MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ – M. Es’ad COŞAN

A+
A-

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ

Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah,

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Bizi hadsiz-hesapsız, sayısız nimetlerine mazhar eyleyen, mülkün sahibi, âlemlerin Rabbi, Hàlıkımız, Râzıkımız, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâlar olsun…

Engin ve sonsuz rahmetinin en güzel nişânesi olarak bizleri irşad için, hakkı ve doğruyu öğretmek için gönderdiği, evvellerin ve sonrakilerin efendisi Muhammed Mustafâ’sına sonsuz salât ü selâm, tahiyyât ü ihtirâm olsun…
Rabbimiz bizleri rızâsının yolundan bir göz yumup-açacak kadar bile ayırmasın… Habîbinin yolundan başka yollara ayağımızı kaydırmasın…

Bugün Mevlânâ Hünkâr Efendimiz Hazretleri’nin şeb-i arûsunun 719. sene-i devriyesi… Başta Peygamber Efendimiz SAS’in rûh-i pâki için olmak üzere, cümle sâdât ü meşâyihimizin, hassâten Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin, cümle göçmüş bütün sevdiklerinin ruhları için bir Fâtiha, üç İhlâs hediye edip öyle başlayalım.

Emsâlsiz Bir Zirve

Şimdiye kadar Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri ile ilgili hiç konuşma yapamadım. Onun hakkında konuşmak çok zor.
Men çe gûyem vasf-ı an âlî cenâb.” O âlicenâbın vasfını ben nasıl anlatayım, kelimeler nasıl anlatsın, öyle coşkun bir şahsiyet ki kelimeler biter. Şiirle anlatılabilir, şiir biter. Nağmelerle anlatılabilir, her şey biter hâmuş olunur, sükûtla anlaşılabilir, tadılabilir bir müstesnâ varlık. Çok orijinal bir şahsiyet, emsâlsiz bir zirve. Lirizmine erişilmeyecek kadar duyguları dolu… Şiirlerini okuduğunuz zaman vecdden vecde sürüklendiğiniz bir muhteşem şair. Sırf onun için, onun yazdığı dili öğrenmeye değer, Farsça’yı öğrenmek lâzım.

Eserleri bizim için eşsiz bir maarif hazinesi. Tasavvufun incelenip, elenip, son derece gelişmiş olduğu bir devrin, bir zirvenin silsilesinin en yüksek şahsiyetlerinden biri… Kendisinden öncekilerin bütün tecrübelerine âşinâ, bütün sözlerine vâkıf, hayatlarını bilen, sözlerini gönlünde olan bir büyük allâme, bir büyük ârif.

Onu Anlamak

Onu tanımadan ecdadımızı tanıyamayız. O ince medeniyeti anlamamız mümkün değil. Osmanlı’yı anlamamız mümkün değil. Dinin zerâfetini, san’atla, edebiyatla çıktığı en yüksek seviyeleri gezmemiz mümkün değil. Hakkında çok yazılar yazılmış, ciltlerce… Okudum, okuyorum: Onu anlamak için onun bilgisine sahip olmak lâzım. O sözleri neden söylediğini anlamak için, kültürü hazmetmiş olmak lâzım ki doğru anlaşılabilsin.

Anlamayanlar, o seviyede olamayanlar, kendi kısa, sathî ve bazen de çirkin bakışlarıyla bakıyorlar. Kendileri gibi sanıyorlar. Onu iyi tanımak için İslâm dinini çok iyi hazmetmiş olmak lâzım. Fetva verecek kadar fıkhı bilmek lâzım. Kur’an-ı Kerim’i çok iyi bilmek lâzım. Hadîs-i şeriflerin üstadı olmak lâzım. Tasavvufun allâmesi olmak lâzım. Tasavvuf terminolojisini çok iyi kavramak lâzım.

Eserlerindeki zevk tercümelerde aslâ yok. Canlı balığı alacaksınız, derisini yüzeceksiniz, tavada kızartacaksınız, o bakıl değil. Tercüme mütercimin seviyesini gösterir, tercüme edilen şahsın yüksekliğini değil. Mesnevî tercümeleri, şerhleri var ama, Divân;ı Kebîr’ini nasıl tercüme edeceksiniz? O heyecanları nasıl aktaracaksınız bu dile? Onun kadar heyecanlı olmak lâzım ki okuyup emsâlini-nazîresini söylemek mümkün olsun. Farsça’yı çok iyi bilmek lâzım. Çünkü Mevlânâ çok büyük bir nüktedandır. Muhteşem bir söz sanatkârıdır. Ve edebî sanatları çok çok iyi bilmek lâzım; hakikati, mecazı kinâyeyi telmihi vs. diğer bütün sanatları çok iyi bilmek lâzım. Yoksa doğru tercüme yapamaz. Anlayamaz bile, tercüme etmek isteyen. Eserlerinin bütününü okumak lâzım. Zaten ilmin şartı, bir konuda karar vermek için bütün malzemeyi toplamaktır. Malzeme tam toplanmazsa sahih bir ilmî sonuca ulaşılamaz.

Tercüme edenler, izah edenler, kedi meşreplerine göre bazı şeyleri kesiyorlar, söylemiyorlar. Sizlerden bazı şeyleri saklıyorlar. Meselâ, kendisi şarap mübtelâsı, Mevlânâ’nın “Asıl mucize odur ki şarabınızı hal: sirke ede, müşkilinizi hallede.” sözündeki şarap kelimesini kullanmıyor, gocunuyor. Gocunduğu için kullanmıyor. Yanlış tefsir ediyorlar. Bazen de haram olun sû-i zanna ve iftiraya kadar kayıyor ayakları, niyet iyi olmayınca… Onun evlâtlarından cennet mekân rahmetli Âmil Çelebioğlu Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşımdı. İktisat Fakültesi’nden de Nahit Aybek vardı. İkisiyle de dostluğumuzun hatırı için, -Mevlânâ’nın da tarif edilemeyeceğini gösteren- Nahit Bey’in şiirini müsaadenizle okuyayım. Yeni neslin aruza ne kadar hakim bir şairi olduğu da görülecek:

Nice tarif edeyim şevket-i Mevlânâ’yı
Bu lisân anlatamaz devlet-i Mevlânâ’yı

Teşneyim öyle ki, bir lâhzada içmek dilerim
Mey-i humhâne-i pür-lezzet-i Mevlânâ’yı
Sûzişimden bütün âteş kesilir bâğ-ı cinân
Bulamazsam yarın ah sohbet-i Mevlânâ’yı

Bilirim dergeh-i can-bahşına lâyık değilim
Neyle teskîn edeyim hasret-i Mevlânâ’yı

Âteş-i aşka gönül mum gibi yandıkça duyar
Bişnev in ney’le coşan hikmet-i Mevlânâ’yı

Nasıl idrâk edeyim akl-ı perîşânımla
Sırr-ı ma’nâ-yı dem-i Hazret-i Mevlânâ’yı

Dil-i pür cengini sâb eyle bulursun Nâhid
Belki rûhunda bir an safvet-i Mevlânâ’yı.

Aşk olsun, güzel söylemiş. “Billâhi berrül-kâil” derler Araplar. Ağzı nurla dolsun, dert görmesin…

İsmi

Ben biraz gençleri de düşünerek bazı bilgiler vereyim:

Mevlânâ, bahis konusu zât-ı muhteremin (KS) lâkabıdır. “Molla” demektir. Medrese talebeleri nezâket ve zerâfetlerinden, dinî edeplerinden birbirlerin “mevlânâ” demişler. “Mevlânâ” sözü kesret-i isti’mal’den molla olmuştur. Mevlânâ, bizim mevlâmız demek. Mevlânâ, kısaca efendi demek  olursa, -medrese talebesi, birbirine “Efendim” diye hitap ediyor- medrese alâmeti bir kelime. Medreseli ulûm-i şer’iyye öğrenme yolunda olan kimse.

Bu kelimenin çıktığı Arapça kök velâ’karâbet demektir. Mevlâ da karâbetin olduğu mahal demektir. Yâni bir kimse bir kimseye yakın (karîb) ise o, onun mevlâsıdır. Binâen aleyh “ezdâddandır” demişler; yâni hem efendi mânâsına gelir, hem köle mânâsına gelir. Çünkü azadlı köle ile azad eden efendi arasında bir yazışma-anlaşma olduğu için, her ikisi de birbirinin bir bakımdan, bu cihetten yakını (karîbi) olduğu için mevlâsıdır. Bu bakımdan mevlâ kelimesi bir mânâya efendi demektir. Bizim de Rabbimiz için kullandığımız kelimelerden birisidir. Bir bakıma da azadlı köle demektir. Meselâ, Huzeyfe Mevlâ Sâlim Rh.A… Bunun çoğulu “mevâlî” gelir, yâni azadlı, hürriyete sonradan kavuşmuş kimseler demektir.

Onun için bazıları Mevlânâ’ya kısaca Molla Hünkâr demişlerdir. Hünkâr Farsça bir kelimedir, o da sahip demektir. Kosova’da şehid olan Birinci Murad Hazretleri’nin de lâkabı Hüdâvendigâr’dır. Yâni yüksek şahsiyetlere, sultanlara verilen bir lâkaptır. Molla Hünkâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’dir. Hacı Bektâş-ı Veli’ye de “Hünkâr” denir.

I. Murad-ı Hüdâvendigâr cennet-mekânı anlatırken hoşuma giden bir hususu nakletmeden geçemeyeceğim. Amerikalı bir kişi müslüman olmuş Kur’an-ı Kerim’i inceleyip… Sonra Osmanlı’yı incelemiş. Onları son derece takdir etmiş ve sevmiş. Türkiye’ye gelmiş. Arkadaşlarımıza demiş ki: “Bilhassa ilk on padişah şeksiz şüphesiz evliyâullahtandır.”

Rûmî, nisbesidir. Anadolulu demektir. Anadolu’ya “Diyâr-ı Rûm” dedikleri için… Nedense Araplar bir elif eklememişler, “Diyâr-ı Rûm” demişler. “Diyâr-ı Rûma” deselerdi bizimle hiçbir farkı kalmayacaktı işin… Rûmî, diyâr-ı Rûm’a, yâni Anadolu’ya mensup demektir; Konya’da yerleştiği için kendisine verilmiş bir nisbe. Bunu bilmeyen kimseler, -hele hele bir de şiirlerinde lâtife olsun diye Rumca kelimeler de kullandığı zaman- onu başka bir milletten sanmasınlar diye böyle bir açıklama yapmak gerekiyor.

Ailesi

Adı Muhammed’dir, babasının adı da Muhammed’dir, dedesinin adı Hüseyin’dir. Horosan’ın Belh şehrinde neş’et edip Konya’ya gelmiştir. Bir alim ailesindendir ki babası Bahâeddin,  “Sultanül-Ulemâ” diye anılır; âlimlerin sultanı… Onun için ona “Mevlânâ-yı Büzürg” derler. Büzürg demek -Mevlânâ’nın babası olduğu için- büyük molla, yâni sultânül-ulemâ demek. Kübreviyye tarikatına bağlı. Bizim de Kübrevîlik ile ilgimiz olduğundan onu da belirtmek istiyorum.

Bu devirde şahısların şecerelerini incelediğim zaman gördüm ki, âlimin çocuğu âlim oluyor, ilim sülâlede devam ediyor.
Gurg-zâde âkıbet gug-şevet… Yâni aslanın oğlu aslan, kurdun oğlu kurt oluyor.

Bir âlim sülâlesinden ve sultânül-ulemâ lâkabını kazanmış bir kimse, babası. Terâcim-i Ahvâlîn‘i yazan bazı kimseler, Ebû Bekiris-Sıddîk Efendimiz’e mensubiyet ve seyyidliği üzerinde ihtilâfta bulunmuşlardır, verilen şeceredeki şahısların adedi Mevlânâ Hazretleri’ni Ebû Bekiris-Sıddîk Efendimiz’e bağlamaya yetmediği için. Yâni şu kadar şahıs, bu kadar zaman içinde yaşasa, en aşağı şu kadar yıl yaşasa, şöyle evlense, çocuğu olsa vs. gibi hesaplar… Tabii bunun böyle hesaplanmayacağı âşikârdır. Çünkü bazen ara isimleri söylenmeden şecer beyan edilir. Yakın zamanın kaynaklarında söylendiği için, böyle olması mümkün ve muhtemeldir. Ama kendisi söylememiştir; tevazuundan söylemez. Hocamız cennet-mekân da seyyid olduğunu ancak halvete girmiş ve çıkmak üzere olan kimselere halvet sohbetlerinde söylerdi. Onunla övünmeyi uygun görmediği için herkese açmazdı.

Ona yakın kaynaklar, oğlunun zamanındaki kaynaklar, Ebû Bekris-Sıddîk’a bağlı diyorlar. Bazı tercüme-i hal yazarları alimler bunu baîd görüyor. Ama, seyyidliği ve Ebû Bekiris-sıddîk Efendimiz’e bağlılığı mümkündür. İmam Şihâbüddin es-Sühreverdî Hazretleri de Ebû Bekiris-Sıddîk Efendimiz’e bağlıdır. Şu anda bakamadım ama, belki şeceresi tam öyle olmayabilir.

Tahsili

İlk ilimleri muhakkak ki babasından öğrenmiştir. Babasının vefatından sora Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî, kendisiyle dokuz sene kadar meşgul oldu ve tasavvufî bilgiler öğretti diye yazıyor kaynaklar. Haleb’e ve Şam’a gittiğini ve büyük meşhur şahıslarla konuştuğunu biliyoruz. Daha önceki konuşmacılar işaret ettiler.

Bundan sonra onun, Konya’da tanınmış ve sevilmiş bir müderris olarak çalışmakta olduğunu görüyoruz. Çevresinde yüzlerce talebesi olmak üzere neşr-i ulûm ve feyz-i bâtını ile zamanını geçiriyordu.

Şems-i Tebrîzî ile Tanışması

Şems- Tebrîzî ile tanışması hayatında çok büyük bir heyecan meydana getirmiştir.

Nurdemender hasret-i fehm-i dürust
Han çim-i gûyem fe kadr-i fehm-i tûst

“Doğru düzgün, güzel bir zekâ ve kavrayışın hasretinden öldüm. Öldüm böyle bir anlayış aramaktan, buna karşı hasret çekmekten. Benim sözlerim benim ka’bıma göre değildir; ne söylüyorsam senin anladığın kadardır.”
Öyledir, herkes herkesi tam anlayamaz. Anlayamamışlardır. Ama anlaşan iki ruh birbirini anlayan, meseleleri derinlemesine beraberce kavrayan insanlar, birbirlerine çok büyük yakınlık duyarlar.

Heme ba-cins-i liad kone pervâz
Kebûter ba kebûter bâz bâ bâz.

“Her kuş bile kendine uygun cins ile bareber uçar. Güvercin güvercinle, şahin şahinle…” onun için Şems-i Tebrîzî’nin derin anlayışından ve onun sohbetinden, dostluğundan hayatında çok büyük değişmeler-gelişmeler olmuştur.

Şems-i Tebrizî ile sohbetleri, etraftakilerin bunu kıskanması, Şems-i Tebrizî’nin Şam’a gitmesi, oğlu Sultan Veled’i gönderip, müridlerle onu tekrar Konya’ya çağırması, Şems-i Tebrîzî’nin ondan sonra tekrar kaybolması… Sonra da, ikinci kayboluşundan sonra Şam’da-Suriye’de “Acaba bulabilir miyim?” diye tekrar tekrar onu araması… meşhurdur.

Rivayetler çeşitli… 644 (1246) yılında ikinci defa kaybolan Şems bir daha görülmemiş. Bir İranlı araştırmacının sözüne göre muhtelif yerlerde türbeleri varmış. Ben duymamıştım. Muhtelif yerlerde türbelerinden bahsediliyor; bu “Şems’in türbesidir” diye. Öldürüldüğü rivayeti de var. Allahu a’lem bis-savâb. Biz öldürüldüğünü kabul etmek istemiyoruz, onu vârid görmüyoruz.
Vazifesini yaptıktan sonra ayrılmıştır ki ayrılıklarında insana verdiği hasretten hâsıl olarak heyecan ve faydalar vardır.

Sine hâhem şerha şerha ez-firak
Tâ bî-gûyem şerh-i derd-i iştiyâk.

Ayrılığı çekmiş insan isterim ki kavuşmasın, şevk duymasın; ne kadar kavurucu bir duygu olduğunu ona anlatabileyim.”
Yâni o hasretlikte çok yetiştirici unsurlar olduğu için kaybolmuş. Tabii sohbetdaş arıyor, kendisini anlayacak ma’kes arıyor ders verirken, dervişleri yetiştirirken…

Hayatı Tasavvufun İçinde

Bir de diyorlar ki, “Mevlânâ tarikatle, tasavvufla meşgul olmamıştır.” Araştırıcılara bakıyorum, hayret ediyorum. Başından sonuna hayatı tasavvufun içinde… Kitapları baştan sonra tasavvufla dolu. Yine de tasavvufla ilgili değil diyorlar. Neye dayanıyorlar?!

Bir kuyumcu dükkânından içeriye baktığı zaman Selâlehaddin-i Zerkûb’u görüyor. Ve coşup sema’a başlıyor.

Yek-i gencî pedîdamed
Derim dükkân-ı zerkub-i zehî sûret
Zehî mâni, zehî hubî, zehî hubî

“Şu kuyumcu dükkânında bir hazine göründü, zuhûra geldi, gözüme ilişti. Ne güzel sûreti var, ne güzel sîreti: mânâsı var. Ne güzellik, ne güzellik!..” diyerek orada coşup semaa başladığı rivayet ediliyor. Bu zât-ı muhtereme dervişlerini havale ediyor. Budur sizin terbiye ediciniz, buna bağlanın.” diye. 657 (1254) senesinde, o zât-ı muhteremin vefatına kadar dervişler onun tarafından terbiye ediliyor.

“Fâtihayı doğru okuyamayan kuyumcu çırağına niye bu vazifeyi havale ettin?” demişler, şaşırmışlar. Amma bu manevî terbiye işi, manevî kemâlât işi, kitapla, rütbeyle, diplomayla değil… orasını düşünmüyorlar.

Bu zât-ı muhterem vefat ettiği zaman semalarla, Mevlevîlerin baş tâcı ettikleri usüllerle cenazesi kaldırılmış, öyle gömülmüş. İngilizce’den tercüme edilmiş bir kitapta okudum. Kitabı okuyordum ilkönce, “Kendisinin vasiyeti üzerine yakıldı.” diyor. Hopladım… Yakılır mı?! Bizde yakılma asla yok! Sonradan anladım, aklıma geldi. İngilizce’de “buried” kelimesi var. Gömüldü kelimesini yandı mânâsına sanmış. Kendi arzusuyla semâ edilerek, musikî eşliğinde cenazesi götürülsün diye vasiyet etmiş ve öyle yapmışlar. Tercümenin nasıl mânâyı bozduğuna örnek… Bu Hint âdeti midir, nedir?.. diye hopladım önce… Yok öyle bir şey! O tercüme yapanlar onu düzeltsinler. Çünkü vefatının nasıl olduğunu inceledim.

Hüsâmeddin Hasan Çelebi

Sonra babası bir Ahi olan, yâni fütüvvet şeyhi olan Hüsâmeddin Hasan Çelebi’ye… Böyle din kelimesiyle olanlar lâkaptır biliyorsunuz. Asıl ismi Hasan’dır. Onu tebcil için, ona bir pâye vermek için, dinî kelimelerle bir unvan verilir. Hüsâmeddin, dinin kılıcı demek. Demek ki Ahilerin seyfî kolundan, cihadla meşgul Ahilerden ki Hüsâmeddin adı verilmiş. Babası veya çevresindeki insanlar, bunun için ona bu lâkabı vermişler, bu lâkapla telkıb eylemişler. Fütüvvet rüesâsından…

Önemi: Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri’ne diyor ki: “İhvânınız Hakim Senâî’nin Hadîkatül-Hakîka’sını, Attâr’ın Mantîkut-Tayr’ını, Musîbetnâme’sini okuyorlar. Bu minval üzere bir kitap telif etseniz, ihvânınız sizin eserinizi okusa…” Böyle bir ricada bulununca, Mevlânâ, “Ben de böyle bir arzu duymuş ve bir şeyler yazmıştım” deyip -rivayete göre- sarığının kenarından Mesnevî’nin ilk onsekiz beytini ihtivâ eden kısmını,

Bişnev iz ney çün hikâkeyt mî kuned
Ez cüdaî hâ şikâyet mî kuned.

Veya Nahid’in dediği gibi:

Bişnev in ney çün hikâyet mî kunet

Veyahut

Bişnev in ney çün şikâyet mî kuned
Ez cüdâî hâ hikâyet bî kuned. (Çeşitli rivayetler var.)

Hüsâmeddin Çelebi’ye vermiş. Ondan sonra da birisi söylüyor, diğeri -kâtibi onu yazarak o muazzam Mesnevî’yi, manevî kitabı meydana getiriyor Hüsâmeddin Çelebi sebep oluyor. Kendisi aynı zamanda Ziyâeddin-i Vezir tekkesinde şeyhliğe de tayin edilmiş Hüsâmeddin Çelebi… Herhalde bu tekke, babası da bir Ahi olduğu için, bir Ahi zâviyesi olmalı.

Ahi, Arapça’daki ah (eh) kelimesinin mütekellim ya’sına eklenmiş ehî şekli değil; ahi, kardeşim demek değil. Ahi, aka kelimesinin mahallî telâffuzu. Bugün İranlılar bey manasına aka kelimesini kullanıyorlar.o devirde o mahalde ahi olarak kullanılmış o, yâni soylu kişiye verilen unvan. Yâni ahi, fütüvvet erbâbının reisi… Akı veya aka.

Tabii o zaman Anadolu fütüvvet teşkilâtıyla dopdolu. O kadar dolu ki Ankara bir ara ahiler tarafından idare edilmiş deniliyor. Ahi Mesud, bugün Etimesgut dediğimiz… Etileştirmişler. İlle bizden koparıp daha başka yerlere götürmek istiyorlar. Ahi Mesud’u, Etimesgut yapmışlar. Böyle gutlu gıtlı bir şeyler yapmışlar, bozmuşlar…
Ama Ahi Elvan, Ahi Musa, Yeşil Ahi, Ahi Şerâfeddin vs. Anadolu’yu idare etmiş.

İbn-i Batuta Denizli’ye geldiği zaman -altı, yedi hayvanıyla beraber, kervanı, malları, köleleri ile-belinde palaları olan ve belki de bıyıkları pala gibi olan bazı insanlar gelmiş. Bineğinin yularını tutmuş. Bir şeyler söylüyorlar ama İbn-i Batuta Arap, bir şey anlamıyor. Dizgini tutan da Arapça anlamıyorlar. Sonra bir başka şahıs gelmiş, oda dizgini öbür tarafından tutmuş. Birbirleriyle münakaşaya başlamışlar. İbn-i Batuta’nın yüreği eriyor: “Eyvah! Arkamda develerim var, mallarım var. Bu iki yiğit geldiler. O mu alacak benim mallarımı, bu mu alacak? Galiba bunun münakaşasını yapıyorlar…” diye korkuyor.

Meğer mesele o değilmiş. İlk dizgini tutan şahıs ahi teşkilâtından bir zât-ı muhterem, bir fetâ, bir yiğit diyormuş ki: “Sen Tanrı misafirisin, hoş geldin, safa geldin, gel bizim zâviyeye gidelim.” Sonradan gelen şahıs da diyormuş ki: “İyi güzel ama bu mıntıka bizim mıntıkamız. Bizim mıntıkamızda bizim zâviye varken bizim mıntıkadaki misafiri alıp da götürüp öbür zâviyede ağırlamak yakışık alır mı? Bu bize hakaret sayılır. Bizde misafir olacak.”
İbn-i Batuta can mal kaygısında, onlar misafiri ağırlamak düşüncesinde. Böyle bir teşkilât ahi teşkilâtı.

Hüsâmeddin Çelebi de öyle bir kimse. Hüsâmeddin Çelebi için o kadar övücü sözler söylüyor ki Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, onu okumadan geçemeyeceğim. Onun için “Şeyler şeyhi” diyor. “Dinin hüsâmı” diyor, yâni kılıcı. “Kalblerin emîni” diyor. “Zamanın Cüneyd’i”, vaktin Bayezid’i”, “hakàik güneşi”, “hidayet önderi”, “hakkın ziyâsı”, “urve-i vüska”, “arş hazinelerinin sahibi”, “zamanın imamı”, “meşâyıhın ulusu”, “sıddık oğlu sıddık oğlu sıddık” diyor.

Mesnevî’yi niçin yazdığını açıklarken:
“Bis’tıt’â seyyidi ve senedi ve mutemedî ve mekânir-rûhi min cesedî ve zahirâti yevmî ve gadî ve hüveş-şeyh kıdvetül-ârifîn ve imamül-hüdâ vel-yakîn, mugîsül-vera’, emînül-kulûbil ven-nühâ…” diye devam ediyor. Yâni, nihayet kendisinin yetiştirdiği bir halife… Fakat ne güzel hitaplarla hitap ederek gönlünü tatyîb edip, ne güzel sıfatlarla, hüsn-ü zanla kendi yetiştirdiği kimseye böyle muamele ediyor Mevlânâ Hazretleri…

Maarif Hazinesi Eserleri

Mevlânâ’nın eserleri maarif hazinesidir. Bu kuru bir övme sözü değil, sebebini söyleyeceğim:

Bir kere, onun eserlerini çok geniş bir şekilde incelemiş, olan bir İranlı alim Hâdi-i Harirî “Mesnevî’nin 6000 beyti Kur’an âyetleriyle ilgilidir.” diyor. Yâni onlar toplansa bir Mevlânâ meali çıkacak, yine Mesnevî’sinden. “Peygamber Efendimiz’le SAS ve hadis-i şerifleriyle ilgili menâkıb toplansa, bugün Avrupalıların hasretle beklediği ve en can alıcı ve çarpıcı noktaları anlatan muhteşem bir siyer kitabı olurdu.” diyor bir batılı âlim. Yâni “Mesnevî’den ve Dîvan-ı Kebir’den, Peygamber Efendimiz SAS ilgili şeyleri toplasanız ve bir kitap hâline getirseniz, Avrupalıların aradığı, can attığı, susadığı, Peygamber Efendimizi çarpıcı noktalarıyla derinden anlatan, hayatıyla ilgili şahane bir kitap olurdu.” diyor.

Bir başkası da diyor ki: “Mesnevî, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin Farsça ve manzum söylenmiş şekli gibidir.”

Yine Tahram Üniversitesi’nde rektörlük yapmış, George Washington Üniversitesi’nde İslâm araştırmaları profesörü olan Seyyid Hüseyin Nasr diyor ki: “İran edebiyatında bunun kadar muazzam bir başka eser yok. Şehnâme-yi Firdevsî-i Tûsî’yi, yâni Firdevsî’nin Farsça Şehnâmesini, kahramanlıklarla dolu bir Şehnâme olduğu için küçük cihada dair bir kitap kabul edebilirsek; küçük cihad kitabı dersek Şehnâme-i Firdevsî için, Mesnevî için de gönül terbiyesi, nefis terbiyesi konusunda, yâni büyük cihad konusunda, büyük cihad kitabı diye tarif edebiliriz. Eserlerinde enbiyâ kıssalarını o kadar güzel toplamış ve anlatmış ki, bir enbiyâlar tarihi çıkabilir eserinden. Ve evliyaullahın hayatıyla ilgili o kadar güzel noktaları yakalayan olaylar naklediyor ki, oradan da mükemmel bir evliyâ menâkıbı kitabı çıkabilir.”

Bu âlimlerin incelemelerinden çıkan bilgileri sunduktan sora Mesnevî’nin başındaki Arapça mukaddime insana mübalağa gibi gelmiyor. Çünkü Arapça mukaddimede deniliyor ki:

(Hâzâ kitâbül-Mesnevî) İşte bu Mesnevî kitabı,
(Ve hüve usûlü usûli usûlid-dîn) Din asıllarının, asıllarının aslı,
(Fî keşfi esrâril-vüsûli vel-yakîn) Allah’a vuslatın sırlarını ve sağlam-şeksiz imanın sırlarını keşfetme konusunda…

Yâni “Allah’a vuslatı, el-vusûl ilallah’ı, seyr-i sülûkün müntehâsını sağlamada ve yakîn sahibi olmanın, insanı yakîn sahibi olmaya götürmenin sırlarını açıklamada dinin ana kitabıdır.” diyor. Bu tariflere göre doğru. 6000 beyiti Kur’an ayetleriyle, şu kadarı enbiya kıssasıyla, bu kadarı evliyâ menâkıbı ile ilgili olunca, o kadar da nefis terbiyesiyle tasavvufla ilgili parçalar olunca…

(Ve hüve fıkhullàhi ekber) Ve bu kitap, fıkh-ı ekberdir. Allah’ın büyük fıkhıdır. Malûm, Fıkh-ı Ekber, İmam-ı A’zam hazretlerinin kitabıdır. Onu da hatırlatacak bir ifade kullanıyor. Bu da Fıkh-ı Ekber’dir, bu da İmam-ı A’zam’ın kitabı gibidir demiş oluyor. Kendisi zaten Hanefî.
(Ve şer’ullàhil-ezher) Allah’ın pırıl pırl nurlu olan şeriatının anlatan kitaptır; şeriat dışı değil, onu anlatıyor.
(Ve burhânullàhil-azher) Onun hakikatlerini ispat hususunda…

Ve böyle devam ediyor, şahane bir Arapça, akıcı bir metinle. Bu seri o mübarek şeyhe mensub, şu şu vasıflara sahip, şeyler şeyhi Hüsamettin Çelebi istedi diye yazdım.” diyor. Bir mübarek ümmî kula “Vaaz ver bakalım.” demişler. O, Allah’ın sevgili kulu; ötekiler de onu sıkıştırmak isteyen cühelâ, yâni ilmine mağrur kimseler. Gece yatmış, Allah-u Teàlâ hazretleri bütün ilimleri o gece ona bahşeylemiş. (Emseytü kürdiyen esbahtü arabiyyen) “Bir ümmî, köyle Kürt olarak yatağıma yattım, sabahleyin de ulûm-u Arabî’yi ve şer’iyyeyi hazmetmiş bir âlim kimse olarak kalktım.” demiş olan bir şeyhin sülâlesindendir, ona mensup diyor. Soyu mübarek bir kimse diye methediyor Hüsâmettin Çelebi’yi.

Meseleyi onunla oturup, konuşup, söyleyip, yazdırmak sûretiyle altı cilt halinde 26000 beyit olarak nazmetmiş. Mesnevî bazı âlimlerin söylediğine göre bitmemiştir. Hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Yaşasaydı daha yazardı, ciltleri olurdu. O kadarı mukadder, altı cilt hâlinde yazmış.

Divân‘ın çeşitli sayımları var. 50 bin beyite yakın. Divân-ı Kebîr, veya Dîvân-ı Şems-i Hakkı Tebrîzî. Vefâkâr bir insan olduğu için, sohbetdaşlarını, muhataplarını tebcil ediyor, yüceltiyor, onları methediyor. Candan bir samimiyetle, büyüklerin gözüyle görüyor. Şiirlerine kendi ismini yazmamış, Şems-i Tebrizî ile tanıştıktan sonra şiirlerinin hepsine Şems-i Tebrizî adını kullanıyor. Hepsinde sözü yanlış oldu, bazılarında “hâmûş” kelimesini kullanır, onun da bir başka mahlâs olduğunu söylerler. Bazıları da mahlâssızdır. Bu eser, şâheser bir lirizme sahiptir. Tercümelerini bile okuduğunuz zaman tüyleriniz diken diken olur. Bir de Farsçasından, o lirizme, o âhenge âşinâ olarak ve edebî nükteleri kavrayarak okuduğunuz zaman, insanın vecde gelmemesi mümkün değildir.

“Fîhi Mâfih” kitabı sohbetlerindeki sözlerinden meydana gelmiştir. Merhum Avni Konuk (1938’de vefat etmiş) tercüme etmiş, ama basılmamış. Prof. Meliha hanımın bir tercümesi var, insan Avni Konuk beyin tercümesini de merak ediyor.

Mecâlis-i Seb’a: Yedi Meclis”, yedi vaazını ihtivâ eden bir eseri. Kitapçı Hulûsi 1937’de bastırmış. Bu kitap “Kitâbut-Tevessülü lit-tavassul ilet-tefaddul” ismini de taşıyor. Gölpıranlı 1960’ta notlarla neşretmiş.

Eserleri bunlar. Başka risâlelerinden bahsediliyor, ama araştırmacılar, onların Mevlânâ hazretlerine ait olduğunda müteredditler.

Allah İndindeki Makamınızı Merak Ediyorsanız

Hazret-i Peygamber SAS bir hadis-i şerifte buyurmuş ki: “Sizin Allah indindeki mekân ve makamlarınızın ne olduğunu merak ediyorsanız, sizin gönlünüzde Allah’ın durumun nasıl, ona bakınız.” Yâni sözü gönülden, Allah’a kulluğunuz, bağlılığınız, marifetiniz, muhabbetiniz ne kadar yüksekse, dereceniz de o kadar yüksektir. Siz Allah’ı ne kadar seviyorsanız, Allah da sizi o kadar seviyor.

(Fezkürûnî ezkürküm) “Siz onu ne kadar zikrediyorsanız, o da sizi o kadar zikrediyor. O sizin ne kadar hatırınızda ise, o kadar da siz onun lûtfuna mazhar durumdasınız.”

Böyle olunca, kulun gayesi Allah’ın rızasını kazanmak ve Allah tarafından sevilmek olduğu için kulluk makamlarının da en yükseği de bir çok âlime göre aşk makamıdır. Allah’ı sevme, marifetullah, ondan sonra muhabbetullah. Bu sıralamalarda âlimlere göre çeşitli beyanlar var. İşte Mevlâna hazretleri bu ana duygu ile muhabbetullah, aşkullah, şevkullah konusunu işlemiş. Mesnevî’ye ney’den, kamıştan, kavaldan bahsederek bir temsil ile başlıyor. O da yine kulun Rabb’ine hasretini sembolize etmek için. Ney, neyistandan, kamışlıktan koparıldığı için böyle her girdiği meclisi yakıp kavururuyor, insanları birbirine katıyor, mestediyor, ağlatıyor. “Kimde bu aşk ve şevk olmazsa yazıklar olsun, yok olsun!” diye.

Ateşest in baklen nâyu nîst bâd
Her ki in ateş nedâret nist bâd

Onu terennüm ettiriyor, onu misal olarak veriyor, o bitmez tükenmez bir hazine. Öyle bir eser ki, Osmanlı âlimlerinden, münevverlerinden okuma yazma bilip de Mevlânâ’yı tanımayan, Mesnevî’yi okumayan hiçbir insan yoktur. Bahse girebilirim. Hepsi mutlaka okumuştur.
Şeyh Gàlib, Hüsn ü Aşk’ında diyor ki:

Esrarını Mesnevî’den aldım
Çaldımsa mîrî malı çaldım.

Onun bunun malını çalmadım, mîrî malı çaldım diyor. Bütün ârifler öyledir. Gölpınarlı’nın bir işareti var. Bizim Şeyh Murat Tekkemizde son şeyh olan Abdülkàdir Belhî hazretleri de Mevlânâ gibi. Belhli ama, o bu çağın adamı. 1924’lerde vefat etmiş. O da bütün eserlerinde Mevlânâ’dan çok müessirdi ve Gölpınarlı zamanın en büyük şairiydi diyor. Onun da şiirlerini aramamız ve okumamız lâzım gelecek. Çünkü Şeyh Murat Tekkesi elimizde. O büyükleri takip etmemiz, eserlerini okumamız lâzım.

Kur’an’ın Bendesi

Mevlânâ hazretleri Kur’an-ı Kerim’in bendesi olduğunu söylüyor. Kardeşlerimiz okudular. Peygamber Efendimiz’in yolunun toprağının zerresi olduğunu söylüyor, tevazu ve sevgi ile. Kimsenin Kur’an ve hadisten gayri hiçbir şeye, onun sözlerini götürmemesini, kimsenin kendinden bundan başka söz nakletmemesini söylüyor. Bir kimse böyle bir şey yaparsa ben ondan bîzârım, ben ondan uzağım diyor.

Eseri tefsir, hadis kitabı gibi ve tabii büyük bir tasavvufî eser. Şiirlerinde bir taraftan özü, aşkı anlatırken bir taraftan da şeriatın, ibadetin önemini de zikrediyor, dile getiriyor, Ramazan’ın gelişini rahmet bildiğini, oruçlunun Tanrı konuğu olduğunu söylüyor. Hacdan gelenleri, mübarek olsun diye kutluyor.

Ne Cömert insanlar

Her şeye bakış tarzı bizim için bir ibret. Bir tanesini şöyle anlatayım: Karşısında gayr-i müslimleri görmüş ashâbı, etrafındaki şahıslar: “Ne kara adamlar” demişler. Herhalde kara elbiseler giydikleri için, imanları da olmadığından sevimsiz geliyor. “Ne kadar adamlar” demişler. Mevlânâ Hazretleri bakın ne cevap veriyor, bilmiyorum siz ne derdiniz? “Ya, hakikaten öyle” mi derdiniz, ne derdiniz? O diyor ki: “Onlardan daha cömert kimse yok. Dünyada müslümanlığı, temizliği, ibadeti bırakmışlar, ahirette ise hûrileri, cennetleri, köşkleri bize bırakmışlar. Ne cömert insanlar.” diyor.

Hazret-i İsâ için de söylerler, hadis-i şerif olarak da geçer: Bir köpek leşinin yanından geçerken, “Aman ne kadar kötü kokuyor.” Demişler, burunlarını kapamışlar da “Ama dişleri ne kadar bembeyaz.” demiş, Allah’ın Peygamberi. Bütün çirkinliklerin arasında en güzel noktayı çıkarıp yakalayabilmek. Bir hıristiyanı bir müslüman sevebilir mi? Sevemez ama, “Onlar ne kadar cömert insanlar ki” diyor, “dünyada müslümanlığı, temizliği, ibadeti, bize bırakmışlar, elhamdü lillâh müslümanız, temiz pak yıkanıyoruz, abdest alıyoruz, ruhen, bedenen, kalben, kalıben temiziz. Ahirette de hûrileri, köşkleri, cennetleri bize bırakmışlar.” diyor. Yâni aynı şeyi söylüyor ama, o kadar güzel söylüyor ki biz de beğeniyoruz, belki papazlar da duysa onlar da beğenirlerdi ve onlar da titrerlerdi, imana gelirlerdi.

Er İse…

Bir vaiz, “Hamd olsun Allah’a ki bizi kâfir yaratmamış.” demiş. Ona cevabı şöyle, o da enteresan geldi bana: “Kendisini onlarla tartıyor da bir dirhem fazla geldim diye övünüyor. Er ise gelsin de peygamberlerin, erenlerin terazisiyle tartılsın. O zaman hakiki değeri belli olur.”

Bu tasavvufa bir adaptır. Nimet bakımından kendisinden aşağıda olanlara bakacak, şükrü artsın diye. Ama ibadet bakımından kendisinden yukarıda olanlara bakacak ki kulluğa rağbeti artsın diye. Kâfirle ölçülür mü? Erenlerle ölç bakalım kendini, o zaman kıymetin meydana çıkar.

Birincisi Senin, İkincisi Benim İçindi

Mevlânâ hazretleri büyük bir mürşit. Büyük kelimesi biraz soğuk kaçıyor. Bir muhteşem şahsiyet. Fakat nükteyi çok seviyor, kaçırmıyor. Kübreviyye hulefâsından Necmeddin- Dâye hazretleri Mirşâdül-Kibâr sahibi…. Konya’ya gelmiş. Sadreddin-i Konevî de Konya’da. Namaz kılacaklar, Necmeddin-i Dâye’ye takdim hakkı vermişler, imamlığı ona vermişler. Necmeddin-i Dâye de, mübarek, sebep ne ise, birinci rekâtta Kâfirûn sûresini, ikinci rekâtta da Kâfirûn sûresini okumuş. Halbuki bir başka sebep yoksa bütün rekâtlarda aynı sûreyi okumak mekruh. Bu imamet yapıyor, yüksek sesle tabii, iki rekâtta da Kâfirûn’u okumuş. Namaz bitince, Mevlânâ hazretleri, Sadreddin-i Konevî’ye dönüyor diyor ki: “Birinciyi senin için, ikincisi benim için okudu.” Bu tevazu mudur, nükte midir, şaka mıdır? Sadreddin-i Konevî’ye ikaz mıdır?

Minberde hatipler: ‘Ûsîküm ve nefsiyel-âsiyete bitakvallàhi ve tâatihî’ der. Yâni “Kendi âsî nefsime ve sizlere takvayı tavsiye ederim.” der. Kendisini de zikreder ki ötekisi alınmasın. Ben iyiyim, siz kötüsünüz manasına söylemiyorum diye.
Mübarek nükteyi bırakmıyor. Birincisini senin için okudu, ikincisini benim için diyor.

Kalpleri Isındırmak İçin

Semâ etmiş. Elbiselerini semâ edenlere vermiş, hediye olarak .Onun hediye verdiği ve üstünün açık kaldığını görünce Alâuddin-i Kaysa ona çok güzel elbiseler hediye etmiş. O elbiseleri giymiş sırtına, gitmiş meyhanenin önüne tekrar semâ etmiş. Dışarıda bir olay oluyor diye meyhanedeki Ermeni çocuklar vs. çıkmışlar. Semâ bitince kıymetli elbiseleri götürmüş, hepsini onlara vermiş, Mevlânâ’ya hediye olsun diye Alâuddin-i Kaysa’nın verdiği o pahalı elbiseleri. Kalpleri ısındırmak için. Onların da tabii gönlü İslâm’a ısınıyor.

O İçmiş Ama Sarhoşluk Eden Sizsiniz

Mevlânâ semâ ederken sarhoşun birisi de meydana gelmiş. O da semâ ediyor, ama dolanırken çarpıyormuş Mevlânâ hazretlerine. Bazıları onu itekleyip, tartaklayıp dışarı atmak istemişler. Demiş ki öyle yapanlara: “O içmiş ama siz sarhoşluk ediyorsunuz.” Sarhoş kavgacı olur ya. O içmiş ama siz sarhoşluk ediyorsunuz. O kavga etmiyor, semâ etmek istiyor. Siz semâdasınız ama kavga etmek istiyorsunuz. Nükteyi kaçırmayan bir insan.

Bu Hayvana Niye Vuruyorsun?

Hüsamettin Çelebi hazretlerinin bağına giderken, Şihâbüddin-i Gûyende isimli şahıs eşeğine binmiş, o da geliyor. Merkep anırmış. Anırınca da, -tabii Mevlânâ hazretleri vs. var- Şihâbüddin kafasına kafasına vurmuş. Niye anırıyor diye kızdığından. Ona cevabı: “Bu hayvana niye vuruyorsun?” Gönlü razı olmuyor, “Niye ezâ cefâ ediyorsun bu hayvana? Hayvancağızın ya karnı aç, ya başka bir isteği var. Sanki bütün dünya insanlar bu iki derde müptelâ değil mi? Kim, kaç kişi kendini bunlardan kurtarabilmiş?” Onun tabiatının iktizâsıdır, esas itibariyle hayvanı dövdürmek istemiyor. Anırdığı için onu dövmek gerekmez demek istiyor.
Kaç kişi bu iki duygudan, batn ve şehvetten kurtulabilmiş diye sorması da Kanûnî merhumun beytini hatırlattı:

Nefs hazzın ey Muhibbî vermedi hayvan sıfat
Zabtedersen ârif olur âlemde insanlık budur.

İnsanlık nefsini zaptetmekte. Nefsinin arzusuna hayvanlar normal olarak uyar.

Rahmetli vaiz Küçük Cemal Efendi diye maruf, küçüklüğüyle mübarek, nüktedan bir kimseydi. Ramazan’ın ilk haftası içinde vaaz veriyor. Diyor ki:
“Sabahleyin evde bizim hatun bir bağırdı:
‘-Ay Ay Ay’ dedi.
‘-Ne oldu hatun?’ dedim.
‘-Hoca, kedi su içiyor.’ dedi.
‘-Kedi su içerse ne olmuş?’ dedim.
‘-Hocaefendi, Ramazan değil mi?’ dedi.
‘-Mübarek hatun Ramazan ama, hayvanlar oruç tutmaz, hayvanlar oruç tutmaz, hayvanlar oruç tutmaz!’dedim.”

Kızı Hizmetçisini Üzünce

Kızı hizmetçisini incitmiş, yâni üzmüş. Bağırmış, çağırmış hizmet eden kimseye; kalbini kırmış. Mevlânâ hazretleri kendi kızına diyor ki: “İstersen şimdi fetva vereyim: Âlemde ne kul var, ne câriye, hepimiz kardeşiz.” Kendisi de hiç köle de, câriye de edinmemiş.

İhtiyacı Çok, Misafiri Fazla

Demişler ki, “Efendim zât-ı âlinize çok az maaş veriliyor. Halbuki Sadreddin Konevî  hazretlerine çok veriliyor.” Demiş ki: “Hazretin misafirleri çok, ihtiyacı fazla. Benimkini de ona vermek lâzım.” Yâni hiç dedikoducuya fırsat vermeyen bir mizacı var. Bir de kale gibi sağlam bir hâli…

Sana Ne Diyeyim?

Sultan İzzettin emirleriyle, komutanlarıyla beraber Mevlânâ’yı ziyarete geliyor da kapıyı açmıyor. Sultan gelmiş, kapıyı açmamış, içeri almamış. Başka zaman bilmem ne kadar kese para göndermiş; hendeğe attırmış, parasını almamış. Sebebi nedir dedim biraz araştırdım. Bir zamanlar aynı sultan yayına gelmiş. Yanına almış ama hiç hal-hatır sorup iltifat etmemiş. Çelebi Hüsamettin onun dervişi, ona bindir türlü iltifat yağdırıyor, sultana gık demiyor. Hiç iltifat etmemiş. Padişah biraz durmuş. Zamanın âdeti böyle, diyor ki: “Efendimiz, bana bir nasihat etseniz. Bir öğütte bulunsanız.” Cevaba bak: “Ne diyeyim sana? Çoban ol demişler, kurt oluyorsun. Bekçilik et demişler, hırsızlık yapıyorsun. Seni Rahman, padişah yapmış, sen tutuyorsun şeytana uyuyorsun.” Padişaha söylediği söze bak! Padişah başlamış hüngür hüngür ağlamağa. Yanından ağlayarak çıkmış. Ne diyeyim ben sana; çoban ol demişler, kurt oluyorsun… Peygamberimiz:

(Küllüküm râin ve küllüm mes’ûlün an raiyyetihî.) “Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz.”  buyuruyor.
“Sana çoban ol demişler, sen kurt gibi parçalıyorsun. Bekçilik et demişler, sen hırsızlığa kalkıyorsun. Onun bunun malını gasbetmek, gadretmek, haksızlık-zulmetmek, lüzumsuz vergiler vs… Seni Rahman padişah etmiş, Allah’ın takdiriyle padişah olmuşsun, Rahman’a itaat etmen lâzım gelirken şeytana itaat ediyorsun.”
Böyle cesur insan, böyle bir kimse Mevlânâ Hazretleri.

Onlar İyi Olsa

Fakir babası. Zenginden ziyade fakirlerin yanında kalmış. “Mevlânâ hazretleri iyi ama, dervişler fena” demişler. “Onlar iyi olsa benim onların başında işim ne?” demiş.

Ölüme Bakışı ve Bizimle İlgili Hatırası

Ölüme nasıl baktığını biliyorsunuz. Onun ölümüyle ilgili bir hatıramız var bizim. Hocamız cennetmekân Mehmed Zâhid Kotku hazretleri vefat ettiği gün, ben kendim düşündüm ki, takvimi muhafaza edeyim. Rûmî hangi tarihe, hicrî hangi tarihe isabet ediyor bileyim diye. Şu takvim yaprağını koparttım. Hocamızın vefat günü: 13 Kasım Perşembe. Hocamızın vefatı diye bu takvim yaprağını koparttım. Arkasını bir çevirdim ki Mevlânâ Hazretlerinin ölümle ilgili gazelinin bir tercümesi var, şöyle diyor:

Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma
Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme
Asıl şeytanın tuzağına düşersen vah vah o zamandır
Yazık yazık diye o zaman söylenir

Cenazemi gördüğün zaman el-firâk el-firâk deme
Çünkü o benim buluşma zamanımdır.
Beni mezara koyunca elvedâ elvedâ demeğe kalkışma
Mezar bir perdedir beni cennet topluluğuyla kavuşturacak

Batmayı gördün ya doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki!
Sana batma görünüz ama o aslında bir doğmadır, parlamadır.
Mezar hapis görünür ama canın hapisten kurtuluşudur.

Yere hangi topum ekildi de bitmedi ve yetişmedi
Niçin insan tohumuna gelince bitmeyecek, yetişmeyecek zannına kapılıp üzülüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu olarak çekilmedi
Can Yusuf’un kuyuya düşünce ne diye ağlıyorsun?

Bu tarafa ağzını yumdun mu, o tarafa açacaksın.
Çünkü artık hay huyun, mekânsızlık âleminin boşluğundasın.”

Farsçasını da buldum külliyattan. Biraz okuyayım:

Berûz-i merg çü tâbût-i men revân bâşed,
Gümân meber ki merâ derd-i in cihân bâşed.

“Vefatım gününde benim tabutum yürürken, sen sakın şüphe etme ki, benim içimde şu dünyanın derdi var! Ben bu dünyanın gamını çekiyorum sanma!
Hani, insan bu dünyadan ayrılıp daha güzel bir yere giderken, arkasına mı dönüp bakar?.. Benim tabutum yürürken, sen sakın öyle bir tereddüde düşme ki, ben bu dünyanın telâşındayım, bu dünyadan ayrılıyorum, üzülüyorum filân gibi bir şey hatıra gelmesin!

Berâ-yi men megirî vü megû: Dirîğ, dirîğ!
Bedâm-i dîv derüftî dirîğ ân bâşed.

Benim vefatımda tabutumu görünce benim için ağlama, gözyaşı dökme! Sakın yazık, yazık deyip durma! Eğer şeytanın tuzağına düşersen, asıl yazık o zaman olur. Yoksa insan böyle şu fânî âlemden kalkıp da, bâkî aleme, (Vel-âhireti hayrun ve ebkà) oraya gidince yazık denmez. Şeytanın tuzağına düşünce yazık denir.

Cenâze-em çü bibînî megû: Firâk, firâk!
Merâ visàl ü mülâkàt ân zamân bâşed.

Benim cenazemi gördüğün zaman el-firâk, el-firâk deme! Çünkü benim için kavuşmak ve mülâkàt o zaman olacak. Rabbime kavuşacağım, ne diye ayrılık diyorsun?..

Merâ begûr sipârî megû: Vedâ’, vedâ’!
Ki gûr perde-i cem’iyyet-i cinân bâşed.

Beni kabrime yerleştirdiğin zaman, sakın elvedâ elvedâ deme! Çünkü kabir cennet topluluğunun perdesidir. O perdeden öbür tarafa geçti mi; (Elmü’minûne lâ yemûtûn, bel yentakılûne min dârin ilâ dâr) ölüm bir evden başka bir eve geçiştir mü’min için…

Fürû şuden çü bidîdî ber âmeden biniger,
Gurûb-i şems ü kamer râ çirâ ziyân bâşed.

Aşağı düşmeyi gördün, batmayı gördün; yükselmeyi de bir gör! Güneş’in ve Ay’ın batmasından onlara ne zarar var?.. Bu taraftan batar, öbür tarafta doğar. Senin için akşam oluyor, gurubdan Güneş batıyor ama, alemin öbür tarafı için Güneş doğuyor. Ay ve güneş o durumda… Burda gece olurken, öbür tarafın sabahı oluyor. Ne güzel, Güneş’e benzetmiş.

Turâ gurûb nümâyed velî şurûk büved,
Lahid çü habs nümâyed halâs-ı cân bâşed.

Sana batma gibi görünür ama, aslında o doğmadır, öbür aleme doğmadır. Lahid de, insanın konulduğu kabir de, hapis gibi görünür amma, canın kurtuluşu yeridir. Can asıl bu kafeste hapistir.

Küdâm dâne fürû reft der zemîn ki nerüst,
Çirâ bedâne-i insânet in gümân bâşed.

Hangi tane ki toprağa düştü de yeniden bitmedi. İnsan tanesi için niye telâş ediyorsun?.. O da bir başka aleme, yere konulan tohumun büyüdüğü, bittiği gibi, o da öbür tarafta tekrar bir başka hayata başlıyor.

Küdâm delv fürû reft ü pür birûn nâmed,
Ziçâh Yûsuf-i cân râ çirâ figàn bâşed.

Hangi kova ki kuyuya aşağı sarktı da dolu çıkmadı. Kuyu için can Yusufuna niye feryad figan olsun?..

Mâlûm Yusuf AS’ı kuyuya bıraktılar ama, ondan sonra ordan çıktı, Mısır’a sultan oldu. Yâni Yusuf niye kuyudan telâş etsin, sonunda sultanlık var!

Dehân çü bestî ezîn sûy ân taraf bügşâ,
Ki hây ü hûy-i tû der cevv-i lâ mekân bâşed.

Buradan ağzını kapattığın zaman öbür tarafta aç; çünkü artık lâ mekân alemine geçiyorsun!” diye bu şiir var takvimin arkasında…

Mevlânâ İle İlgili Şiirlerden Bir Demet

Mevlânâ Hazretlerine bizim aramızda, lisandan, asırlardan, kültürümüzün farklılaşmasından, köklerimizden kopmasından dolayı çok büyük maniler var. Kardeşlerimiz çeşitli şairlerin şiirlerini okudular. Ben de Arif Nihat Asya merhumun Kubbe-i Hadrâ‘sından bir şeyler okuyayım. Hocam Necati Lügal rahmetli, bir gece Arif Nihat merhumla aynı anda trende İstanbul yolculuğu yapmış. Birkaç gün sonra döndü geldi. “Yâ hu, Arif Nihat sabaha kadar hiç uyumadı, hep zikirle meşgul oldu.” diyor. Şaşırmış. Bayrak şairi Arif Nihat, Tarîkat-ı Mevleviyye’ye bağlı bir mübarek. Şöyle diyor:

Yelkenimin rüzgârı yok, gemiyim deryâsız
Ne ümidim, ne terânem kaldı, geceyim ferdâsız
Ki kadehler susamış ve sebur sohbasız
Ne deyim ben size ey bırakanlar beni Mevlânâ’sız

Bu yalan dünyayı niderim beydâsız
Cennetinden geçer Âdem, lâkin olamaz Havva’sız
Sorun kim dedi ki bu gözler kalacak rüyâsız
Ne deyim ben size ey bırakanlar beni Mevlânâ’sız

Üzerimden samlar esiyor pervâsız
Bana çöller gibidir şimdi hayat
O kadar boş, o kadar mânâsız
Gezerim âvâre, gezerim me’vâsız
Ne deyim ben size ey bırakanlar beni Mevlânâ’sız

Vecdi Akyürek’e bağışladığı, ithaf ettiği bir şiiri var:

Ney, kudüm, ûd uyumuşlar şimdi
Okur evrâdını kuşlar şimdi
Hepsi Mevlâ diye çarpardı yazık
O yürekler solmuşlar şimdi
Mesnevî nerde, nasıldır divan?
Çeşmelerdir kurumuşlar şimdi
Yolcusuz Kubbe-i Hadrâ’ya gelen
Şu inişler, şu yokuşlar şimdi.
Bîhaber öyle ki bilmem
Ne yazar ne okurlar okumuşlar şimdi?
Tozlar altında mı, göklerde midir?
O kerâmet, o buluşlar şimdi
Rahlelerden el açar arşa dua
Okur evrâdını kuşlar şimdi.

Bir şiiri daha var, onu da okuyayım:

Her petek tennûredir
Her satır bir sûredir
Her edâ mânâ demek
Konya Mevlânâ demek

Gel ki yolar boş değil
Her nefes ney her yeşil
Kubbe-i Hadrâ demek
Konya Mevlânâ demek

Türk alırken Asya’yı
Mevlevîler Konya’yı
Ekmiş istilâ demek
Konya Mevlânâ demek

Burda yer-gök ihtizaz
Burda boş dönmez niyaz
Burda yoktur lâ demek
Konya Mevlânâ demek

Kar döner, rüzgâr döner
Yol döner, yollar döner
Yok bir istisnâ demek
Konya Mevlânâ demek

“Yok bir istisnâ” deyince bir şaka da ben yapayım. Bizim nakşî veya başka bir derviş ile mevlevî  derviş karşılaşmışlar. Nakşî derviş mevlevî dervişe sormuş: “Sez ne yaparsınız?” diye. Mevlevî “Biz Allah der, döneriz. Ya siz ne yaparsınız?” diye nakşîye sormuş. Nakşî de “Biz Allah der, dururuz.” demiş.

Allah hepinizden razı olsun…