Mevlâna bize tebessüm ediyor! – Bilal Kemikli

A+
A-

Ropörtaj

Merhaba hocam, öncelikle Mesnevîhanlık geleneğine ilişkin bir soru sormak istiyorum, daha sonra geçtiğimiz ay yayımlanan Mevlâna’nın Kalbine Açılan Kapı: Mesnevî Mektupları isimli kitabınız etrafında birkaç sorum olacak. Nedir mesnevîhanlık?

Efendim, ilginiz için teşekkür ederim. Hepimiz biliyoruz ki, Mevlâna, medeniyetimizi şekillendiren, ona renk ve koku veren önemli şahsiyetlerden birisidir. Başta Mesnevî olmak üzere yazdığı eserleri ve bu eserlerin ortaya koyduğu tesir herkesçe bilinmektedir. Onun izini süren irfan yolcularının dinî-sosyal hayatımıza, kültür ve irfan hayatımıza yaptıkları katkı da ortadadır. Bu katkı, zamanla yok olan, tükenen bir durum değildir. Onun yaktığı meş’ale hâlâ gönlümüzü aydınlatıyor ve ruhumuzu ısıtıyor.

Efendim, şunu biliyoruz ki, Mesnevîhanlık, başlangıçta Mevlevî dergâhlarında ortaya çıkan bir kurumdur. Mevlevîhânelerde Mesnevî takrir eden dedeleri ifade etmek için kullanılan bir tâbirdir. Zamanla bu kavramın mahiyeti ve anlamı genişlemiştir. İster Mevlevî geleneğinden gelsin, ister daha farklı bir irfânî çevreye, yola mensup olsun, Mesnevî okutan ve şerh eden kişileri de ifade eder olmuştur.

Afedersiniz, burada araya girmek istiyorum. Başka tarikatlara mensup olan Mesnevîhanlar da var diyorsunuz. Bunu konunun uzmanları biliyor. Ama genel okuyucu için biraz daha açmanızı istesek.

Evet, onu söylüyorum; başka tarîklerden mesnevîhanlar da var. Mesnevîhan, Mesnevîyi takrir eden, onu okuyan, şerh ederek Mevlâna’nın muradını, söylemek istediğini anlatan kişidir. Mevlevîhanede, yolun esasları, bu dersle öğreniliyor. Şimdi kaynaklardan öğrendiğimize göre, ilk mesnevîhan, Mevlâna’nın kâtibi olarak Mesnevî’yi yazan Hüsameddin Çelebidir. O daha sonra başta Sirâceddin Mesnevîhan olmak üzere Mesnevinin anlam dünyasına vâkıf ilk mesnevîhânları da yetiştirmiştir. Yol böyle devam ediyor. Meselâ dergâhın ilk mürşitlerinden olan Ulu Arif Çelebi, seyahate çıktığında, Dergahta Mesnevî takrir etmeleri için Sirâceddin Mesnevîhânı ve mütercim Mahmud Dede’yi vekil tayin etmiştir. Dikkat ederseniz, vekil mesnevîhanlar da var… Tabiî zamanla bu derslere diğer tarîkat mensupları da katılıyor ve icazet alıyorlar. Bunlar, aldıkları icazete binaen kendi dergâhlarında Mesnevî okutmaya başlıyorlar. Bilhassa Nakşî gelenekten gelen pek çok mesnevîhan vardır.

Nakşî mesnevîhanlar, oldukça önemli sayıda. Hatırınızda bir iki isim var mı?

Evet, sadece Nakşî değil tabiî, Gülşenî, Kadirî, Sadî, Uşşâkîve Sünbülî gibi tariklerden gelen mesnevîhanlar var. Ama Nakşîler başlı başına bir ekoldür. Bu ekollerden birini, bir Müceddidî Nakşî olan Mehmed Emin Kerkûkî tesis etmiştir. Mehmed Emin Kerkûkî, Bursa’da Eminiyye Tekkesi’ni kuran büyük bir azizdir. Onun yolundan gelen, meselâ Üsküdar’da bu hizmetleri yürüten Ali Behçet Efendi var. Çok önemli bir şahsiyettir Ali Behçet Efendi; Nakşî, ama güçlü bir mesnevîhan… işin ilginç tarafı, Ali Behçet Efendi sadece Mesnevi okutmuyor, Mektûbâtöa okutuyor. Mesnevî’ıie Mektûbat, iki ayrı irfânî ekolün temel eserleri, hatta bir birine ters düşen yönlerinden de söz edilir. Hayır, Ali Behçet Efendi bu iki ekolü tevhit ediyor.

Mehmet Emin Kerkûkî’nin yetiştirdiği önemli bir mesnevîhan daha var, onu da arzetmek isterim. Hâtûniyye Tekkesi postnişîni Hoca Hüsâmeddin Efendi. Hüsâmeddin Efendi, tekkesini âdeta mesnevîhâne gibi değerlendirmiştir. Burada belki dikkat çekilmesi gereken hususlardan birisi de şudur; Hâtûniyye Tekkesi, daha çok hanımların devam ettiği hatta bir tür hanımlara dönük huzurevi hizmeti ifa eden bir tekkedir. Demem o ki, Mesnevî ikliminden hanımlar da yararlanıyor. Öyle ayrım yok; Mesnevîbütün bu milletin manevî hayatını kuşatan bir eserdir.

Demek ki, Yahya Kemal bir mesnevî medeniyetinden söz ederken, çok yerinde bir tespit yapıyor.

Elbette, Yahya Kemal, bu milletin kodlarını idrak etmiş bir şair. Şimdi tabiî, burada şunu da belirtmekte yarar vardır: Mesnevîhan kavramındaki genişlemeye paralel olarak, Mesnevî takrir edilen mekânlarda da farklılıklar görülmektedir. Mesnevî, mevlevîhâne’den taşmıştır… Meselâ yalnızca Mesnevî takrirlerinin yapıldığı Mesnevîhâneler tesis edilmiştir. Bunlardan başka, evvelce de dediğimiz gibi, Nakşî dergâhları başta olmak üzere, diğer tarikatların tekkelerinde, bazı medreselerde ve konaklarda da okunmaya başlanmıştır. Hatta Medrese’yede girmiştir…. Şöyle ki, Damat İbrahim Paşa, yaptırdığı medresede tasavvuf ilminin ve Mesnevî’nin okunmasını da vakfetmiştir. Böylece Mesnevî medreseye de girmiştir. Tabiî bunun başka bir örneği var mı? Bunu araştırmak lâzım… Şunu söylemek istiyorum, mesnevîhanlık, medeniyet ve eğitim tarihimizin önemli kavramlarından biridir.

En çok tanınan mesnevîhan kimdir desem?

Bu soruya uzunca bir listeyle cevap vermem lâzım. Fakat ben bir iki isim zikredeyim müsaade ederseniz. Meselâ hemen aklıma geldi, Şeyh Galib… O tabiî, Galata Mevlevîhanesi’nde şeyhtir, dededir; Mesnevi okutması da gerekir. Olsun; Mihrişah Sultan Vakfiyesinden anlaşıldığına göre, Dede, salı ve cuma günleri olmak üzere haftada iki gün dergâhta Mesnevî takrîr edecektir.

İsmâîl-i Ankaravî gibi Mesnevi sarihlerinin hemen hepsi, mesnevîhandır. Merhum Tâhirü’l-Mevlevî, Ahmet Avni Konuk ve son mesnevîhan olarak nitelendirilen Şefik Can Dede.. Bunların her birisi birer mesnevîhan; irfânî yolumuzu aydınlatan yıldızlar. Ama sorunuza cevap sadedinde ben burada iki ismi zikretmek isterim. Bunlardan ilki yine bir Nakşî olan Mehmed Murad Efendi’dir. “Mesnevîhân-ı Şehîr” diye de tanınan Mehmed Murad Efendi, Fatih-Çarşamba’da Mesnevîhâne Tekkesi’ni tesis etmiştir. En önemli talebelerinden birisi ünlü tarihçimiz ve devlet adamımız Cevdet Paşa’dır.

İkinci olarak da, Mesnevîhan Mehmet Esad Dede’yi zikretmek isterim. Esad Dede, Mesnevî’yi camiye sokmuştur diyebiliriz. Ondan evvel camide Mesnevî okutuluyor muydu? Doğrusu pek rastlamadım. O uzunca bir dönem Fatih Câmii’nde Mesnevî okutmuştur. Hayatını, meraklılarına Farsça öğreterek Mesnevî, Hafız Dîvânı ve Gülistan gibi klâsik eserleri okutarak geçirmiş bir kültür ve gönül adamıdır. Kuşkusuz onunla birlikte Mesnevî derslerinden daha geniş halk kesimleri de yararlanmaya başlamıştır. İşte Tâhirü’l-Mevlevî, Ahmet Avni Konuk ve Mesnevîhanlığı ile pek temayüz etmese de geçen asrın tasavvuf kültürünün en önemli müelliflerinden olan Hüseyin Vassaf, Esad Dede’den icazeti almışlardır.

Hocam kitabınıza sözü getirmek istiyorum, Mevlâna’nın Kalbine Açılan Kapı… Mektuplardan oluşan bir kitap… Böyle bir kitap fikri nereden aklınıza geldi?

Efendim, bu büyük zevatın adının zikredildiği yerde, fakirinizin neşrettiği kitaptan söz etmek… Bilmiyorum ki, nasıl olur. Belki dostlarımızın, genç arkadaşlarımızın ilgisine mazhar olur.

Evvela şunu söyleyeyim, bir kitap yazmak için o mektupları yazmadım. Son beş yıldır, farklı mesleklere mensup arkadaşlarla Mesnevi okuyoruz… Kendimize göre ondan feyiz almaya, yararlanmaya çalışıyoruz. Tabiî, İstanbul’da ikamet etmediğimizden, Şefik Dede’nin meclisine devam etme imkânına sahip değildik. Fakat olsun dedik, elimizde şerhler de var, okuruz, idrakimiz oranında anlamaya çalışırız… İyi de oldu, başlamak lazımmış, başladık. Sonra bir gün Fakülte’de, o vakit Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi’nde çalışıyorum, kendi kendime düşünürken aklıma unuttuğumuz bir geleneğimiz geldi. Bilmem, sizin oralarda var mıdır? Ben Sivaslıyım, bizde cumalık diye bir kavram vardı, bilmem hâlâ var mı? Köyde yahut mahallede, Perşembe günü akşam yemeği pişirilir… İkindiden sonra, evin büyük hanımı, ekseriyetle neneler, o pişirilen yemekten bir sahan alır, hemen yakınındaki yetim, dul yahut yoksul aileye götürür… Henüz evde tadılmadan o yemek, fakire ulaştırılırdı. Eğer, güzel bir yemek pişirilmemiş veya bir iş dolayısıyla gecikmiş ise bir kap mercimek, bulgur, et, yoğurt vs. alınır fakir komşuya götürüldü. Fakir, dul, yetim, dua ederdi, komşunun malında gözü olmazdı. Bilirdi ki, o komşuda pişen, koku hakkı dolayısıyla buraya da gelecektir. Ben, oturmuş merhum nenemin cumalık telâşını düşünüyorum… Birden kendimden utandım, kalkıp bir yoksula ulaşamadığıma hayıflandım.

Tabiî hatırlamak da hayıflanmak da önemli… Ama yeterli değil, kalkıp bir hareket ortaya koymak lazım, hayır hizmetinde bir yol çizmek lâzım. İşte tam da bu esnada aklıma geldi, arkadaşlarla okuduğumuz Mesnevi derslerinden yola çıkarak dostlarıma, uzaklarda kalan dostlara mektuplar yazayım…. Bir cumalık niyetine, o mektupları e-ortamdan yararlanarak dostlarımla paylaşayım dedim.

Cumalık fikrini mektupla buluşturdunuz… İlginç.

Evet, oradan oraya göç etmişseniz, maddî sadaka verecek ehil bir komşu da bulamıyorsunuz… Zaten sadaka sadece bir tas yemek değildir. “Mü’minin tebessümü de sadakadır”, diyor Efendimiz. Ama riyakâr olmayacak; içten gelen bir tebessüm. Daha doğru, dostun kalbine sevinç bırakmaktır tebessüm. Mevlâna eseriyle tebessüm ediyor. Gönlümüze sevinç saçıyor. Bize sevmeyi, dinlemeyi idrak etmeyi öğretiyor. Ben Mevlânâ’nın bana sunduğu güzellikleri görüyorsam, bunu dostlarımla neden paylaşmayayım? İş hayatının yoğunluğu içerisinde, hızın ve koşuşturmanın içerisinde, çağımız insanına sunulacak en önemli sadaka bu olsa gerektir: Dur, biraz dinle!

Mektuplar “Dur, dinle!” diyor öyle mi?

Dur, dinle… Mesnevî’nin ilk sözü, dinledir. Dinlemek için durmak lazım. Hem koşuşturayım, hem şunu bunu da halledeyim, hem de dinleyim diyemezsiniz. Mektup, unutulan bence çok hasbî, yapmacıksız, yürekten kopup gelen bir tür… Denemede belki bunu yakalarsınız, ama mektubun yeri ayrı.

Her şeyden önce, dostlara mektup yazmaya karar verdiğimde, önce ben durmayı öğrendim. Akademik koşuşturma içerisinde, dersler, yazılacak dipnotu bol makaleler ve beklenen unvanlar… Âdeta merhum ninem, nur içinde yatsın, hayaliyle geldi odama bana cumalıktan sözetti. Sanki lisan-ı hâl ile, “Dur oğul, bu ne koşuşturma! Biraz da dostları düşün” dedi. Durdum ve o mektupları yazdım.

Peki sonra..

Sonra, her hafta bir mektup yazdım… Bu iki yıl sürdü. Yazdığım her mektubu, Cuma namazından önce okusun dostlarım diye, e-posta imkânından yararlanarak onlara yolladım. Tabiî, bu mektuplar, falanca filanca kişiyi düşünerek yazılmış değildir. Genel okuyucu düşünülerek yazılmış, ama eline alan herkes kendisine yazılmış gibi okumuştur. Sonra bu mektupları, sonradan öğrendim, dostlarım dostlarına yollamışlar… Çünkü birkaç tanesi döndü dolaştı bana da geldi.

Kendi mektubunuz kendinize geldi…

Aynen öyle. Çünkü başlangıçta imza kullanmıyordum. Bazı dostlar, farklı mesleklerden geldikleri için onlarda bana bu mektuplardan mülhem mektuplar yazdılar. Ben meselâ, Mesnevideki bir beyti izah etmeye çalışıyorum, idrakim oranında.. Arkadaşım diyor ki, sen böyle böyle diyorsun, ama birde şöyle düşün! Yahut şu kitabı da mutlaka gör! Böyle, interaktif  bir yazışma oldu. Sonra anladım ki, aslında ben bu mektupları kendime yazıyorum. Çünkü yazılan her mektupla, içimdeki bir yarayı tedavi ettiğimi, kafamdaki bir soruya cevap bulduğumu gördüm.

Gün geldi, mektuplar çoğaldı. Bir dost, “Bunları neden kitap yapmıyorsun?” diye sordu. Doğrusu ben kitap fikriyle yola çıkmamıştım, ama o arkadaş aklıma kitap düşüncesini koydu. Koydu, fakat artık mektup yazamaz oldum. Çünkü kitap formatıyla düşünmeye başladım ve belki de o başlangıçtaki hasbilik yok oldu.

Artık yazamadınız mı?

İnanın yazamadım… Uzunca bir dönem yazamadım. Tâ ki, yol emri geldi, kalkıp Bursa’ya taşındım. Bursa, ruhanî bir şehir… Buradaki muhit insanın, tıkanan feyiz damarlarını açıyor. Yeniden yazmaya başladım.. Sonra o mektuplardan bir seçme yaptık, kırk mektup oldu… Kırk ikindi yağmuru. Buradaki gönül dostlarından biri olan Mustafa Kara hocam da lütfettiler, bir mektup da onlar yazarak kitaba katkıda bulundular… Ve kırk bir mektuptan oluşan, kırk ikindi yağmuru yayıncısıyla buluştu. Başlangıçta kitabın adı Kırk İkindi Yağmuru olsun demiştik. Editör dostumuz ve diğer bazı dostlar Mevlâna’nın Kalbine Açılan Kapı: Mesnevi Mektupları olsun dediler. Bize, “Eyvallah!” demek düşer, çelebi tavır bunu gerektirir. Eyvallah, dedik ve kısa zamanda kitap okuyucusuyla da buluştu. Artık, okuyucu da nasıl mâkes bulur? Bunu bilemiyorum.

Eyvallah hocam, çok güzel neticeler alınır. Bize zaman ayırdınız, çok teşekkür ederim.

Estağfurullah efendim, ben teşekkür ederim. Lütfettiniz bu güzel günlerde bir sohbet etme imkânı verdiniz.

Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı

Konuşan: Mehmet ŞAMİL

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR