Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin Hayata Bakışı – Erhan YETİK

A+
A-

Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin Hayata Bakışı

Prof. .Dr. Erhan YETİK

Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Özet

[Erhan Yetik, “Mevlânâ’nın Hayata Bakışı”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma

Dergisi, Ankara 2005, Y. 6, S. 14, ss. 55-62]

Hiç kuşkusuz insanın hayatın anlamını kavrayıp yaratılış gayesine uygun bir yapılanmayı gerçekleştirmek suretiyle kâmil insan olma idealine ulaşabilmesi için; hamlıktan kurtulması, pişmesi ve kemâle erişmesi gerekir. Ancak malumdur ki, insanların pekçoğu bu konuda farklı tavırlar sergilemişler, güzelliklerden çok rezilliklerin tâlibi ve fâili olarak tarihe geçmişlerdir. İşte Mevlânâ Celâleddin Rûmî bu kalabalıklar içinde doğruya ve güzele yönelen hayatın anlamını kavrayan, bununla yetinmeyip bu önemli gerçeği orijinal üslûbuyla cihana duyuran ender şahsiyetlerden biridir. O’na göre insan kulluk bilincine sahip olmalı, Kur’an ve Sünnet’in ışıklı yolunda canla başla ilerlemeli, anlamlı bir hayat geçirip geride hoş bir geçmiş bırakmalı, mutlu sonsuzluğa, vuslata ermeli, ilahî rızaya kavuşmalıdır.

Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, kulluk, mücâhede, nefs, dünya.

İlk insandan günümüze yaşanan bir hayat vardır. Ama bu hayatı belli bir süre bir zorunluluk olarak, şu ya da bu düzeyde yaşayan insanoğlu hayatı boyunca hayatını devam ettirmek, daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için verdiği mücadeleyi, ortaya koyduğu çabayı acaba dolu dolu yaşamak istediği bu hayatın anlamını kavramak, gerçek manada insan olabilmek için de ortaya koyabilmiş midir? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Niçin yaratıldım? Bu dünya sahnesinde beni bekleyen görevler nelerdir? Nasıl bir hayat yaşamalıyım? Hayatı anlamlı kılabilmek için neler yapmalıyım? Sorularını kendine sormuş, bu ve benzeri soruların doğru cevaplarını bulabilmiş midir? Şüphesiz ki bu soruların “evet” ya da “hayır” tarzında tek kelimeyle cevaplandırılması mümkün değildir. Zira insanlık tarihi bu konuda lanetlenen kalabalıklara da şahit olmuş, insan olmanın onurunu taşıyan, hayatın anlamını kavramış ve anlamış olan, bu soruların cevaplarını bulan erdemli insanları da tanımıştır.

İşte Mevlânâ Celâlettin Rumî bu erdemli insanlardan birisidir. Ölümünün üzerinden yıllar, asırlar geçmiş olmasına rağmen O’nun insanlığa sunduğu mesaj tazeliğini korumakta, farklı coğrafyalardan, farklı kültürlerden olsalar da insanlar bu mesajlarda kendilerini bulmakta, bu mesajlarla hayatın anlamını kavramakta, bu mesajlardan aldıkları güçle insan olma yarışında mesafe katetmekte, bu mesajlarla aydınlığa ve güzelliklere doğru yol bulmaktalar.

Bilindiği üzere, Kur’an’da “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”buyurulmuş, Allah Rasulü de; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”2 hadisiyle sözü edilen konuda hem yol göstermiş hem de bu yolun nasıl bir donanımla aşılabileceğine işaret etmiştir. Buna göre insanın yaratılış maksadı, kendisini var eden Mutlak gücü tanımak ve O’na karşı görevlerini yerine getirmeye çalışan iyi bir insan, iyi bir kul olabilmektir. Hiç kuşkusuz onun bu amacı gerçekleştirebilmesi de Fâtiha sûresini her okuyuşta tekrarladığımız “Yalnız Sana ibadet (kulluk) eder ve yalnız Senden yardım isteriz.”3İkrarına sâdık kalınarak, mâsivâyı aşıp hakikî özgürlüğü tadarak, kul peygamber olmayı melik peygamber olmaya tercih eden Allah Rasulü’nün samimi bir takipçisi olmak suretiyle, Yaratana karşı kul, eşya karşısında hür olma bilinciyle anlamlı bir hayat yaşanarak mümkün olur. İşte böyle bir iradeyle yola koyulan ve hayatın anlamını, yaratılış maksadını kavrayan mü’min, bu yolda kâmil bir ahlâka sahip olabilme mücadelesi vererek ilerlemeli, kâmil bir insan olabilmek için çalışmalı, ancak böyle bir kazanımla huzura ulaşıp mutluluğu yakalayabileceğini bilmelidir. İşte bu yüzden olmalıdır ki kendisinden önceki insanlık önderleri gibi Mevlânâ da kulluk bilincine ulaştığı, o büyük idrakle uyandığı gün, sevincinden nara atmış ve bu büyük nişana, kulluk mertebesine erişme sevincini “Ben kul oldum, ben kul oldum, ben kul oldum…” ifadeleriyle cihana duyurmuş, ancak bu beyanın boş bir slogan olmaktan öte bir anlam ifade ettiğini, “Bu can bu tende olduğu müddetçe ben Kur’an’ın kölesiyim. Ben Tanrı’nın seçkin Peygamberi Muhammed’in yolunun toprağıyım.”4 beyanıyla dile getirmiş, bu suretle sözü edilen kulluğun Kur’ânî bir programla ve Allah Rasulü’nün yolu takip edilerek gerçekleştirilebileceğini bildirmiştir. Hemen ifade edelim ki insan, hayatın anlamını kavrayabilmek için duyuların ve aklın verilerinden de yararlanacaktır. Ancak bu verileri Kur’an ve Sünnet’in kriterleri ile ölçüp biçecek ve ulaştığı sonuca göre tercihini yapacaktır. Nitekim Mevlânâ bu konuda gösterilmesi gereken hassasiyeti: “Vehimle akıl mehenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mehenge vur. Bu mehenk de Kur’an’dır, Peygamberin sünnetidir.”5 diyerek açıklamış, özellikle dinî hayatın doğrularının öğrenilmesi konusunda Kur’an ve Sünnet’in aydınlatıcı ve belirleyici fonksiyonunu, vazgeçilmez konumunu belirtmiştir. Gerçek ortada iken Kur’an ve Sünnet’le doğru yol ve ölümsüz gerçek açıkça insanlara bildirilmiş olmasına karşın, boş arayışlarla birtakım aklî kıyaslarda bulunup Hak’tan ve hakikatten yüz çevirenleri Kâbe’nin huzurunda kıble arayan kimselere benzeten Mevlânâ, “Bu kıyaslar, bu araştırmalar bulutlu günde, yahut geceleyin kıbleyi bulmak içindir. Fakat güneş doğmuş, Kâbe karşıdayken bu kıyası, bu araştırmayı bırak, arama. Kıyas yüzünden Kâbe’yi görmezlikten gelme, ondan yüz çevirme.”6 uyarısında bulunup, aklın yerinde kullanılmasına işaret ederek yanlış bilgilere, bâtıl kıyas ve yorumlara bağlanarak tevhidden yüz çevirmenin, istikâmetten ayrılmanın, mutlak doğruları terketmenin yanlışlığına işaret etmiştir.

Yine Mevlânâ’ya göre hayatın anlamını kavrayabilmek için; şekli ve sureti aşmak, Hakk’ı ve hakikati görmek, O’na yönelmek, şom nefsin parmaklarını gönül gözünün üstünden kaldırmak gerekir. Şöyle ki, suretin bir ölçü olmadığını “Eğer insan suretle insan olsaydı Ahmed’le Ebû Cehil müsâvî olurdu.”diyerek dile getiren Mevlânâ hakikatin görülmesinin önemini ve nasıl görülebileceğini ise: “Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül gökünde yüzlerce güneş görür. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et. Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur ancak şom nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.”8 diyerek açıklar. Keza ona göre; “Göz de dostu gören göze derler.”9 Bu göz ise; “Kim can gözü ile görürse onun gözü her şeyi apaçık görür.”10 beytiyle açıklandığı üzere insanın; eşyayı, hayatı ve olayları gerçek yönüyle görmesini sağlayan bir göz olup bu göz, ten gözünden farklı olarak onun göremediği gerçekleri gören, hayatın sırrını çözmeyi, varlığı kuşatan sır perdesini aralamayı sağlayan bir göz, bir anlayış, bir idrak gücüdür. “Ten gözü insanın şeklini görüp beller(ken bu göz yani) can gözü mâzâgal basar sırrını görür, hayran olur.”11 Bunun için ise insanın, nefsinin sultasından kurtulup, ârifâne bir nazarla hayata ve olaylara bakması, dar kalıpları aşarak şaşılıktan kurtulmak suretiyle gerçekleri görebilmek için hakikat ufkuna nazar etmesi gerekir. Nitekim Mevlânâ da bu hususu “A iğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma. Benim gözümle bak da biri iki görme. Bana bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör. Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten de… Aşk içindeki aşkı gör vesselâm. Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da. Âriflerin her kılı göz kesilir.”12 beyitleriyle açıklar. Bunun temini için ise Mevlânâ yaşanılan zamanı iyi değerlendirmeyi, sahip olunan imkanları yerinde kullanmayı, ilahî rızayı elde etme yolunda canla başla mücadele etmeyi, riyâzat ve mücahedede bulunmayı önerir ve “Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi vaktin oğludur (Bulunduğu vaktin iktizâsınca iş görür). ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir.”13 diyerek insan-zaman ilişkisine dikkatimizi çeken Mevlânâ, idrak edilen zamanı en ideal biçimde değerlendirmeyi, şimdiki zaman itibariyle idrak edilen ömür sermayesinin her saniyesini, hatta her salisesini bilinçli olarak ilahî rızaya uygun bir biçimde geçirmeyi; ilerlemenin, başarıya ulaşmanın, rızây-ı ilahîye erişmenin vazgeçilmez bir şartı olarak görür. “Yaşadığın zamanın fırsatını elden kaçırmadınsa vaktin adamı da, genci de, yaşlısı da sensin.”14 değerlendirmesini yaparak, zaman açısından sahip olunan fırsat ve imkanları iyi kullanmanın önemini belirtir ve hangi yaşta olunursa olunsun bu gerçeğin değişmeyeceğini bize hatırlatmak ister. Şüphesiz hayatın safhaları gibi, tüm davranışlarımız, başarılarımız, başarısızlıklarımız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, kısacası bizimle ilgili her durum bir zaman diliminde gerçekleşir. Doğumdan ölüme dünya hayatında karşılaştığımız her kayıp ya da kazanım, köprünün altından akıp giden su misali bir kez gerçekleşir. Ömrün tekrarı olmadığı gibi içinde bulunduğumuz zamanı da durdurmaya imkan yoktur. O halde insan olarak zamanı öldürmek ve bu büyük zenginliği yok etmek için uğraş vermek yerine, onu doldurmak ve onunla yarışmak suretiyle birey ve toplum olarak, müslümanlar olarak, insanlık ailesi olarak idrak ettiğimiz her zaman diliminde yapabileceğimiz, yapmamız gereken çok güzel şeyler olduğunun bilincinde olmalı, ona göre hareket etmeliyiz. Bu âlemde hoş bir geçmiş bırakabilmenin yolu kesinlikle boş zaman geçirmemekten geçer. Aldanıştan kurtulmak, maddî kazanımlar yanında manevî başarılara da ulaşmak için zamanı bilinçli, plânlı, düzenli ve neticede verimli bir biçimde kullanmak gerekir. Bu manada Mevlânâ’ya göre sufi ibnü’l-vakittir (vaktin gereklerini en ideal biçimde yerine getiren, onu iyi kullanan biridir) ama vaktin babasıymış gibi vakti adamakıllı avucunun içine almıştır15 ve o yaşadığı zamanın mahkûmu değil, hâkimi konumundadır. Tasavvufta kabul gören sufi tanımlarından biri olan ibnü’l-vakt olabilme anlayışı bu hareketin, zamanın değerlendirmesine, dolayısıyla çalışmaya bir başka ifadeyle hayatı anlamlı kılmaya verdiği önemi göstermekle birlikte; tarihi süreç içinde hem bu hareketin içinde bulunanlar hem de genelde büyük çoğunluk itibariyle İslâm toplumu ne yazık ki bu konuda kendilerinden beklenen başarıyı ortaya koyamamıştır. Bu gün de ne yazık ki durum farklı değildir. İşte isbatı: Ülkemizin en ücra köşelerinde bile var olan kahvehanelerde zaman öldürme yarışına katılmış olan milyonlarca insana bakmak, sokakları dolduran işsiz ve amaçsız kalabalıkları görmek, dairesinde bilmece çözen memurlara, iş yerinde işi durdurma eylemileri sergileyen işçilere sahip olmak, bu konuda örnek olarak hiç de iç açıcı olmasa gerek. Bunun yanında cevabını alamayacağımızı bilsek de: Muasır medeniyet seviyesinin önüne bu tablo ile mi geçeceğiz? sualini kendimize sormadan edemiyoruz.

Bilim ve teknoloji çağında baş döndürücü bir hızla ilerlemeler kaydedilirken İslâm toplumları üzüntülere, göz yaşlarına, çeşitli işgallere, haksızlıklara, zulümlere mahkum olarak mı yaşayacak? İslâm toplumu adına başarılı olmak, hayatı anlamlı kılmak; böyle bir konumda olmak mıdır? Şüphesiz ki hayır. Peki çıkış yolu nedir? Bunun için en azından; kimlik sorunumuz üzerinde düşünmek, yerine getirmekle yükümlü olduğumuz görevlerimizle ilgili olarak taşımamız gereken liyâkat problemimizi çözmek ve idrak ettiğimiz her bir zaman dilimini sorumluluk bilinciyle ve en verimli bir şekilde değerlendirmek, çalışmak, hem ukba hem de dünya ile olan ilişkimizi yeniden gözden geçirmek zorundayız. “Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek”16 diyen Mevlânâ’ya kulak vermek, yine O’nun; “Kudretin kazanmak için bir sermayedir. Kudret zamanını kaçırma, kıymetini bil”,17 “Tanrı sana el vermiştir, bir iş yap kazan diye”,18 “Yarın yaparım deme, nice yarınlar geçti; ekin zamanı tamamıyla geçmesin. Bu iki günceğinizde olsun, kuvvetin varken gücünü Hak yolunda sarfet.”19 tarzındaki öğütlerini dikkate almak, Hak yolunda sarfedebilecek birşeylere sahip olabilmek için çalışmak, yine çalışmak mecburiyetindeyiz. Bugüne kadar ihmal edip biriktirdiğimiz sorunları aşmak için mücadele etmek zorundayız. Ebedî saadetin, sonsuz mutluluğun kazanılabileceği tek adres olan dünya hayatını anlamlı kılabilmek için uğraş vermek durumundayız. Zira “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”20 Mevlânâ’nın diliyle söyleyecek olursak; “Dünyada diken eken kişi ancak yeşermiş taze diken biçer”,21 “Buğdayı olmadan değirmene gidenin yalnız saçı sakalı ağarır, başka bir şey elde edemez.”22 O halde bizler meşru olması koşuluyla her ne iş yaparsak yapalım, çalışmanın ibadet sayıldığı bir dinin mensubu olarak sonradan pişman olacağımız bir konumda bulunmayıp, hayatın anlamına uygun düşecek adımlar atmalı, yanlış yöneliş ve tercihlerden bilinçli bir biçimde uzak durmalıyız. Yine bu konuda da Mevlânâ: “Tanrı sırları meydana çıkarır… Madem ki sonunda bitecek, kötü tohum ekme”,23 “Rızıkları sebeplerine yapışarak elde edin”,24 “Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır. İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar, aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil. Lokma tohumdur, mahsulü fikirlerdir. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir.”25 diyerek meşru kazancın ve buna bağlı olarak helâl lokmanın insan için önemine ve vazgeçilmez hayatî değerine işaret etmiş, toplumsal bir hastalığımız olan bilgisizlik ve gaflet illetinin nedeninin ise haksız kazanç elde edip haram lokma yemekle ilgili bir durum olduğu yorumunu yapmıştır.

Bu tesbitlerden de anlaşılacağı üzere tasavvufta helâl kazanç için çalışmak ve el emeği, alın teri ile yani hakederek kazanç elde etmek ve de helâl lokma yemek maddî hayatın devamı için gerekli olduğu gibi, manevî yönden yücelmek ve yükselebilmek için olmazsa olmaz olarak görülen vazgeçilmez bir şarttır. Ayrıca Mevlânâ’ya göre “İnsanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından, kârsa çalışıp çabalamasındandır.”26Bu itibarla bilinmelidir ki başarısızlıkların altına imza atan da insanın kendisi, başarıların kahramanı da odur. Bu sebeple o herhangi bir olumsuzlukla karşılaşınca suçu başkasında aramamalı, kadere yüklenip yanlış adreslere sığınmamalı, Mevlânâ’nın sorduğu: “Yiğitim kadere az bahane bul. Nasıl oluyor da suçunu başkasına yükletiyorsun? Zeyd kana girsin, cezasını Amr çeksin. Amr şarap içsin, Ahmet dayak yesin. Bu olur mu? Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor. Neye çalıştın da faydasını ya da zararını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin?”27 sorularının doğru cevabını vermeli, “Dünyada diken eken kişi sakın ektiğin dikeni gül bahçesinde arama”28 uyarısını dikkate almalıdır.

Keza “Kulun, ‘Tanrı ne dilediyse o oldu’ demesi; o işte tembel olmak için değildir. Bu söz kalbini tutup çalışmaya teşviktir. O hizmette daha fazla gayrette bulun, o işe daha fazla alış ve sarıl demektir.”29açıklamasını yapan Mevlânâ, mazeret üreten yaklaşımlara, hür iradeyi reddeden kadercilik anlayışına da karşı çıkar ve bu görüşünü “Takdir haktır, ama kulun çalışması da haktır. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma.”30 ifadesiyle dile getirir. Bu arada hemen belirtelim ki “Dem bu demdir, dem bu dem, bu demin kadrini bil, âgâh ol” ilkesini bir ilahî neşvesiyle dinleyen sufilerin bundan öte bir tavır ortaya koymaları, idrak ettikleri her zaman diliminde gerçekten zamanın kıymetini bilip ona göre hareket etmeleri gerekirdi kanaatindeyiz. Şüphesiz ki bu ilke sadece sufiler için değil insan olan herkes için geçerli bir ilke olup, buna göre de her insan kendini geçmişe takılıp kalmaktan kurtarmalı, gelecekle ilgili ham hayallerle kendisini oyalayıp kandırmamalı, “Eğer”, “Keşke” sözcükleri ile kurduğu cümlelerin arkasına sığınma şaşkınlığını göstermemelidir. Nitekim Mevlânâ da “… Böyle yap ki ‘Eğer’ illetine uğramayasın.”31 diyor ve “Düşünüş, geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkil hal olur.”32 diyerek bu konuya açıklık getiriyor, bir rubâîsinde ise ömrün kısalığına işaret ederek hayatın çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık tarzında yaşanan safhalarını üç günlük ömre benzetip konuk olarak bulunduğumuz dünyada misafirin konukluk hakkı üç gündür, hatırlatmasını yapıyor ve “Çocukluk çağları geçti, gençlik demleri bitti. Arkadan kocalma günleri erişti. Artık cihandan uçmaya bak. Her misafirin konukluk hakkı üç gündür. Efendi üç gün oldu, artık kalk, çek arabanı!”33 diyor.

Bilindiği gibi insan hayatının anlamlı ya da anlamsız kılındığı, acıların, sevinçlerin yaşandığı, güzelliklerin, çirkinliklerin sergilendiği, taatların, isyanların ortaya konulduğu, insan olabilme sınavının yapıldığı tek ve değişmez bir adres vardır, o da dünyadır. Koca dünya var olalı nelere şahit olmamış ki… Kur’an’da onun geçiciliği ve çekiciliğine34işaret edilmiş, burada yaşanan hayat ise bir oyun ve bir eğlenceden ibaret olarak görülmüştür.35 Sevgili Peygamberimiz ise; Allah katında dünyanın bir sinek kanadı kadar olsun değeri olmadığını beyan ederek,36 onunla ilişkisini, “Benim dünya ile ne işim var? Ben dünyada yolculuğu sırasında bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan geçip giden bir yolcu gibiyim.”37 hadisiyle bize bildirmiştir. Kuşkusuz bu tesbitler dünyanın ve dünya hayatının geçiciliğine işaret etmek, insanların ebedî yurda yönelmelerini teşvik etmek gibi amaçlar içermekte olup, hiçbir zaman dünyayı ve dünya hayatını inkâr ve önemsememek gibi bir anlam ifade etmemektedir. Eğer dünya ve de dünya hayatı bir anlam ifade etmeseydi, Yüce Rabbimiz dünyayı ve de dünya hayatını yaratır mıydı? Ayrıca ukbâ olmadan dünyanın değer ve anlamını kavramak ne kadar zorsa; dünya olmadan da ukbânın varlık sebebini açıklamak o kadar zor, hatta imkansızdır. Burada önemli olan, iki âlemin de varlık nedenlerini bilip, fonksiyonları itibariyle birinin diğerinin yerine kaim olamayacağını idrak ederek, her ikisinin de önemini ve gerekliliğini kabullenmek ve ona göre hayatı düzene koymaktır.

Mevlânâ’ya göre çeşitli özellikleri yanında dünya insanlar için olgunlaşma yeridir ve bir ağaç misali o, bu işlevini sürdürür. Ham meyveler ağaca sıkı sıkıya tutunur,olgunlaşanlar ise ondan ayrılırlar.38Bu itibarla insanların yaşamak için kalacakları başka bir dünya, olgunlaşmak için tutunacakları başka bir dal olmadığına göre onların bu adreste durmaları, bu ağacın dalında olgunlaşmaları gerekir. Yine O’na göre dünya ne paradan ne abadan ve ne de şehvetlerden ibaret birşey olmayıp, bilakis bunlara takılıp kalarak Hak’tan gaflet edilen bir yerdir dünya…39 Dolayısıyla insan ona aldanmadan, yönünü sönmeyen ışığa, gerçek âleme çevirmeli, dünyayı geçilmesi gereken bir berzah âlemi olarak görmeli,40 dünyadaki hayatını da buna göre bu hayatın anlamını müdrik bir yaşantı sergileyerek geçirmelidir.

Eğer insan takıntılardan, paranoyalardan kurtulamazsa, dünya onun için bir zindan olur.41 Fakat o, Hakk’a giden yolda onu engel olmaktan çıkarır, ona ait bağımlılıklardan kendini kurtarabilirse, sönmeyen ışığın aydınlığından da yararlanarak onu gerçek âleme, özgürlüğe ve mutluluğa giden bir yol olarak kullanır.

Tasavvufun ağır ve karmaşık pek çok konusunu hikâyeler, temsiller ve teşbihlerle kolaylıkla anlatan ve bu konuların herkes tarafından anlaşılması hususunda erişilmez bir başarıya sahip olan Mevlânâ, dünya-insan ilişkisi konusunda da belirtilen özelliğinin en güzel örneklerinden birini daha bizlere sunar. Şöyle ki, O’na göre dünya-insan ilişkisi, gemi ile su arasındaki ilişki misalidir. Bunlardan biri yoksa beklenilen faydayı sağlamak açısından diğeri de bir anlam ifade etmez. İşte bu manada geminin fonksiyonunu icra etmesi, yol alması, menziline ulaşması, nasıl üzerinde bulunduğu suya bağlıysa ve nasıl onsuz olmuyorsa, insan için de dünya ve dünya hayatı; böyle bir hayatî öneme ve fonksiyona sahiptir. Ve de bir zorunluluk olarak geminin yolu deryadan, insanın yolu da dünyadan geçer.

İşte bu zorunluluk ve bağımlılık, arzulanan hedefe güvenli bir biçimde ulaşabilmek açısından beraberinde birtakım önlemlerin alınması mecburiyetini getirmiştir. Bunlar, suyun geminin altında olması, hiçbir şekilde onun içine sızmaması gibi değişmez şartlardır. Aksi halde gemiyi yüzdüren ve onu menziline ulaştıran su; bir yolunu bulur da içeri sızar ve geminin içine girerse bu sefer onu batırır ve onun helâkine neden olur.42İşte bunun gibi dünya da insan için böyledir. Bu sebeple insan da gönül teknesine dünya deryasından onu helâke sürükleyecek bir sızıntı sokmamalı, dünyevi olan herşeyi, meşruiyet ilkesini zedelemeden araç olarak kullanmalı, hiçbir zaman amaç haline getirmemelidir. Bu koşulla kâinattaki tüm nimetlerin onun emrine ve hizmetine sunulduğunu bilmelidir. Bu itibarla, kalbe sokmamak, onların esiri olmamak koşuluyla her ne türden olursa olsun, geminin altındaki su misali eğer bu nesneler insan için bir fayda sağlıyorsa, sahip olunan şeylerin çokluğu hiç de önemli değildir. Yeter ki sahip olunan herşey, anlamlı bir hayatın yaşanmasına katkı sağlamış olsun. Hiç kuşkusuz böyle bir kazanım ise sağlıklı olarak dengelerin kurulmasına, sorumluluk bilinciyle hareket edip her durumda doğru tercihler yapılmasına, Hak’tan yana tavır koyarak istikâmetten ayrılmadan ilahî rızaya uygun bir başarı elde edilmesine bağlıdır.

Sonuç olarak Yaratan; insanı yaratılmışların en şereflisi olarak tanımlamış, onu halifesi olma nişanı ile taltif etmiş ve kâinattaki herşeyi onun emrine âmâde kılmıştır. Ancak insanoğlu bu şerefi korumak, yüklendiği sorumluluğun gereklerini onurlu bir biçimde yerine getirmek için itikâdî, amelî ve ahlâkî yönden istenilen düzeyde olmak, hayatı yaratılış maksadına uygun bir zenginlik ve güzellikle yaşayarak anlamlı kılmak durumundadır. Çünkü onun mutluluğu kazanımlarına ve bu kazanımlarla elde edebileceği erdeme, kemâle bağlıdır. Şüphesiz ki bu da ancak insanın, yaşanılan zamanı ideal manada değerlendirip hayatın gerçek anlamını idrak ederek onu kâmil insan olma hedefine ulaştıracak, vuslata erdirecek, ilahî rızaya kavuşmasını sağlayacak bir yapılanma ile gerçekleşebilir.

Bilindiği gibi insanlar için ilahî adaletin gereği olarak cennet de hak cehennem de. Ancak Allah cehenneme gidenlerden değil, cennetine girenlerden razı olmuştur. Buna göre eğer insan, ilahî rızayı önemsiyorsa O’na kavuşabilmek, bunun yanında sonsuz bir mutluluğu kazanabilmek için güzelliklere yönelmeli, sevgiden yana olmalı, dengeleri kurarak gemiye su aldırmadan, zamanlara hükmetmek suretiyle anlamlı bir hayat yaşayıp, geride hoş bir seda bırakmalıdır.Kaldı ki böyle bir tercih sadece ilâhî rızayı önemsemenin gereği olarak değil, gerçek manada insan olmak için de vazgeçilmez bir durumdur.

1 Zâriyât, 51/56
2 Mâlik, Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8.
3 Fâtiha, 1/5
4 Mevlânâ, Rubâiler II, çev. M. Nuri Gencosman, Kültür Bakanlığı yay., Ank. 1971, s. 44 (no: 1052).
5 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, İst. 1953, IV, 186.
6 a.e., I, 272.
7 a.e., I, 82.
8 a.e., I, 112.
9 a.e., I, 113.
10 a.e., VI, 351.
11 a.e., V, 294.
12 a.e., IV, 194.
13 a.e., II, 11.
14 Mevlânâ, Rubâîler, II, 132.
15 Mevlânâ, Mesnevî, III, 116.
16 a.e., III, 269.
17 a.e., V, 199.
18 a.e., II, 97.
19 a.e., II, 97.
20 Necm, 53/39
21 a.e., II, 12.
22 a.e., VI, 353.
23 a.e., V, 322.
24 a.e., III, 118.
25 a.e., I, 132.
26 a.e., VI, 35.
27 a.e., VI, 35.
28 a.e., II, 12.
29 a.e., V, 254 vd.
30 a.e., VI, 35.
31 a.e., II, 56.
32 a.e., II, 14.
33 Mevlânâ, Rubâiler, II, 74 vd.
34 Âl-i İmrân, 3/185; Lokman, 31/33
35 Tevbe, 9/38
36 Tirmizî, Ebû İsa Muhammed, Sünen, Mısır, 1975, Zühd, nr. 2320, IV, 560.
37 İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. el-Yezîd el-Kazvinî, Sünen, Mısır, 1954, Zühd, 409.
38 Mevlânâ, Mesnevî, III, 104.
39 a.e., I, 79.
40 a.e., II, 13.
41 a.e., I, 79.
42 a.e., 1, 79.

1767674449 14.5