı Hakk’ın üç ismi yer alır. 1-Cenâb-ı Hakk’ın kendi özel ismi olan lafza-i celâl yâni “Allah”. 2-Rahmân, 3-Rahîm. Buradaki Rahmân ve Rahîm isimleri Allah isminin sıfatlarıdır ve onlardan başka sıfat yoktur. Bu bana oldukça düşündürücü gelmektedir. Yâni daha Kur’ân’ın başındaki besmelede Cenâb-ı Hak insanlara, mü’minlere ne kadar merhamet sâhibi olduğunu, rahmet ve merhametinin diğer bütün sıfatlarından önce geldiğini bildirmektedir.

Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresinin ilk ayeti de kanaatimizce çok güzel, çok çarpıcı bir örnektir. Bu âyet, herkesin bildiği gibi ‘Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun’ mealindedir. ‘Alemlerin rabbi’ demek, her şeyin sahibi demektir. Yâni mü’minin de, münâfığın da, kâfirin de, kısaca herkesin ve her şeyin sâhibi, rabbi Allâhü Teâlâ’dır. Aslına bakılırsa O’nun merhametinden, rahmetinden, sâdece insanlar değil, bütün bir kâinat, bütün bir mahlukat rızıklanır, nasiplenir. Sûfîlik bunu böyle tanımlar. Sûfîler bu ayeti böyle anlar. Eğer kâfir de, münâfık da yeryüzünde yaşayabiliyor ve rızık bulabiliyorsa, bu Allâhü Teâlâ’nın rahmet ve merhameti sâyesindedir. İşte sûfîleri ve dolayısıyla Mevlânâ’yı da diğerlerinden ayıran, cazip kılan şey tasavvufun bu özelliğidir. Herkesin herkese Cenab-ı Hakk’ın gözüyle bakmasının yolunu öğretir tasavvuf. Hz. Mevlânâ bu mertebeye kendi özünde büyük bir başarıyla ulaşmış sûfîlerdendir. Onun maksadı herkesin Allah’ın ‘güzel kulu’ olmasıdır, ‘yaramaz kulu’ değil. Bunun için çabalıyor. “Gel, gel, kim olursan ol, yine gel!” sözlerini böyle anlamak gerekir. Demek istiyor ki: “Burada bir güzellik var; sen de gel, bu güzelliğe ulaş ve sen de güzelleş!” Evet, hayâtın düzeni içerisinde hepimiz Allah’ın kuluyuz,2 ama iyi insanlar var, kötü insanlar var. Allâhü Teâlâ bütün insanlara merhametle bakıyor. Fakat O’nun bir de özel rahmeti vardır. İşte bu özel rahmetten herkes istifade edemiyor. Ya da bunun farkına herkes varamıyor. Bunun yolu ise ancak tasavvufî bir eğitimden geçiyor.

Mevlânâ’nın tasavvufî düşünce ve anlayışının Tasavvuf tarihi açısından da mümtaz bir yere sâhip olduğunu tespit ediyoruz. Şöyle ki: Bilindiği gibi, Kelâm ve İslâm Felsefesi ile birlikte Müslüman düşüncenin üç ayağından birini Tasavvuf ilmi temsil eder. Tasavvufî düşünce ise 638/1240’ta Şam’da vefat eden ünlü sûfî İbn Arabî sayesinde ilmî ve tahkîkî boyutta zirveye ulaşmıştır. Çeşitli zamanlarda Konya’da da bulunmuş olan İbn Arabî ile Mevlânâ’nın iki defa görüştüğü rivâyet edilir. İşte Mevlânâ’nın Tasavvufî düşünce ve Tasavvuf tarihi açısından bir diğer önemi de burada karşımıza çıkmaktadır. O, İbn Arabî’nin tahkîk ve tahakkuk boyutunda, ilmî boyutta zirveye ulaştırdığı tasavvufî tefekküre ilâhî aşk boyutunu da eklemiş ve tasavvufî tefekkürü mükemmelleştir, ona aypayrı bir zevk katmıştır. Böylece, daha sonra gelen bütün sûfîler bu iki zirvenin ışığıyla gönül ve düşünce dünyâlarını aydınlatmışlardır.

Mevlânâ’nın içinde yaşadığı Anadolu Türk toplumunun dînî, kültürel, ilmî ve sosyal hayatı içerisindeki yeri ve önemine gelince:

Bizim kültürümüzde Hz. Mevlânâ’nın din ve tasavvuf anlayışının çok önemli bir yeri vardır. Kültürümüz, İslam’ı ve Hz. Peygamber’in hayatını doğru anlamış, doğru yorumlamıştır. Osmanlı’dan ve daha öncesinden başlayan bu Türk-İslam kültürü iki ana temelden meydana gelmiştir. 1-Zahirî ilimler, 2-Tasavvuf. Zahirî ilimlerde, özellikle Osmanlı toplumu itikatta, inanç esaslarında Mâtürîdiyye Mezhebini, fıkıhta yâni ibâdet ve sosyal hayat kurallarında Hanefiyye Mezhebini benimsemiştir. Bu Osmanlı’yı Osmanlı yapan iki temel ayağın bir tanesini oluşturur. Diğer ayağını ise tasavvuf oluşturur. Bilindiği gibi Osmanlı “sûfî” meşrebe önem veren ve onu ön planda tutan bir toplumdur. İşte bu alanda yâni Osmanlı toplumunun İslâmî kimliğinin şekillenmesinde Mevlânâ düşüncesinin birinci dereceden rol oynadığını görüyoruz. Türklerin diğer insanlarla yüzyıllar boyunca kolay anlaşmasında, diyaloga açık olmasında, beraberce, kardeşçe yaşamasında Hz. Mevlânâ’nın din ve tasavvuf anlayışının doğrudan doğruya tesiri vardır. Biz berâber yaşadığımız herkesle kolaylıkla anlaşırız, onlarla kavga etmeden, barış içinde yaşayabiliriz. Bizdeki bu düşünceyi, bu hoşgörüyü, bu insanlık anlayışını bize öğretenlerin başında Mevlânâ gibi sûfîler gelmektedir. Elbette ki burada Abdülkadir-i Geylânî, Hoca Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Seyyid Yahyâ Baküvî, Şah-ı Nakşbend, Hacı Bayram-ı Velî gibi daha nice bilge, ârif ve erenlerin isimlerini de zikretmemiz gerekmektedir.

Bugün başta Anadolu olmak üzere, bilhassa Kafkaslar, Türkistan, Orta Doğu, Balkanlar ve bir miktar da Kuzey Afrika’da yaşayan müslümanların hattâ buralarda yaşayan diğer insanların, hayâta bakışının, hayâtı, diğer inanç sâhiplerini değerlendirişinin, varlığı anlamlandırış tarzının en temel unsurları arasında Hz. Mevlânâ ve benzeri sûfîlerin fikriyâtının yer aldığını görüyoruz. O insanların yaşam tarzları, düşünceleri Mevlânâ gibi mutasavvıfların din/İslâm ve hayat anlayışları etrâfında şekillenmiştir. Daha da özele inelim ve örneklendirelim. Meselâ siz Konya’dan Mevlânâ’yı çekip alırsanız, geride Konya diye bir kültürel ve sosyal çevre ve hayat kalmaz. Çünkü Hz. Mevlânâ yedi yüz küsur yıldır bu şehrin ilmî, kültürel ve sosyal hayâtını en derin bir biçimde etkilemiştir. Diğer şehirler için de aynı şey geçerlidir; oralarda da hayâtın hep kendi etrafında döndüğü bir merkez şahsiyet, bir “kutup” mutlakâ vardır. Mesela Bakü’de Seyyid Yahyâ gibi. Bu zatların fikirleri ile bu şehirlerin, hattâ onların bulunduğu memleketlerin zihniyetleri şekillenmiştir. Bu topraklarda yaşayan insanlar -bilerek veyâ bilmeyerek- hayâta hep bu şahsiyetlerin gözüyle bakmaktadırlar ve hayâtı hep onların gözüyle algılamaktadırlar. Bu topraklarda, meselâ Anadolu’da, meselâ Konya’da hoşgörüye, diğer inanç ve fikirlere gösterilen saygıya diğer topraklarda, meselâ Avrupa’da rastlanmıyorsa, bu meziyet Anadolu insanına Hz. Mevlânâ ve benzeri şahsiyetlerden kalmamış mıdır?! Bugün için Ahmed Yesevî, Hz. Mevlânâ, Nasreddin Hoca, Hacı Bayrâm-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Emir Sultan, Geyikli Baba, Hacı Bektâş-ı Velî, Yûnus Emre ve diğer pek çok sûfî Müslüman-Türk toplumunun en temel referans ve unsurlarındandır. Onların İslâm anlayışı onların içinde yaşadığı toplumun temel değerlerinin şekillenmesinde birinci dereceden etkili olmuştur.

Bu büyük zatlar sâdece kendi milletlerinin, kendi dindaşlarının değil, beraber yaşadığı bütün din ve ırk mensuplarının sevgisini ve saygısını kazanmış gönül erleridir. Bunun en güzel örneklerinden birisini Hz. Mevlânâ’nın cenâze merâsiminde görüyoruz.

Mevlânâ’nın cenâze törenine Konya’daki hemen herkes katılmış, çok büyük bir izdiham olmuştu. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudîler ve diğer inanç mensuplarından herkes onu son yolculuğuna uğurlamada âdetâ birbirleri ile yarış hâlinde idiler. Hattâ Müslümanlar, Müslüman olmayanları sopa ve kılıçla kovalamaya çalışarak şöyle diyorlardı:

“Bu merasimin sizinle ne ilgisi var? Bu din sultânı Mevlânâ bizimdir, bizim imamımızdır!” Onlar da şöyle cevap veriyorlardı:

“Biz Mûsâ’nın, Îsâ’nın ve bütün peygamberlerin hakîkatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Bütün peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhib­bi ve mürîdi iseniz, biz de öyleyiz. Mevlânâ, insanlar üzerinde par­layan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunun bir hakîkat güneşidir. Güneşi bütün dünyâ ister. Bütün evler onun nûruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Ekmeğe herkes muhtaçtır. Ekmekten kaçan aç bir insan gör­dünüz mü?!”

Acabâ neden herkes Mevlânâ’ya sâhip çıkmıştı ve bugün de çıkılmaktadır?! Çünkü onun insan anlayışında, insanlarda fıtrattan getirdikleri güzellik esastır. Onun için insanın ırkının, renginin, şehrinin, hatta dîninin pek önemi yoktur. Esas olan ‘insan’ olmaktır, ‘adam’ olmaktır. Bakınız bunu şu rubâîsinde ne güzel dile getiriyor:

Yârimizdir gönül her kime aksa

İncimizden çakar, inciler çaksa

Üstü ‘elest-belâ’ damgalı altın

Bizimdir o hangi mâdenden çıksa.

Sanırız aktaracağımız şu anekdot da Mevlânâ’nın gönül ve kültür dünyâmızda bırakmış olduğu tesiri3 oldukça veciz bir şekilde ifâde etmektedir:

Derler ki: Muhammed Celâleddin’den önce üç kelimenin anlamı umumî idi. Onunla birlikte bu üç kelime husûsî oldu. Bu üç kelime şunlardır: 1-Mevlânâ: Kelime anlamı efendi, efendimiz demektir ve hürmet maksadıyla ulemâ için kullanılan bir lakaptı. Muhammed Celâleddin’den sonra sâdece onun için kullanıldı ve “Mevlânâ” denince sâdece o akla geldi. 2-Mesnevî: Bu edebî bir nazım türü iken Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden sonra bu tâbir yalnızca onun eseri için kullanılır oldu. 3-Türbe: Kabir, mezar demektir. Fakat herhangi bir niteleme yapılmadan “türbe” dendiğinde halk arasında Mevlânâ’nın Konya’daki türbesi kastedilir oldu.4

Günümüz dünyâsında da Mevlânâ’nın hayat, insan ve din anlayışının geçerliliğini kaybetmediğini, bilakis canlılığını, tazeliğini hâlâ muhafaza ettiğini görüyoruz. Sâdece Müslümanlar arasında değil, bugün Batı’da olsun, Doğu’da olsun Mevlânâ’yı ve düşüncesini tanıyıp etkisi altında kalan insanların sayısı günden güne artmaktadır. Mevlânâ ile ilgili binlerce yayın ve internet sitesi olduğu belirtilmektedir. Bu bir yana, şurası kesin ki, Mevlânâ Türbesi’nin ziyâretçi sayısı istatistiklere göre, son yıllarda ortalama yıllık 1 milyon 200 bin civarındadır. Dolayısıyla Mevlânâ’yı doğru tanımak, doğru tanıtmak, doğru anlamak ve doğru anlatmak gerekir. Bu bugün bütün müslümanlar için bir görevdir.

Burada son olarak şunu söylemek isterim:

Bugün yaşadığımız dünyada artık düşüncenin önüne çekilmiş olan setler yıkılmış durumdadır. İnsanlar artık birbirini, diğer kültürleri tanımak istiyor ve bununla meşgul. Artık ‘onlar kötü, biz iyiyiz’ diyerek insanları kandıramaz ve avutamazsınız. Çünkü herkes diğerini/ötekini “tanımaya” çalışıyor ve herkesin, hakkında bilgi almak istediği kültürler, toplumlar hakkında doğrudan bilgi alabileceği imkanlar çok fazla. Dolayısıyla Müslümanları da dünya her geçen gün daha yakından tanıyor. Bu tanıma ve tanınma faaliyetinde bir tarafta Üsâme b. Lâdin tipi insanlar, diğer tarafta Mevlânâ, İbn Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi gönül adamı büyük zatlar var. Sûfîler Müslümanların dünyâda tanınmasının târih boyu hep müspet yönünü oluşturmuştur ve bugün de öyledir. Diğer tarafta ise maalesef dîni İslâm’mı doğru anlayamamış, kendi kafasındaki katılığı, yobazlığı İslâm zanneden insanlar dînimizi ve bizi hep kötü tanıtmışlardır. Bu kaba, medeniyetten, muhabbetten habersiz insanlar vasıtasıyla İslâm’ı tanıyanlar Müslümanları hep kötü görecek ve kaçacaklardır. Öte yandan Hz. Mevlânâ gibi şahsiyetleri tanıyanlar bizim inanç sistemimizin, insanlık anlayışımızın, hayâta bakış tarzımızın ne kadar mükemmel, muazzam, insan onuruna nasıl yaraşır olduğunu anlayacaklar, bu güzelliği özümseyenler Müslüman olacak, dierleri de en azından Müslümanlara kötü gözle bakmayacaklardır. Bugün diğer inançlardan olup da sonradan Müslüman olanların kahir ekseriyeti, Hz. Mevlânâ ve diğer sûfîlerin düşüncesinden yola çıkarak İslam’la şereflenmişlerdir. Bu sayı her geçen gün daha da artmaktadır. Müslümanların güzel tanıtılmasında amatör diyebileceğimiz semâ gruplarının ne güzel görevler başardıkları dahi bilinmektedir. Artık dünyada Hz. Mevlânâ sevgisi büyük bir sel olmuş akmaktadır. Dolayısıyla burada bütün gönüldaşlara önemli vazifeler düşmektedir. Daha sistemli, daha ilmî esaslara dayalı, Hz. Mevlânâ’nın saydığımız üç yönünü (dînî, tasavvufî, fikrî yönlerini) ortaya çıkarıcı faaliyetlerle birlikte Hz. Mevlânâ tanıtımlarının dünyanın dört bir yanında elele vererek yapmamız lazımdır. Bu son derece önemlidir.

Geliniz, sözlerimizi Hz. Mevlânâ’nın ölüm döşeğinde iken, daha doğrusu, mâşûkuna vuslat anında iken yanında bulunan kişilere yaptığı şu anlamlı vasiyet ile bitirelim:

Ben size gizli ve açık bütün hallerinizde Allâh’a karşı takvâ sâhibi olmanızı, az yemek yemenizi, az uyumanızı, az konuşmanızı, günahlardan çekinmenizi, oruca, namaza devam etmenizi, şehvetlerden dâimâ kaçınmanızı, insanlardan başınıza gelecek eziyetlere ve cefâlara sabır ve tahammül etmenizi, câhil ve basit insanlarla düşüp kalkmaktan uzak durmanızı, kerem sâhibi ve sâlih kimselerle berâber olmanızı vasiyet ederim. ‘İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.’ Sözün hayırlısı da az ve öz olandır.


* Azerbaycan’da “Mevlânâ Sempozyumu”nda sunulan tebliğ.

**Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi (Konya/Türkiye), dgurer@selcuk.edu.tr, dilgurer@hotmail.com, dilgurer@yahoo.com

1 Bk.: Demirci, Mehmet, Yahyâ Kemâl ve Mehmet Âkif’te Tasavvuf, İzmir-1993, s. 30.

2 Burada “kul” kelimesini “birisinin tahakkümü altında ezilen kimse” anlamında değil, “Allâhü Teâlâ’nın en güzel sûrette yarattığı ve en yüce seviyede değer verdiği insan” anlamında kullanmaktayız.

3 Mevlânâ’nın tesirleri için bk.: Köprülü, Fuad, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar, Ankara-1991, yedinci baskı, s. 227; Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mesnevî ve Şerhi, İstanbul-1989, ikinci baskı, I/XIV-XXXIX; Schimmel, Annemarie, Mevlânâ Celâlettin Rûmî’nin Şark ve Garpta Te’sirleri, Ankara-1963; (aynı müellif), Tasavvufun Boyutları, terc.: Ender Gürol, İstanbul-1982, s. 267-268, 279-282; Can, Şefik, Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti, Eserleri, İstanbul-1995, s. 202-262; Yeniterzi, Emine, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Ankara-1997, s. 93-110.

4 Tâhirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Konya-1971, ikinci baskı, I/23; Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul-1985, dördüncü baskı, s. 268.