MEVLÂNÂ DÜŞÜNCESİNDE FİRKAT VE VUSLAT

A+
A-

MEVLÂNÂ DÜŞÜNCESİNDE FİRKAT VE VUSLAT

Yrd.Doç.Dr. Kadir Özköse·

Özet

Bu çalışmadatasavvuf literatürünün ve sûfî yaşamının iki temel kavramı olan firkat ve vuslat anlayışı, Mevlânâ düşüncesinde Mesnevi’yi esas alarak tahlil edilmiştir

Giriş

Bu çalışmamızda tasavvuf literatürünün ve sûfî yaşamının iki temel kavramı olan firkat ve vuslat anlayışını, Mevlânâ düşüncesinde Mesnevi’yi esas alarak tahlil edeceğiz. Bilindiği gibi Mesnevi, müritlerin irşadı maksadıyla yazılmış ahlâkî-tasavvufî didaktik bir eser, insan ruhunun acı ve neşelerini, tasavvufî aşk ve felsefeyi yansıtan edebî bir mahsuldür. Doğal olarak orta seviyedeki halk düşünülerek yazılmıştır. Mevlâna tarafından ‘Birlik Dükkanı” diye adlandırılan Mesnevî, Doğu-İslam edebiyatında, bir şiir türü olarak, her beyti kendi içinde kafıyeli ve tamamı aynı vezinde yazıl­mış uzun manzumedir. Kısaca Mesnevî, Mevlânâ’nın baş eseri, Mevlevîliğin ana kayna­ğı ve tasavvufun temel kaynaklarından biridir.

Mevlânâ, eski mutasavvıf şâirlerin usûllerine uyarak, her fikri, her nasihati, her nazariyeyi münasip bir hikâye ile anlatır; meselâ, tevekkülün nerelerde iyi, nerelerde fena olduğunu açıklamak isteyince, öğüt verici birkaç beyit ile başlayarak, ona bir de hikâye ilave eder; lâkin,  o  hikâyeyi bitirmeden, arada ikinci, hatta onu da bitirmeden üçüncü hikâyeye geçer ve onlardan sonra ilk hikâyenin neticesini getirir.[1]

Mesnevî, Kur’ân ve hadisten sonra ‘kutsî’ kitaplardan sayılmıştır. O yalnız dergâhlarda değil, camilerde de okunmuştur. ‘Dâru’l-Mesnevî’lerden icazet alan mesnevihanlar tıpkı hafız-ı Kur’an ve mevlidhanlar gibi, Mesnevi’yi cami, dergâh ve özel dinî toplantılarda okuyarak, huşû ile dinletmişler, Mesnevi’deki dinî hakikatleri, cemaat huzurunda tahlil etmişlerdir.

Kavramsal Tahlil

Mesnevi’nin ana temalarından birisi de firkat ve vuslattır. Arapça bir kelime olan vuslat, ‘ulaşmak, varmak’ demektir. Tasavvuf literatüründe ise bir şeyin bir şeye ulaşması, bir şeye irtibat kurmak, sonra onda yoğunlaşmak anlamındadır. Allah, bir kuluna Rabbanî fetihte bulunup, kulun arzu ettiği şeylere ulaşması hâlinde, ona ‘vuslata erdi’ denir. Vuslat, ontolojik manada değildir. Hz. Peygamber bile, Miraç Gecesi’nde Allah’la ontolojik manada vuslata ermemiş, Allah ile arasında “Kâbe Kavseyn” mesafesi kalmıştır.[2] Tasavvufta vuslat, ‘Hakk’a ermek, kemale ermek, olgunlaşmak, seyr ve süluku tamamlamaktır.’ Vâsilûn, ehl-i vuslat, erenler ve ermişler demektir.[3]

Sözlük anlamıyla ‘ayrılık, hicran, sıla hasreti’ manâsına gelen firkat kavramı, halk perdesi ile perdelenmek, vahdet (birlik) makamından uzak kalmaktır. Buna göre salik, sülukunun başlangıcında, beşeriyeti kendisine perde olduğundan, kendisini Ahadiyyet hazretinden ayrı olarak düşünür.[4] Salik, dünya hayatında kendini bir ayrılık içinde hisseder. Vuslata ermek için kesret âleminden ve beşeri varlığından kurtulmak üzere yola çıkar. Hz. İbrahim misali, “Ben öyle sönüp batanları sevmem.”[5] diyerek, “Şüphesiz ben sadece hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim.”[6] âyetini ölçü ittihaz edinmek suretiyle önce ilmen Hakk’a vasıl olur. Sonra basiret perdesi aralanır ve salik Hakk’la beraber olduğunu müşahede eder.[7]

Mevlânâ, Hak’tan ayrı düşmenin ıstırabını yaşarken hissetmekte, ruhun bedene hapsedilişinin sıkıntısını dile getirmektedir. Ayrılığın erdirici yönüne dikkat çektikten sonra, kayıtlardan kurtulmanın çabasına bürünmektedir.

Ruhu Beden Zindanına Hapsetmek

Bedenin meyli nasıl aslı olan yiyecek, içecek, yeşillik ve akarsulara ise ruhun meyli de hikmete, manevi bilgi ve marifetedir. Ruh manen yücelmek, yükselmek ister; beden ise paraya, pula, yiyeceğe, içeceğe bürünmek ister. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.”[8]âyet-i kerimesi gereğince, Allah daima kendisini sevene rağbet eder, onu sever. Dileklerden, isteklerden vazgeçenler, bir tek istek, bir tek dilek peşinde koşarlar. O tek dilek, yani sevdikleri onları çeker, cezb eder. Aşıkların meyil ve dilekleri onları zayıflatır, eritir, sevgililerin meyli ise onları daha güzel, daha parlak hale getirir. Aşıkların aşkı canlarını yakıp yandırırken, sevgililerinin aşkı onların yanaklarını parlatır.[9]

Ötelerden gelen ruhu beden zindanında hapsedenlere seslenen Mevlânâ,  onların ruhun  kanatlarını yüz yerinden yaraladıklarını, işledikleri günahlarla ruhun yükselme kabiliyetini elinden aldıklarını, ruha gereken gıdayı veremediklerini söylemektedir. Ruha gıda diye dana kebabı sunanlara veya ruhu samanlığa götürenlere seslenerek ruhun gıdasının gökyüzünde olduğunu, onun Allah’la buluşmaktan başka gıdasının bulunmadığını ifade etmektedir. Nefsin elinden belalara, acılara maruz kalan ruh sahibini Allah’a şu yakarışları ile şikayet etmektedir:

“Allâhım! Bu kocamış kurttan sana sığınırım. Bunun elinden beni kurtar!” Cenab-ı Allah’ın cevabı ise şu şekildedir: “Sabret! Nerde ise vakit geldi çattı. Seni anlamayan, senden habersiz olan nefisten senin hakkını alacağım, seni kurtaracağım.”

Dolayısıyla Mevlânâ, Allah’tan gelen ruhumuzun safiyetini korumayı, rûhânî güçlerimizden gereğince istifade edebilmeyi ve rûhânî yükselişimizin gerçekleşmesini istemektedir.

Mevlânâ, Allah’ın cemalini görmeyeli sabrı tükenen, yok olan ve beden zindanında bulunan ruhu, Yahudilerin desiselerine maruz kalan Hz. Ahmed’e, Semud kavminin hapishanesine düşen Hz. Salih’e benzetmekte ve ruhun ayrılık acısını şu yakarışlarla dile getirmektedir:

“Ey peygamberlerin canlarına saadet bağışlayan Allâh’ım! Ya beni oldur, yâhut beni yanına çağır, yâhut lûtfet, tenezzül et, sen gönlüme gel! Kâfirler bile senin ayrılığına dayanamıyor da ‘Ne olurdu, ben de top­rak olaydım!’ der. İmansızlar tarafında bulunan bir kâfir bile senden ayrı düşmeye daya­namaz iken, sana inananların, sana bağlananların senden ayrı düşünce hâli nice olur?”

Ruhun bu feryadına Allah’ın telkini ise şu şekildedir: “Ey pâk ve nezih olan rûh, evet öyledir! Sen bana âşıksın ve beden hapishânesinde mahpussun. Fakat bu sözleri dinle, sabırlı ol, saati gelince seni âzâd ederim. Sabah yakındır sus, coşkunluk etme! Ben, senin için çalışıp durmada­yım, sen çalışma!”[10]

Allah’a ulaşan yollar çok çeşitli ama mâsivâ tuzaklarıyla doludur. Sûrî olan varlığımız, sûrî riyâzetle sıhhat bulup güzelleştiği gibi manevî varlığımız olan ruhumuz da manevî riyâzet ve mücahede ile olgunlaşır. Ruhunu rehine verip teniyle yaşayan insanların paslanan gönüllerinde gerçek sevgiye yer yoktur. Manevî hâllerin gerçekleşmesi çekilen çile ve sabırla orantılıdır. O nedenle adresini arayan radar gibi ruhun da özünü Allah’a verip hayatı boyunca yörüngesini değiştirmemesi, Allah’la kavuşana kadar gerçekleşecek sıkıntılara katlanması gerekmektedir.

Sevgilinin Ayrılık Hapsine Düşmek

Yolun uzaklığı yüzünden her yerde durup kalmayışlarını, ‘Hakk kapısında yorulanlardan, usananlardan değiliz.’[11] diye ifade eden Mevlânâ, sevgilisinin ayrılık hapsine düşmüş kişiye ait gönlün ancak mahzun olacağını ve usanıp bıkacağını söylemektedir. Çünkü o, sevgilisinin ve maksudu olan cananının daima kendisiyle beraber olduğunu, O’nun rahmetini daima saçıp durduğunu ve bu nedenle de canının O’na şükretmekte olduğunu söylemektedir. Sözlerinin devamında, gönlünde bir lale bahçesi, bir gülşen ve bir gül bahçesi bulunduğunu, ihtiyarlık, solgunluk ve perişanlığın oraya girecek yol bulamayacağını, kendilerinin daima ter ü taze, genç, güzel, şirin olduklarını ve bu nedenle de daima güldüklerini, nazlandıklarını ve nazik olduklarını dile getirmektedir.

Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil

Ne nizâ eyliyelim ol ne senindir ne benim![12]

diye seslenen Fuzûlî gibi Mevlânâ da aşkın kemâlinin, cânı cânâna vermekle gerçekleşeceğini söylemektedir.:

Ayrılık Acısı

Mesnevi’ye göre ayrılık, O’nun kahrından doğmakla beraber, buluşmanın, kavuşmanın kadrini kıymetini bilmemiz içindir. O; ayrılığı, can buluşma günlerinin değerini bilsin diye ister. Böylece canı terbiye eder, kulağını çeker.[13]

Mesnevi’ye ayrılıklardan şikayet ederek başlayan Mevlânâ, ayrılığın acısını şu beyitleri ile özetlemektedir:

“Bu topraklar, sudan ayrılınca çoraklaşır. Irmaklardan, derelerden ayrı kalan, uzak düşen sular da sararır, kokar, bulanır, kapkara olur. Hayat veren, cana can katan rüzgâr, dostlardan ayrılıp kapalı bir yerde kalırsa kokar veya kesilir; ateş, ocağından ayrılırsa söner, kül hâline gelir, savrulur, gider. Cennet gibi yemyeşil olan bağlar, bahçeler sulardan ayrı düşünce, sa­rarır, solar, yaprakları kurur, dökülür, bir hastalık yurdu olur. Her şeyi anlayan, idrak eden akıl bile dostların ayrılığı ile yayı kırılmış okçu gibi şaşırır, kalır. Cehennem bile ayrılık yüzünden gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği gibi titrer, yandığı gibi yanar, kavrulur. Kıvılcım gibi çakıp yakan, yakıp yandıran ayrılığı kıyâmete kadar anlat­sam, onun dehşet ve şiddetinin ancak yüzbinde birini anlatabilirim. Senin yüzünü gören kişiye acı, seni gören nasıl olur da, senin çok acı olan ayrılığına katlanabilir? Öyleyse onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma. “Yâ Rabbi, beni ayrılık­tan sen kurtar, sen kurtar!” diye duâ et. Bu kadar yetişir. Dünyada ne ile neşeleniyor, seviniyorsan, o neşelendiğin zaman on­dan ayrılığı bir düşün bakalım. Senin sevindiğin şeylere, senden evvel gelen birçok kişiler sevindiler, sonunda o şey ellerinden çıktı, rüzgâr gibi geçip gitti. O şey senin elinden de çıkar, ona gönül verme; o senden kaçmadan önce sen ondan kaç…”[14]

Ayrılığın acısını ayrı kalanlar anlayabilirler. Ayrılık acısı dile getirilemez. Ayrlığın şiddeti iştiyak duyulan olgularla orantılıdır. Ruhumuzu basit arzulara râm kılmamamız gerekmekte, asıl hasreti yaşamak mecburiyetindeyiz. İlahî aşka giriftar olanlar ruhundaki özlem ateşini sular söndüremez. Belki ancak göz yaşı ile dindirilebilir. O nedenle Mevlânâ, ayrılıktan kurtulmak için Allah’a duacı  olmamız gerektiğini vurgulamaktadır.

Aşığın Ayrılığa Dayanamaması

Mesnevi’nin uzun hikâyelerinden birisi Sadr-ı Cihan’la vekilinin buluşmasıdır. Hikâyenin kahramanlarından Buhara hükümdarı Sadr-ı Cihan; Cenab-ı Hakk’ı, vekili de Hakk’ın suçlu kulunu sembolize etmektedir. Kul bir suç işlemiştir. Efendisini sevmektedir. Fakat onun merhametinin sonsuzluğundan haberi yoktur. Korkmuş kaçmıştır. On sene çeşitli yerlerde dolaşmış, çok ıztırap çekmiş, çile doldurmuş, sonunda o sevginin etkisi ile yola düşmüş. Sultanın önünde kesilip ölmeyi, başka yerde dirilerek padişah olmaya tercih edecek kadar özlem duymuş. Onsuz yaşamanın çok acı olduğunu, dayanılmaz hâl aldığını düşünmüş. Sevgilinin yurdu Buhara onun vatanıdır. Yana yakıla, yüreği çarpa çarpa Buhara’ya doğru yönelir. Çölün kumları kendisine ipek gibi gelir, çöl ona gül bahçesi görünür. Görünmeye başlayan Buhara’nın kenar semtleri ile gönlündeki gam ve keder karartısı aydınlığa dönüşür. Hatasından dolayı padişahın küplere bindiğini ve kendisini yaşatmayacağını, kaçıp kurtulmuşken ne diye tekrar Buhara’ya geldiğini, eceline mi susadığını soranlara, derhal geri dönmesini söyleyenlere vekil, susuzluk hastalığına tutulmuş bir hasta olduğunu, kendisini suyun çekip getirdiğini, suyun kendisini öldüreceğini bildiği hâlde kalkıp geldiğini söyler. Hileye başvurarak kaçmasından büyük pişmanlık duyar. Kendini pervane gibi buluşma mumunun ateşine atan vekilin âhı göklere yükselir.

Hikâyenin devamında kulun Allah’ı sevdiği gibi, Allah’ın da suçlu kulunu sevdiği beyan edilmektedir. Buna göre, Sadr-ı Cihan, kendisine meftun olan, yanan, yakılan vekilinin hâline merhamet eder, kendisini bağışlar. Fakat yıllardır vekil onun bu merhametinden habersiz yaşamış ve ayrı kalmıştır.

Yılların hasreti ile yanan vekil, Sadr-ı Cihan’la karşılaştığı ilk anda onun yüzünü görünce, can kuşu bedeninden uçup gider hâle gelir, bedeni kuru bir dal gibi, tepeden tırnağa kadar buz kesilir. Ayrılığından ötürü çok mihnet ve meşakket çeken âşığı kendine getirmeye, ayıltmaya çalışan Sadr-ı Cihan kendisi ile dirilen ve kendisinin sevgisi ile hayat bulan vekiline kendi canından can katar.

Buluşma ve kavuşma çağrısını duyan âşık kendine gelir. Dile gelip Sadr-ı Cihan’ı, Kaf dağından geri dönen zümrüd-i anka’ya ve aşk kıyametinin İsrafil’ine benzetir, hizmetinden ayrılalı evvel ve ahirin, ön ve sonun kalmadığını, çok aradıysa da kendisine benzer ikinci bir sevgili bulamadığını, ayrılık ateşi ile yanalıdan beri varlık tarlasının dört unsur ve beş duygusundan kurtulduğunu, Sadr-ı Cihan’dan başka bir şey bilemez olduğunu, görülen kanların kendi gözlerinden aktığını, söz ve feryadının gök gürültüsünü andırdığını söyler. O ağladıkça Buhara halkı etrafına toplanır, herkes bu hale şaşırır, bu aşka ve bu hâle akıl da şaşıp kalır. Bu minvalde son bulan hikâye, ilahi aşkın kudretini göstermesi, kulun Hakk’a mülaki olmaya müştak oluşunu arzetmesi bakımından dikkate değer gözükmektedir.[15]

Kul olarak Allah’tan özge bir kurtuluş yolu bulmamız mümkün değildir. Susuzluk ve açlığımızı doyuracak olan ancak Allah’tır. Gönlümüzün kendisiyle tatmin olacağı yegane varlık O’dur. İşlediğimiz hatalar, yaşadığımız noksanlıklar nedeniyle O’ndan ümidi kesmek en büyük vebaldir. O bize bizden yakın olduğu için Allah’tan yine Allah’a sığınmamız gerekiyor. Allah’ın hoşnutluğunu kaybetme korkusunu yaşayan aşıklar O’na koşmanın çabasını güderler. Allah’tan ayrı kalmak her an tükenmek demektir. Mevlânâ, Allah’tan ayrı kalanların Allah’ın davetine icabet etmesini, kurtuluşun Hakk’ın divanına yüz sürmek olduğunu, ancak böylece ayrılık ıstırabından kurtulabileceğimizi söylemektedir.

Firkatin Çığlığı: Ney

Ayrılıkların acısı, hasretin yakıcılığı, özlem duygusunun ulvîliği ve vuslatın ruhunu anlatmak için bizzat Mevlânâ tarafından kaleme alınan Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinde bahsedilen “Nây-i Şerif”, nefsânî arzulardan kurtulmuş, nefsini yok etmiş, ilâhî sevgi ile dolmuş kâmil in­sanın sembolüdür. Ney, kamışlıktan ayrı düştüğü için inlemektedir. İnsan da, ezel âle­minden, rûh âleminden dünyaya sürgün edilmiştir. Hakk’tan ayrı düştüğü için muzdariptir. Dünyada yaşadığı müddetçe, acılar, hastalıklar, belâlar içinde çırpındıkça insan, rûh âlemindeki mutluluğunun özlemini duyacak, yabancı olduğu ve sürgün gibi yaşadığı dünyadan kurtuluş yollarını arayacaktır.

Ney bir mecazdır. Düştüğü ateş, aşk ateşi, verdiği ses aşk sesidir. Leyla’nın ve Mecnun’un sırlarını okşamakta, soluğunda Tebriz’den bir koku bulunmaktadır. Dolayısıyla maddi ney, mana âleminin tercümanıdır ve bir semboldür.

“Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor”[16]derken Mevlânâ, hem kamışlıktan kesilen neyi, hem de Mutlak Varlık’tan mukayyet varlığa düşen kendisini kastetmektedir. Bu kayıtlar ve izafi varlık âlemine düşmesi ona, adeta bir gurbet görünür.

Aslî Vatana İştiyak

Mevlânâ insanı fizik ve metafizik bir bütünlük içinde ele alır. İnsan, hilkati gereği ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Onun asıl yönü manevî cephesidir. Zira ilahî bir âlemden kopup gelen ruh, çeşitli merhalelerle gelişen bir bedende hapsolmuş ve geldiği yerin hasretini taşımakta ve o âlemden ayrılışın ıstırabını çekmektedir. İnsan bu ulvî cephesiyle ilahî âleme, bedenî varlığı ile de tabii ve fizikî âleme bağlıdır. Süflî vasıflar, onun maddî varlığından kaynaklanmaktadır.[17]

Vahdet ve kesret âlemine yöneliş hususunda Mevlânâ, peygamberlerle velilerin Hakk’ın davet sesini duydukları ve rûhânî âlemlerin lezzetlerini idrak ettikleri için, gönüllerini asıl vatana çevirdiklerinden, ruhlarının peşinde koştuklarından, mânevî âlemlerin lezzetlerine yürüdüklerinden bahsetmektedir. Gönülleri dünya zindanından hoşlanan kafirlerin ise bu fânî âlemde kaldıklarını ve asıl vatana dönmek için, içlerinden gelen sesi duymadıklarını, dolayısıyla yalnız nefislerinin hazları ve şehvetlerinin tatmini için ömür sürdüklerini söylemektedir.[18]

“Denizden gelen denize gider. Bir şey nereden gelmişse oraya avdet eder. Bizim vücudumuzun aşkla yüklü yanı canıdır, dağ tepelerinden hızla akan seller gibi yol alır.”[19] diyen Mevlânâ, insanların ruhlarını deryalara kavuşan ırmaklara benzetmektedir. Okyanusa varmak için sular nasıl dağlar aşar ve kayaları delerse, ruhlar da durmadan birlik deryasına gark olmaya çalışırlar.

“El, ayak mertebesi demek olan bu dünyaya gelmeden önce ruhların vefa ve sefa fezalarında uçtuklarından”[20] bahseden Mevlânâ, beşeriyet derecesine vardığında türlü sıfatlar yüklenerek bu âlemde devam ettiklerini söylemektedir. Fakat evvelce Allah’ın ezelî inayetini ve lütfunu görmüş bulunan ruhlar, bu âlemde bile kopup geldikleri o ezel âleminin güzelliklerini ve o asıl vatanı hatırlamaktan ve özlemekten uzak değildirler.

İnsan kendi aslından ve hakiki vatanı olan Allah katından uzak kaldıkça, elbette aslî vatana karşı bir sıla sızısı duyacaktır; bir gün tekrar vatanına kavuşmak için bir imkan ve zaman gözleyecektir.

Bu âlemde kendi varlığından soyutlanıp Hakk’ın varlığıyla var olduğunu bilmesi, bir buluş ve oluş hâline gelmiştir, iradesini Hak iradesine vermiştir. Bu bakımdan özleyişi, niyaz yollu değil, naz yolludur. Feryadı ve şikayeti, bilmeyenlere gerçeği anlatmak içindir. Onun sırrı bu feryattadır, fakat her gözde o sırrı görecek kabiliyet, her kulakta o remzi anlayacak kuvvet yoktur. O sırrı ancak istidada erenler anlar. Yâni kendi cinsinden bir rûh-ı ârifi, yalnız ârif olan anlar.

Bu yüzden vuslat, fenâfillah, dervişlik ve süluktan gaye, “Elest sırrına vakıf olmak ve yine geldiği yer olan Elest’e dönmektir.” Mevlânâ, varlıkların ve insanların ruhlar âleminden ayrıldıktan sonra uzunca bir yolculuğa çıktıklarını belirtir. Burada yolcuya düşen görev, kulluğunu yerine getirmektir. Kulluğunu gerçekleştiren kişi tekrar başlangıç noktasına, yani Elest’e ulaşır. Diğer mutasavvıflar gibi Mevlânâ da, Elest’ten çıkıp yine Elest’e dönme hâlini, ‘tenezzül – terakki’ veya ‘nüzul – urûc’ kavramlarıyla da anlatmaktadır.[21]

İnsan hayatının en üstün gayesi, ruhun tekrar kendi ilahi aslına, Allah’a dönüşü ve O’na kavuşmayı sağlamaktır. Ancak böyle bir insan bağımsız bir kişiliğe sahip hür bir insandır. Ancak böyle düşünen bir insan görünüşler âleminden uzaklaşıp nefsini saflaştırabilir ve temaşa âlemine yükselebilir. Ancak kendi benliğinden sıyrılmış, kendini hayret denizine daldırmış ve kaptırmış olan ruh Allah’ta yok olabilir.

Ruhun bedene girmesi, sükut etmesi ve mahbese girmesidir. Bu da bir deneme içindir ve ruh, beden denen bu zindanından çıkıp aslî vatanına dönmek için sürekli bir özlem ve gözlemde bulunan bir güvercin gibidir.

Mevlânâ, Mesnevi’nin ilk büyük hikâyesine, “Dostlar bu destanı dinleyin! Çünkü hakikatte bizim hâlimizin hikâyesidir.”[22] başlangıcıyla girer. Mesnevi’nin bu hikâyesi, insan ruhunun ruhlar âleminden ayrıldıktan sonra, zaman içinde yaşadığı büyük ve hikmet dolu macerayı anlatır. Ruhun birlik âleminden çokluk âlemine düşmesi bu hikâyenin vakaları içinde sunulur.

Anne olmaya istidatlı her kadının kollarında nasıl bir çocuk hayali varsa, Mevlânâ’ya göre, bütün asıllar da kendilerinden kopanları öyle ararlar. Bir başka örnekle Mevlânâ, havuz sularının deniz suyuna kavuşma hayalinde olduklarını söyler. Rüzgar gibi göremediği bir davetçi sayesinde havuz suları sessiz sedasız deniz sularına çekilir. Buharlaşan havuz suları iri bulutlara dönüşür ve rüzgar sayesinde yağan yağmurlar deniz sularına karışır. Yağan yağmurlar nasıl denizden kopan suları tekrar denize sevkederse, âfâkî âlemdeki bu dönüşüm insanın enfûsî âleminde de söz konusudur. Havuzdan buhar hâline gelen su gibi nefislerimiz de bizi dünya hapsinden kurtararak yavaş yavaş aslımıza götüren bir rüzgara tâbîdir. Sözlerinin devamında Mevlânâ, zaferi ömür suyunu boş yere ziyan etmeyenlerin kazanacağını söyler. Bu örneklemelerin müminin söz ve kelimelerinde bile görülebileceğini dile getirir ve gönlümüzden, dudaklarımızdan çıkan iman, tefekkür ve hasenatın Allah’a yükseldiğinden, dua ve niyazların kabulü ile de Hakk’ın rahmet yağmurunun yağdığı müşahede edilir.[23]

Arayış İçerisinde Bulunmak

Ezel âleminden geldiği hâlde insanın kendini gereği gibi bilemediğinden, çok değerli atlas bir kumaş gibi iken kendini bir hırkaya yamadığından, fânî lezzetler ve bedenî zevkler uğrunda ömrünü harcamasından şikayet eden Mevlânâ,  herkesi arayışa davet etmektedir. Hak yoluna düşen kişinin isteğine iki eliyle sarılmasını, O’nun yolunda olmasını, her hâliyle Allah’ı aramasını, her taraftan hakikat padişahının feyz kokusunu almaya çalışmasını öngörmektedir. Bunun için de Yakup (a.s.)’ın oğullarına Yusuf’u aramak için her fırsatı değerlendirmeleri tavsiyesini hatırlatmaktadır. [24]

‘Sevgilinin aşkı, ekmek aşkından aşağı mıdır?’ diyen Mevlânâ, binlerce yıl geçse bile onu arayacağını söyler. Bu iştiyakını şu sözleri ile ortaya koymaktadır: ‘Bu binlerce uçup gitmem, onu bulmağa değmez mi?[25]

Kaybolmuş devesini arayan ve onu herkese soran kişinin hikâyesini anlatırken Mevlânâ, hikâyede geçen deveyi Hakk’ın ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[26] diye sorduğu ruh ve ezel âlemine benzetmektedir. Ruhlar oradan bu âleme gelince, o âlemi kaybetmişlerdir. Devesini kaybeden kişinin telaş içerisindeki hâli gibi kimi ruhlar da ruhlar âlemini aramanın telaşına düşmüşlerdir. Devesini kaybeden kişinin devesinden haber almak için soruşturduğu her kişiden yalan yanlış anlatımlar duyduğu gibi hakikat arayışına çıkan kişinin soruşturduğu her kafadan ve ağızdan da ayrı bir ses çıkar. Herkes kendi mezhep ve mesleğine göre onu tarif eder. Nihayet hakikat üzere konuşan bir arif doğru haber verir ve onu nasıl bulacağını anlatır. O nedenle vuslatın şartı öncelikle aramak, sonra Hakk’ın inayetidir.[27]

Allah’ı aramayı geceler arasında gizlenen Kadir Gecesi’ni aramaya benzeten Mevlânâ, Hakk’ı bulmak için ruhun her geceyi denemesi, ibadetle geçirmesi gerektiğini beyan eder.[28]

Aramak, devlet ve saadetin direğidir. Gönüldeki uyanıklık, huzur, manevi zevkler, aranılana olan bağlılık ve sevgiden ileri gelir. Dünyalık sevgisini gönülden atıp üveyik kuşu gibi, canla başla ‘Ku-ku’ (Nerede-nerede) diye gerçek sevgiliyi aramak gerekir. [29]

“Allah’ın emrini kabul ve tatbik edersen kail olursun, vuslat talebinde bulunur, ondan sonra da visale erersin.”[30] beytiyle Mevlânâ, insan azalarının, iyi işlerde kullanmak için insanda bulunan Allah’ın işaretleri olduğunu söyler. Apaçık birer ibare olan azaların gereğini yerine getirmek gerekmektedir. Kişinin canla başla çalışması, Allah’ın emrini kabul etmesi ve onları nefsinde tatbik etmesi gerekir. Sadece sözle Allah’a vasıl olunamaz. Bulmak için aramak gerekir. Önce çalışma ve talep, sonra meyl-i vuslat gerekir.

Mevlânâ vuslat erini âhû avcısına benzetir. Ava çıkıp da âhû izini gören ve o izi takip eden kişi âhûnun göbeğindeki miskin kokusunu alır ve artık o koku kendisine kılavuz olur. Avcının muradına ermesi öncelikle izi takip etmesine bağlıdır. Misk göbeği kokusu ile bir menzil gitmek, o kokuyu almadan yüz menzil yürümekten ve dönüp dolaşmaktan daha iyidir.[31] Burada Mevlânâ âhû izini, Hz. Peygamberin sünnetine ve âriflerin usûl-i tarikatına benzetmektedir. Misk göbeği kokusu ile de maneviyatın feyzini kastetmektedir. Manevî feyze mazhar olarak ilerlemenin, koku almadan dolaşmaktan hayırlı olduğunu beyan etmektedir.

Avamla Havassın Vuslatı

Kul ile Allah arasına gerilmiş büyük perde, yerler ve gökler değildir. Bu perde, daha çok, nefsin kendisini Allah’tan ayrı bir varlık görmesinden meydana gelir. İnsan ölmeden evvel ölme sırrına erdiği zaman Allah’tan gaflet perdesi ortadan kalkar. Bu yüzden Mevlânâ şöyle seslenmektedir:

“Gaflet içinde bulunan, Allah’ın zatından mahcub, yani perdeli olan kişi, sadece Allah’ın san’atını, yarattıklarını görür. Böylece; yarattıklarına, sıfatlarına takılıp kaldığı için de Allah’ın zatından mahrum kalır. Ey oğul! Hakk’a vasıl olanlar, ona manen ulaşanlar zatın tecellîsine dalmış olduklarından, artık onun yarattıklarına, sıfatlarının mazhariyetine nasıl bakabilirler?”[32]

Cenab-ı Hakk’ın zâtı bir; sıfatları saymakla bitmez. Yarattıklarının her biri o sıfatların mazharıdır. Ancak zatı sıfat ile, sıfatı zat ile görenler gerçeğe ulaşmışlardır. Hakk yolunda yürüyenler, Hakk’ı idrak etmeye gayret edenler dört guruptur:

  1. Yalnız ilahî sıfatların eserlerini ve mazahirini görür, yani mahluku görüp hâlik’ı; san’atı görüp sanatkarı hatırlar. Bunlara“mahcûb”(perdeli) denir.
  2. Sı­fatı zâtiyle kâim ve zâtı sıfatı ile zâhir müşahede ederler. Bunlara da“ârif”denir.
  3. Ahadiyyet makamında, mahv ve istiğrak hâlindedirler. Bunlar Allah’ın sıfatlarını da, eserlerini de görmezler. Hakk’ın zatından başka şeylerde varlık görmezler. Bunlara da“müstağrakîn”(dalmış, Allah’tan başka hiç bir şeyi düşünmeyenler) de­nir.
  4. “Kâmil”ve mükemmil olanlardır ki, bunlar sıfatları zâtı ile ve zâtı da sıfatları ile görürler. Bunlar kesrette (çoklukta) vahdeti (birliği), vahdette de kesreti müşahede ederler. İşte bu durumu Mevlânâ şu şekilde dile getirmektedir:

“Başın ırmağın suyuna dalınca, suyun rengini nasıl görebilirsin? Suyun rengini görmek için başını sudan çıkaracak olursan, yeni bir halıyı vermiş de eski püskü bir kilim almış olursun.”[33]

Irmağın içine giren ve başını suya daldıran kişi sudan başka bir şey görmediği gibi, suyun rengini bile ayırt edemez. Bunun gibi Allah’ın zatında müstağrak olanlar da, Allah’tan başka bir varlık müşahede etmezler. “La mevcûde illallah” (Allah’tan ve O’nun zatından başka mevcut yoktur.) derler. Bir sonraki beyitle Mevlânâ sözü, avamla havassın Hakk’a vasıl oluşundaki farklılığı açıklamaya getirmektedir:

“Avamın kulluğu, ibadeti has kişilerin günahı sayılır. Avamın Hakk’a vasıl oluşu, Hakk’la manen buluşması da, has kişilerin hicabıdır, perdesidir.” [34]

İbâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçları, yaptıkları hacları ile gurura kapılan ve kendilerini diğer müminlerden üstün görmeye başlayan avamın bu ibadetleri, benliğe kapıldıkları için, havas tarafından günah sayılmaktadır. Bu yüzden ihlasla yapılmayan, riya kokusu sezilen bu gibi ibadetler, havassın nazarında günah olarak görülmektedir. Çünkü avam ibadetleri kendilerinden bildikleri, şekle bağlanıp kaldıkları, imanı taklitten tahkike götürmedikleri için, şirke bile düşmektedirler. Benlik duygusu insanları Hakk’tan uzaklaştırmaktadır. Havas hakikati bildikleri için, avamın Hakk’a vasıl oluş vehmini görmezler, perde arkasında kalırlar. Havas, Allah ile insan arasında en büyük perde ve engelin benlik olduğunu bilirler.

İnsan-ı Kâmil ve Vuslat Yolu

İnsanın aslına dönebilmesi, yani Allah’a ulaşması iki şekilde olur. Birincisi, ömrün akışını tamamlayarak, ölümle fani olmak. Fakat, kendisinin bu âlemde ne olduğunu bilmeyen kişinin öteki âlemdeki hâli de yine bilgisizliktir.

İkincisi, dünyada iken üstün bir insana, yani bir mürşid-i kamile rastlaması, onun uyandırışı ile kendi cevherinin farkına varması yoluyla vuslatın gerçekleşmesi. İşte o zaman kişi içinde duyduğu derin özleyişin kime ve nereye olduğunu anlar. Allah’ı önce dış âlemde, sonra içinde bulur. İlahi varlığın insan içinde hissedilir hale gelmesinin adı tecellidir. Tecelliye eren insan, Allah’ın nazarı ile bakan ve baktığı her yerde Allah’ı görme sırrına eren insan demektir. Fakat bu, yine de tam bir visal değildir. O kadar ki, insan kemal mertebesine erdiği zamanda bile kendi aslına karşı daha tatlı bir özleyiş içindedir.

Ney, yani insan-ı kamil, pir veya mürşid, bunun için sazlıkların sırrını söyler. Halk içinde, insanların iyilerine de kötülerine de derin yakınlık duyar. Çünkü insan, her seviyesiyle, Hakk’a varma yolunda bir mertebe elde etmiştir. Bu sebeple halk sınıfları da kendi biliş ve sezişleri ölçüsünde, bu üstün insanlara yaklaşır, onlara yar olur, onların hâlleriyle hâllenmeye çalışırlar. Ney, “Ben her derecedeki insanlara hakikatin sırlarını söyledim, fakat onlar bana ancak kendi zanları ile birlikte yaklaştılar. Benim içimdeki sırları bilmek ve maksada ermek yolunu aramadılar.”[35] der. Halbuki insan-ı kâmilin yolundan gidebilmek için, zan yolunu bırakmak gerekir. Kısaca ilahi hakikat zanla bilinmez. Gerçeklere ancak yakin bilgisiyle, yani her türlü şüphe ve tereddüt geride kaldıktan sonra varılır. İnsan-ı kâmillerin gönül hazinelerindeki nuru görmek ve sözlerinde defineleşmiş manaya ermek ancak bu yol ile mümkün olur.

On ikinci beyitte, kâmil insanın, iyinin de, kötünün de miyârı olduğu belirtilmektedir. O, günahkârların kötü huylarının zehridir. Kötü huyları öldürür, yok eder. Kötü huyların tesiri ile mânen zehirlenmiş, ölmüş bulu­nan iyi huyları da diriltir. Ney’in hem zehir hem de panzehir olması, kamil insanın sözüyle, bakışıyla istidat sahibinin kötü huylarını yok etmesine, o kötü huyların zehriyle zehirlenmiş olan ilahi huylarını diriltmesine işarettir.

Her şeyin sevgili ile anlam kazanacağını düşünen Mevlânâ, bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: Bir sevgili, âşığına, “Sen seyahate çıkmış, gurbette bir çok şehirler görmüşsündür. Onlar içinde hangi şehir daha güzeldi deyince?” Âşık; “Sevgilinin bulunduğu şehir.”cevabını vermiştir. Devam eden beyitlerinde Mevlânâ, padişah yaygısını nereye yaydı ise orasının iğne gözü kadar dar bile olsa, geniş ova mesabesinde olduğunu, nerede ay gibi parlak yüzlü güzel bir Yusuf varsa, kuyunun dibi de olsa cennet sayılacağını söylemektedir. Çünkü tasavvufta esas olan Zât Cennetidir. Kul Rabb’ına aşıktır, O’nunla olduktan sonra her şey âsûdedir, O’na sevdalı olanlar için O’nun lutfu da kahrı da hoştur. O’nun cemaline duyulan iştiyak aşığa doyumsuz bir zevk vermektedir, gözünü ve gönlünü bürümektedir. O’ndan ayrı kalmak hicran, O’nun rahmetinden uzak düşmek hüsrandır.[36]

Hak’ta Fânî Olmak

Allah’ta yok olan kişi için artık ayrılık gayrılık, ikilik, başkalık, mesafe söz konusu olamaz. Bu hâl Mecnun-Leylâ sembolüyle anlatılıyor:

“Mecnun, Leylâ’ya mektup yazmak istedi. Kalemi eline alıp şu beyti yazdı:

Hayalin gözümde,

Adın ağzımda,

Yâdın kalbimde,

Ben nereye yazayım?

Senin hayalin gözlerime yerleşmiş,

Adın dilimden düşmüyor,

Yâdın canımın içinde yer etmiş.

O hâlde mektubu kime yazayım?

Sen ki bu yerlerde gezip dolaşıyorsun…

Ve kalemi kırıp kâğıdı yırttı.”[37]

Tasavvufî anlamda “fenâ” terimi, kişisel iradenin, benliğin ve Hakk’ın dışında kalan herşeyin (mâsivâ) izlerinin kaybolduğu bir hâli ifade etmektedir. Sûfî, bu hâl neticesinde, varlık âleminde, sadece Allah Teâlâ’yı temâşâ eder ve sadece O’nun varlığını, fiilini ve iradesini hisseder. Fenâ anlayışı, insanda beşerî hazların ve nefsânî arzuların değil, ilâhî iradenin tesirli, gâlib ve hâkim olması hâlidir. Amir b. Abdullah’ın, “Karşıma çıkan, bir kadın olmuş ya da duvar olmuş, bana göre hiç fark etmez” demesi fenâ hâline misâldir.[38]

Mevlânâ’ya göre fena, arzu ve isteklerin derece derece kırılmasıdır. Zira, arzu ve istekler, nefis ile olan iştigalin göstergesi ve ikiliğin bir yansımasıdır. İbadet ve zikirle meşgul olan ve varlık âlemine bir göz ile bakan kişinin gönlünde bir müddet sonra “ilâhî tecellîler” meydana gelir. Nihayet sûfî, kendisine ait zannettiği vucûdu Allah’ın benliğinde yok ederek, fenâfillâh makamına ulaşır. Bu makam, ilâhî aşk ile varılabilecek en yüce makamlardandır. Mevlânâ, aşkın, bütün eksiklikleri gideren ve insanı tamamlayan evrensel bir sevginin adı olduğunu ve bu sevgiyle fenafillah makamına ulaşan kişiye insan-ı kâmil denebileceğini ifade etmektedir.

Velilerin Birbirini Özlemesi ve Araması

Allah’a ulaşan ve Allah’la mânen beraber olan bir velinin, hemcinsi olan bir insanı arayıp onu yad etmesini algılayamayanlara, belki de kendisi ile Şems arasındaki muhabbet hâlesini çekemeyenlere Mevlânâ, siz Şems’in maddî varlığını, bedenini görüyorsunuz, onun ruhundan haberdar değilsiniz, onun manevi yönünü anlayamıyorsunuz, demektedir. İnsanları etten ve kemikten ibaret gören zavallıların hâlet-i ruhiyelerini Adem’in manevî yüzünü göremeyen, onu balçıktan ibaret zanneden şeytanın görüşüne ve güneşi zerre gibi gören gözlere benzetmektedir. Herkesin yurdu neresi ise olaylara o pencereden bakacağını, nice saadetlerin saadetten mahrum kişilerin karşısına çıkmakla birlikte, o kişide kabiliyet olmadığı için ondan geri döndüğünü, tanınmayan nice sevgililerin bahtsızların karşısına çıktıkları hâlde o gafillerin onlarla aşk oyununa girişemediklerini, taştan yontulup yapılan putların gafillere kıble olduğunu ve bu yüzden körlüğün gölgesinde kaldıklarını söylemektedir. Şems’e duyduğu özlemi ancak mâna sevdalılarının algılayabileceğini ifade etmektedir.[39]

Şems manevî ve psikolojik nitelikleri ile evrensel ruhu temsil ediyordu. Mevlânâ’ya göre Şems, hakikatin tezahürü, merhamet hazinesi ve mekansızlıktan gelen kişidir. Mevlânâ kendi benliğinde sürekli Şems’in kokusunu yakalıyordu. Onun ve Şems’in ayrı ayrı iki vücutta ancak bir ruh olarak yaşadıkları zaman hayatının en büyük anı olduğunu hissediyordu. Şems’in ruhunu kendisine yakın hisseden Mevlânâ, Şems’in hayalini kendi hayali bilmekteydi. Şems’le Mevlânâ’nın gönülleri kelimeler olmaksızın anlaşabilmekteydi. O nedenle Mevlânâ evrensel ruhu temsil eden Şems’e dayandı, onunla bir oldu, birlik sahiline vardı ve evrensel ruha ulaştı.[40]

123 ve 142. beyitler arasında Mevlânâ, adeta Şems gelince geçici aşktan gerçek aşka, zahidlikten arifliğe, maddeden mânâya, ilimden irfana, aşıklıktan maşukluğa ulaştığını, mevhum ve izafî varlığının yok olduğunu anlatmaktadır.

Mutasavvıfımıza göre, bir şeyi güzel bulan ve ona gönül veren kimsenin kendisiyle o güzel arasında bir asıl ve mana benzerliği vardır. Çünkü her cins kendi cinsinden hoşlanır. Alim başkasının ilminden, fazıl başkasının faziletinden hoşlanır. Veli veya faziletli birisi olmayan avamdan birisi, Allah’a varma yolundan hoşlanıyorsa, onda fazilete aşılanmaya elverişli bir bünye var demektir.[41]

Babasının Şems’i, Salahaddin ve Hüsameddin’de bulması gibi Sultan Veled de şeyhi Hüsâmeddin Çelebi’nin irşat ve sohbetlerini Şeyh Kerimüddin Beğtimur’da aradı ve buldu. Çok takdir ettiği bu şeyhi; “Hüsâmeddin’in ölümü ile dertlenen kişi dermanını, yüzlerce incinin denizi olan Kerimüddin’de bulur” [42] diye övdü.

Vuslatın Akılla Değil Aşkla Gerçekleşmesi

“Fehm ve hâtırı keskinleştirmek, yani herkesin anlamadığı şeylere akıl erdirmek yol ve marifet değildir. Allah’ın fazl u keremi, saracak kırık ve yapacak yıkık arar.”[43] beytiyle Mevlânâ, hakikat yoluna sadece aklın delaletiyle gidilemeyeceğini beyan etmektedir. Hakikat yoluna gitmek isteyenlerin zekalarına itimadı bırakmaları, kâmil bir kılavuzun rehberliğine ihtiyaç göstermeleri gerekmektedir. Hakk’ın fazlına, O’nun kudret ve yüceliğine karşı, kibir ve azamet değil yanık gönül ve yatık boyun gerektir. Kendi fikirlerine göre yol almak isteyenlerin Allah’a vasıl olma ümitlerini Mevlânâ, devam eden beytiyle define bulmak sevdasına düşen hayalperestlerin hülyasına benzetmektedir.

“Sığır vasıtasıyla bulunacak defineden hazinesini doldurmak isteyenler; yahut hazine bulmak ümidiyle köşeyi bucağı kazanlar, o hayale kapılanlara tabi olurlar.”[44]

Mevlana, aklın uluhiyeti anlayabileceğini ve sırlarını idrak edebileceğini inkar etmektedir. Ona göre akıl, sonlu ve sınırlı işler dairesinde kendi mantığı ile sınırlıdır, Hakk’ın ise haddi ve nihayeti yoktur. Akıl, hakikatlerin üzerine kalın bir ‘lafız örtüsü’ çeker, hakikatleri ise gözden kaçırabilir. Hakikatlere bakan ve onları anlatmaktan sarf-ı nazar eden Mevlânâ, müşahede etmiş olduğu hakikatleri ifade edebilecek kelimeler bulamadığını söylemektedir.

Buradan hareketle Mevlânâ, kemal kesbetmemiş bir müridin, şeyhinden ayrılmasını, süt emen bir çocuğun ekmek gevelemesine, kanat tüyleri çıkmamış bir kuş yavrusunun uçmaya çabalamasına benzetmektedir. Sözlerinin devamında “Süt emerken ekmek yedirilen çocuk, ölür; uçmaya heveslenen kuş yavrusu, kedilere lokma olur.[45]demektedir.

Maddî Bağlardan Kurtulmak

Hak yolunda kendi beşerî varlığımızı yok edip dünya gösterişlerine gözsüz ve dünya çağırışlarına kulaksız kalmadıkça, kişinin Hakk’a varması mümkün değildir. Gözle görülüp elle tutulan madde âlemine, nâsût veya sûret âlemi denir. Marifet madde âleminde yükselmek değil, marifet âlemine yükselip bu âlemin insana ebedî hayat bahşeden suyundan içebilmektir. Kişinin hakikat âleminin semasına yükselebilmesi için suret âleminin dalgalarından, kendisini maddî âleme bağlayan bağlardan kurtulması gerekir.[46]

Hakikat göklerine çıkabilmek için insanın yeryüzünde bütün nefsânî, hatta rûhânî bağlardan kesilmesi gerekir. Dervişlik, aşırı dünya zevklerinden ve dünya ihtiraslarından perhiz yoludur. Mevlânâ, bunu Burûc suresinde anlatılan ashab-ı uhdud olayına telmihte bulunarak, bir yahudi padişahının muvahhid Hıristiyanları ateşe atmasını hikâye ederek anlatır. Ateşe atılan çocuğun yanmaması ve hatta annesini ateşe girmeye davet etmesini anlatırken, dıştan ateş gibi görünen bu alevlerin Allah’ın nuru olduğunu, Allah sevgisini öldürmek için yahudi padişah tarafından yakılan bu ateşin Allah aşkını alevlendirdiğini söylemektedir. Dünyadan ve dünya kirlerinden arınmanın mücahede ateşi içinde yanmak, Hak’ta fani olmak suretiyle gerçekleşebileceğini söylemektedir.[47] Tabiatı yakmak olan hiçbir ateş İbrahim yaratılışlı olan hiç kimseyi yakmaz. Hakk’ın emrinde ve daima tetikte bulunan ateşin “yak” emrini beklemesi gibi aşıkların da ilahî güzelliğin temaşasına kendilerini hazırlaması gerekmektedir. Bunun için mucahedenin gereği olarak nefis taşını nefsin demirine çarpmaması gerekmektedir. Zira nefis taşı ile heva demirinin çarpışmasından küfür, fitne ve fesat kıvılcımları çıkar. Türkmen çadırında sahibine meftun olan bir köpek gibi kişinin Rabb’ına karşı küfran-ı nimette bulunmaması esastır.[48]

(Sen beni göremezsin- Len terânî) Nazm-ı Celili’ndeki te’kid-i nefyi mutasavvıflar, te’vile lüzum görmemiş, “Sende senlik bâkî oldukça Beni göremezsin” mânâsını çıkarmışlardır. “Kendini gönüllere gösteren O’dur. Dervişin hırkasını diken de O’dur.”[49] beytiyle Mevlânâ, kendisini gösteren, hem de gözlere değil gönüllere gösterenin Allah olduğunu söyler. Dervişin hırkasını diken, yani inâyet-i ezeliyyesiyle ona yardım eden yine Allah’tır.

 “Hevâ vü heves taze bulundukça iman taze değildir. Zira heva, vusul ilallah kapısının kilididir.”[50] İfadesiyle Mevlânâ, nefsinin emrinde yeni yeni arzular peşinde koşan kişinin imanı taze değildir, demektedir. İnsan gönlü saf aynalar gibi temiz olmazsa, ruh asıl vatanı olan Allah’ın diyarına yol bulamaz.

Yılancının, donmuş ve uyuşmuş bir ejderhayı iple bağlayıp Bağdat’a getirmesini anlatan Mevlânâ, nefsin ölmüş görünen ejderhaya benzediğini, günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklediğini söylemektedir. Nefsi etkisizleştirmek için, nefis ejderhasının ayrılık karları altında tutulması, donmuş bir hâlde kalması, şehvet güneşinin hararetinden uzak tutulması tavsiyesinde  bulunmaktadır. Nefisle yiğitçe savaşan kişinin Allah’la buluşmak suretiyle ödüllendirileceğini, riyazet ve mücadeye devamla mesafe kat edilebileceğini söylemektedir. [51]

Tekkeye misafir olan bir sufiye ait eşeğin aç ve sefil dervişlerce satılması kıssası ile taklidin âfetini, tahkikin kıymetini anlatmak isteyen Mevlânâ, hikâyenin sonunda gözü, kulağı ve aklının tortusuz ve saf olmasını isteyenlerin gözleri kaplayan ve aklı örten hırs perdelerini yırtması gerektiğini söylemektedir. Bahsedilen hikâyedeki sufinin yeme-içme tamahı, sema zevki tamahının hakikati, yani eşeğin satıldığını idrake engel olduğunu dile getirmektedir. Terazideki denge, mala tamahtan azade olması iledir. Dolayısıyla halktan bir şeyler ümit eden sûfînin hakikate vasıl olması mümkün değildir. Hizmetlerinin karşılığından halktan bir ücret talep etmeyen peygamberlerin ilahi emirleri tebliğ etmelerinin ücretini, yârin dîdârı, cemâl-i ilahînin temâşası olarak beyan etmektedir. Hakk’ın cemalini müşahede eden kişinin gözünde dünya bir cife gibi görünür. [52]

Mevlânâ’ya göre insan bedenî yönü ile mekânîdir. Aslı ve ruhu itibariyle ise lâmekânîdir. Aslımız mekânsızlıksa mekan dükkanının ağzını kapamak, dünyaya bağlanıp kalmamak gerekir. Marifet altı cihetin ihâtasından kurtulup cihet kaydından âzâde olmaktır.[53]

Benlik Duvarından Kerpiç Koparmak

Allah âşığını susayan kişiye, kalpteki ayrılık ateşini susamaya, visale mani olan varlık benliğini duvara, benliğin yavaş yavaş izalesini duvardan kerpiç koparmaya, koparılan her kerpiçle secde mahallinde Allah’a yaklaşmaya benzeten Mevlânâ, bu durumu şu şekilde hikâye etmektedir:

“Bir dere kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstüne de susamış dertli bir kişi çıkmıştı. Suya ulaşmasına, susuzluğunu gidermesine o duvar engel oluyordu. Susuz adam da su için balık gibi çırpınıyordu. Ansızın suya bir kerpiç parçası attı. Kerpicin düşmesi ile suyun çıkardığı ses, kulağına bir söz gibi geldi. Suyun sesi bir sevgilinin sesi gibi tatlı idi. O su sesi, adamı üzüm suyu gibi mestetti. O mihnetlere, dertlere uğramış adam, suyun tertemiz sesini duymak için duvardan kerpiç koparıp suya atmaya başladı. Sudan da ses geliyordu. Su “Ey insanoğlu!” diyordu, “Böyle kerpiç atmaktan, beni rahatsız etmekten sana ne fayda var?” Susamış adam cevap verdi de dedi ki: “Ey su, bu atıştan benim için iki fayda vardır. Bu yüzden kerpiç atmaktan vazgeçemem.  Birinci fayda: Benim suyun sesini duymamdır. O ses, susuzlara rebâb sesi gibi pek tatlı gelir. Su sesi İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten dirilmededir. Yahut da o ses, ilkbahar günlerindeki gök gürültüsüne benziyor. Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler güzelleşir. Yeşillikle, çiçeklerle dolar. Yahut da o ses, yoksula zekat vermek için çağırış sesi, yahut da mahpusa hapisten kurtuluş müjdesi, sesidir. Yahut da o ses, Hz. Muhammed’e ağız ve burun vasıtası olmaksızın Yemen’den gelen Rahman’ın nefesine benziyor. Yahut da, esas kıyamet gününde Peygamber efendimizin asîlere erişen şefaat nefesi gibidir. Yahut da o ses, zayıf Yâkub’un rûhuna ulaşan, güzel ve latîf Yûsuf un kokusu gibidir. Kerpiçleri atmamın ikinci bir faydası da şudur ki: Koparıp attığım her kerpiçle duvar alçalıyor. Ben de suya biraz daha yaklaşıyorum. Kerpici her koparışımda yüksek duvar, kerpicin azalması yüzünden biraz daha alçalıyor. Duvarın alçalması bir yakınlık; onun ortadan kalkması ise kavuşmak, buluşmak olacak. İşte namaz kılarken secde etmek de “Secde et de yaklaş.”[54]ayetinde olduğu gibi duvardan kerpiç koparmaya benzer. Ve Hakk’a manen yaklaşmaya sebep olur. Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, baş eğmeye yani secde etmeye engel olur.Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayata secde etmek ve ondan doya doya içmek imkânı yoktur. Bu varlık duvarı üstünde bulunanlardan kim daha fazla susamışsa, du­varın taşını, kerpicini o daha çabuk koparır atar. Suyun sesine daha fazla âşık olan kişi ise, ona engel olan varlık duvarından daha büyük parçalar koparır. O su âşıkı, suyun sesinden adeta boğazına kadar şaraba batmış gibi ne­şelendirir, mest eder. Yabancı kişi ise, kerpiç suya düşünce “bluk” diye çı­kardığı sesten başka bir şey duymaz.”[55]

Mesnevi’nin dokuzuncu beytinde Mevlânâ; “Ney’in şu sesi, gönlü yakan bir ayrılık, bir aşk ateşidir. Kimde bu ateş yoksa, o, maddî varlığından kurtulsun, yok olsun.” sözlerindeki ‘yok olsun’ ifadesi ile bir bedduâda değil mânen yaşasın, var olsun, ama yokluğu arasın, benlikten kurtulsun anlamında talepte bulunmaktadır. Bu yokluk, maddi varlık bağlarından kurtulup, bedendeki canı, aşkın eline vermek, kısaca, nefsin heveslerinden, ihtiraslarından yok olmaktır. Ancak o zamandır ki, insan, ney sadasının nasıl ve niçin yakıcı olduğunu anlar. Ney sadası ki, ermişlerin sesleri ve sözleridir. İnsan bu sözlere gönül kulağını tutarak “yok ol” demelerindeki duaların en iyisini idrak etmelidir. Çünkü, nefisten yok olmak, ilahi birlikte var olmakla nihayetlenir.

Benlikten kurtulmayışın acı hâlini Mevlânâ şu şekilde anlatmaktadır:

“Kara balçıkta da su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile abdest alınmaz. Balçığın içinde su vardır, vardır ama, o balçığa yenilmiş, balçıkta kay­bolmuştur. Suyun balçıkta kaybolup gitmesi gibi gönlü kirli emellere, şehvete, hiddete, mevkî hırsına, dünya isteklerine mağlup olanlar da onlar arasında kaybolup gitmiştir. Dikkatle bakıldığında, şu bizim can suyumuz, balçıktan yaratılan şu beden içinde mahpus kalmıştır. Ey rahmet denizi bize acı ve bizi şu ça­murdan kurtar. O rahmet denizi sana der ki: “Ben, seni kendime çekiyorum ama, sen benliğe kapılıyorsun ‘ben de hoş bir suyum, sâfî bir suyum’ diye laf ediyorsun. Bu lafın, seni benden mahrum ediyor, o vehmi, o benliği bırak da bana gel, bana karış. Balçığın içindeki su, denize gitmeyi, aslına kavuşmağı ister ama, balçık suyun ayağını sımsıkı tutmuştur. Onu kendine çeker, bırakmaz. Eğer su, yâni rûh, ayağını balçığın elinden, yâni bedeninden kurtarırsa  balçık kurur, su da hür ve bağımsız bir hale gelir. Suyun balçık tarafından geri çekilmesi, bırakılmaması, yâni bedenin rûhu hakîkat deryasına gitmekten alıkoyması nedendir? Senin bedeni besleyen, nefsanî arzuları artıran, hâlis şarabla, çeşitli mezelere rûşen oluşundandır. Böylece dünyada gerek mal, gerek mevkî, gerek ekmek, rızık, bunlara karşı duyulan şiddetli arzu, ihtiras ile çırpınır durursun. Bunları elde edince de, her biri seni sarhoş eder, elde edemediğin, yâhut elden kaçırdığın zaman da, kedere kapılır, sersemleşirsin. Gerçek bir insan olmak için mal, mevkî, yemek, içmek gibi şeylere  gerektiğinden fazla düşme ki, onların kölesi olmayasın. Servete, mala, mevkie âşık olan gönül, ya bu balçığa, bu kapkara suya yenilmiş, alt olmuştur. Yâhut da, hayallere kapılmıştır. O hayallerin karanlıklarında, dedikodu için onlara tapar, durur. Gönül, o nûr deryasından başkası olamaz. Gönül hem Allâh’ın nazargahı olsun, hem de kör olsun, hakîkati göremesin; bu olamaz, bu müm­kün değildir.[56]

Vuslat ve Ölüm

Mesnevi’ye göre aşıkların ölümü çeşit çeşittir. Allah yolunda insanları hidayete götürmek uğruna, aşık, yüzlerce canı olsa onların hepsini bir anda feda etmek ister. Gül yüzlü sevgili kanını dökecek olsa gerçek âşık canını onun yoluna neşe ve zevkle saçar. Âşığın ölümü aslında yaşamaktır, ebediliğe kavuşmayan, ölümsüzlüğü tatmayan âşık kayıtlara bağlanmıştır. Hatta sevgili Hallac-ı Mansur’un ifadesiyle, “Beni öldürün, öldürün çünkü ölümde gerçekten de benim için hayat vardır.”[57] diye haykırır. Ölümsüzlük ruhundan kavuşma cömertliği göstermesi istenir. Gerçek âşık Hallac-ı Mansur gibi ölümü göze alarak, darağacında mahvolma dersi verir.

Ölüm Mevlânâ için sevgiliye kavuşma (şeb-i arûs), elest bezmine dönüş ve gurbetten kurtuluştur. “Vefatımdan sonra benim türbemi aç ve gör, içimin ateşinden kefenimden duman yükseliyor” diyen Mevlana, derununda lemean eden ateşin bir parçasını dünyada bırakıp gitmiştir.

Ona göre ölüm inananlar için bir taşıt gibidir ve ebedi saadetin mekanına, gerçek vatana gitmek içindir. Hakikatin bakış açısından ölümün tabiatı bu olduğuna göre, korkunç bir şeymiş gibi algılanmamalıdır ölüm; bilakis, rahmet ve saadetin başlangıcı olarak görülmelidir.

Yine Mevlana; “Allah’ın mevcudiyetine, iki tane “ben” sığmaz. Hem sen, ben dersin hem de O; ikilik ortadan kalksın diye, ya sen O’nun gözünde ölürsün ya da O senin gözünde değerini yitirir. O’nun ne dışa yansıdığı şekliyle ne de zihinde canlandırıldığı haliyle ölmesi söz konusudur; çünkü O, ebedi bir hayatla daima diri olandır. O kadar rahmetlidir ki, mümkün olsa ikiliğin kaybolması için, senin için, ölürdü. O’nun ölmesi mümkün olmadığına göre, sen öl ki, O sende ortaya çıksın ve ikilik kaybolsun!” [58] demektedir.

Sonuç ve Değerlendirme

Tasavvufî düşüncesini; marifet, aşk, vahdet sırrı, fakr duygusu ve vuslat arzusu üzerine bina eden Mevlânâ, hayatı boyunca ölmeden önce ölmeyi, hakikate vasıl olmayı arzulamıştır. Ruhun kayıtlardan kurtulmasını, ten, beden, nefis, dünya perdelerinden sıyrılmayı, Hakk’ı müşahede ve idrak edebilmeyi hedeflemiştir. Bu dünyadaki yaşantımızın muvakkat olduğunu, dünya hayatının geçici zevklerine aldanmamayı öğütlemiştir.

Elest Bezmi’nde Allah’la yapılan sözleşmeye dikkat çeken Mevlânâ, kesret âlemine gelmeden önceki vahdetin korunmasına, verilen söze sadık kalınmasına, Allah’tan gelen ruhumuzun yine O’na döneceğini idrake önem vermektedir. Hak’tan ayrılan ruhumuzun beden hapsine düştüğünden, ayrılık acısının insanı mahzun kıldığından, Allah’tan gayrı hiçbir şeyin kendisini tatmin etmediğinden, aslî vatana kavuşma özlemi ile dolu olduğundan bahsetmektedir. Ayrıca Mevlânâ hasret, iştiyak, arayış ve ayrılık sancısının kişiyi olgunlaştıracağından, niyeti halis kılmanın gereğinden, kişinin ihlas ve samimiyeti ile anlam kazanacağından söz etmektedir.

Allah’la kul arasında var olan zulmanî ve nefsânî perdeler ortadan kalkmadıkça hakiki vuslat gerçekleşememektedir. En büyük perde nefis ve benliktir. Vuslatı dünya hayatından kaçış, pasiflik, durağanlık ve pesimist bir hâl olarak görmeyen Mevlânâ, dünyevî sorumluluklarımızı yerine getirirken Allah’ın rızasını gütmeyi hedeflemektedir. Dünya hayatı boyunca, kulun özüne yabancılaşmasından yakınan Mevlânâ, Hakk’a müştak olan kişinin, evrensel ruha sahip olduğundan, tüm mevcudata Hak nazarı ile baktığından, kozmik âlemin korunmasına gayret ettiğinden, diğer varlıkların tesbihine ortak olduğundan bahsetmektedir. Kendisi, zorunlu ölüm hâlinden önce ihtiyarî ölüm deneyiminin yaşanmasını gerekli görür. Bunun için de nefsin ıslahını, murakabe ve mücahedeyi elden bırakmayarak nefsi ruhun ve aklın kontrolüne verilmesini, benlik davasından vazgeçilmesini, bayağı duyguların esiri olunmamasını öngörür.

Özet

İlahî aşkı gaye edinen Mevlânâ, Hak’tan ayrı kalmanın ıstırabını duyan sûfîlerdendir. Beden ve madde gibi her türlü kayıttan azade olmaya çalışmaktadır. Zira o, ruhun Allah’tan başkasıyla tatmin olmadığını söylemektedir. O, ayrılığın acısına dayanamayan aşığı ney’le sembolize etmektedir. İlahi aşka sahip olan kişi arayış içerisinde olup aslî vatanına özlem duyar. Kavuşma umuduyla yaşayan sûfî, Hak’ta fânî olmaya çalışır. Vuslata kavuşmanın yolu ise akıl değil aşktır. Ayrıca kişinin benliğinden sıyrılması gerekir. Böylece kişi ölmeden önce Hakk’a kavuşmuş olur.

Summary

Mevlana who aims at Poetic love is frum sufis that they suffer to depart from God. He struggles to be saved from the body and materyal anxiety. Because,  He says thatteh spirit doesn’t be satisfied with another Allah. He symbolizes the lover who isn’t folded by means of Nay. Who has the poetic love seeks and wishs for his native country. Sufi who lives by hope of meeting endeavors to disappear at Hak. The way of meeting isn’t mind but it is love. Once again, the person must be skinned from his personality. In this way, He joins the God before his death.

Anahtar kavramlar

Mevlana

Vuslat

Firkat

Mesnevi

Fena

Aşk

 

 

  • Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[1] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1993, s. 227.

[2] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 760.

[3] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995, s. 573.

[4] İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukara Fakirlerin Yolu, İnsan Yayınları, haz. Saadettin Ekici, İstanbul 2000, s. 346.

[5] En’âm, 6/76.

[6] En’âm, 6/79.

[7] Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravî Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, İşaret Yayınları, Ankara 1992, s. 238-239.

[8] Maide, 5/54.

[9] Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevi-i M’anevî, haz. R. A. Nicholson, İntişârât-ı Behzâd, Tahran 1375, c. III, b. 4435-4460.

[10]  Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 399-411.

[11] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 2932.

[12] Selçuk Eraydın, Tasavvuf Ve Edebiyat Yazıları, Mavi Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 18.

[13] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 2633-34.

[14] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 36120-3699.

[15] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,  c. III, b. 3686-4717.

[16] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 1.

[17] İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlâna, Ötüken Yayınları, II. Baskı, İstanbul 2000, s.119.

[18] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 639-41.

[19] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 767-768.

[20] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 925-926.

[21] Son devrin büyük mutasavvıfı Kuşadalı. İbrahim Halvetî, Bezm-i Elest’ten iti­baren yapılan yolculuk için “tenezzül ve terakki” kelimelerini kullanmaktadır. Bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, İstanbul 1982, s. 58-60.

[22] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 36-215.

[23] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 879-886.

[24] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 978-1001.

[25] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,  c. III, b. 1970-1971.

[26] A’râf, 7/172.

[27] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,  c. II, b. 2911-3015.

[28] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,  c. II, b. 2935.

[29] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,  c. III, b. 2302-2304.

[30] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 937.

[31] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 161-170.

[32] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 2812-13.

[33] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 2814-2815.

[34] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 2816.

[35] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 5-6.

[36] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 3808-3811.

[37] Ahmet Kabaklı, Mevlâna, İstanbul 2003, s. 99.

[38] Ebu Bekir Muhammed Kelabazi, et-Taarruf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, tah.Mahmud Emin en-Nevevi, el-mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Turas, Kahire 1992, s.145; Ebu Hafs Şihabuddin Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif-Tasavvufun Esasları, ter.H.Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul 19120, s.646.

[39] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,c. III, b. 2296-2300, 2758-2764.

[40] A.Reza Arasteh, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin Kişilik Çözümlemesi Aşkta ve Yaratılışta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol-İbrahim Özdemir, Ankara 2000, s. 52-61.

[41] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 81-82, 280-284.

[42] Ahmet Kabaklı, Mevlâna, s. 71.

[43] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 532.

[44] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 533.

[45] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 581-584.

[46] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. I, b. 589-5120.

[47] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî,c. I, b. 783-801.

[48] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 823-853.

[49] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 685.

[50] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 1079.

[51] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 994-1065.

[52] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 514-584.

[53] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 612-613.

[54] Alak, 96/19.

[55] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. II, b. 1192-1214.

[56] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 2245-2269.

[57] Mevlânâ, Mesnevi-i M’anevî, c. III, b. 3834-3845.

[58] Michaela Mihriban Özelsel, Kalbe Yolculuk -Alman Psikoloğun Hac Günlüğü ve Bir Manevi Uyanmışın Hikayesi-, ter. Seda Çiftçi, İstanbul 2003, s.151.

 

1411174895 14.14

 

ETİKETLER: