İsmail Ankaravi’ye Göre Mevlevî Mukābelesindeki Tasavvufî Remizler – Semih CEYHAN

A+
A-

BİR MUKĀBELE ÜÇ DEVİR: MEVLEVÎ YOLU

İsmail Ankaravi’ye Göre Mevlevî Mukābelesindeki Tasavvufî Remizler

Dr. Semih CEYHAN

TDV İSAM

Mevlevîlerin belli günlerde bir araya gelip yaptıkları semâ zikrine mukābele, semâ gününe de mukābele günü denir. Mukābelenin mahiyeti, erkânı, tasavvufî remizleri hakkında Mevlevî meşâyihi arasında kapsamlı telifte bulunanların en başında Galata Mevlevîhânesi yedinci postnişini, Mesnevî Şârihi İsmail Rüsûhî Ankaravî (ö. 1041/1631) gelmektedir.

Günümüzdeki adlandırıldığı şekilde mukābele âyini, bir devr-i veledî ve dört selâmdan ya da bölümden oluşur. Ney taksiminden sonra peşrevin başlaması ile Şeyh ve semâzenler, mukābele meydanında sağdan sola doğru dairevî bir yürüyüşe başlarlar. Meydanı üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “devr-i veledî” denir. Daha sonra dört bölüm / devir / selâmdan meydana gelen semâ devrânına geçilir. İsmail Ankaravî, dört bölümün ayırıcısı olan semâzenlerin durduğu ve baş kestiği üç bölüm ya da devrin nihayetindeki üç selâmı itibara aldığı için mukābeleyi üç devir ya da selâm şeklinde tahlil etmiştir.

Mukābele:

Mukābele meydanında mukābeleye duran kalplerdir.

Rüsuhi Dede’ye göre mukābele icrâ edenler cennet ehli, mukābele meydanı cennet arzı misâlidir. Âyette cennet ehli hakkında şöyle buyurulur: “Biz onların kalplerinden kin ve hasedi söküp çıkardık. Onlar birbirlerinin kardeşleri olarak karşılıklı şekilde (mukābil) döşeklerinde (postlarında) otururlar.” (Hicr 47) Sühreverdî âyetin tefsirinde der ki: “Mukābele, gizli ve âşikâr her şeyin karşılıklı birbirini yansıtır mahiyette eşit seviyede olmasıdır. Kardeşine karşı kalbinde kin barındıran kimse, her ne kadar yüzü onun yüzünün karşısında olsa da kardeşinin mukābili değildir.” Mukābele, iki kimsenin her türlü nefsânî kötülükleri def’ ederek birbileriyle yüz yüze gelmeleridir. Yüz yüze gelen baş yüzleri değil kalplerdir (vech). Zira iman eden kalptir ve “mümin mümin aynasıdır” hadisince kalp diğer bir kalbi yansıtan ayna mesâbesindedir. Gıll u gîşdan tezkiye edilmiş kalpler cilalanmış aynalar misâlidir ki, mukābeleye katılanlar birbirlerine mukābil olan kalp aynalarında tevhid sırlarını müşâhede etmek üzere cennet arzında otururlar. Mukābele kelimesindeki asıl sır budur ve mukābeleden maksad bu sırrı iyân etmektir.

Mukābele meydanında mukābeleye duran kalpler cennet-i ‘âcile sahipleridir.

Cennet iki kısımdır: cennet-i ‘âcile (halk âlemindeki cennet) ve cennet-i âcile (emr âlemindeki cennet). Cennet-i ‘âcile hak edilmeden, cennet-i âcile lütfundan istifâde edilmez. Cennet-i ‘âcile seyr u sülûk ile kazanılır ki, “ölmeden önce ölünüz” hadisinin sırrınca ihtiyârî ölüm neticesinde girilen cennettir. Bu cennet mukābelede bulunanın yani mukābilin makberidir ki, cennet bahçelerinden bir bahçe misâlidir. Bu mertebede mukābelede bulunan aynı zamanda marifet cennetindedir ki, Rabbını müşâhede etmektedir. Marifet cenneti cennetlerin en yücesidir. Nitekim meşâyih-i sûfiyye bu hakikati şöyle dillendirir: “Dünyada cenneti-‘âcile vardır ki, oraya giren kimse artık cennet-i âcileye iştiyâk duymaz. Cennet-i ‘âcile marifetullahdır.” Marifetullah cennetinde bulunan fukara ve arifler, mukābele gününde biraraya gelirler; zikrullah ve fikrullah bahçelerinde ruhları ruhâniyyet güllerini, ahadiyyet esrârı sünbüllerini derlerler. Hz. Cevâmi’u’l-kelim (hakikatleri derleyen) (a.s.) buyurur: “Cennet bahçelerinde seyr u sefer ediniz. Cennet bahçeleri zikrullah meclisleridir”.

Cennet-i ‘âcile olan mukābele meydanındaTuba ağacı Şeyh-i kâmilin varlığıdır.

Mukābele meydanında yer alan semâzenler, şeyh-i kâmilin varlık ağacının gölgesinde gölgelenirler ve ağacın marifet meyvelerinden toplarlar. Hadis-i şerif bu halin esrârına şu şekilde işarette bulunmaktadır: “Cennet ağaçlarından birine rastladığınızda, onun gölgesinde oturunuz ve meyvelerinden yiyiniz. Dünyada ilim ve zikir ehlinden birisiyle karşılaşırsanız, işte O söz konusu cennet ağaçlarından biridir.” Cennet ağacı misâli olan şeyh-i kâmilin varlık ağacından dört nehir fışkırır: sudan nehir (ilim), baldan nehir (marifet), sütten nehir (ruhani zevk), şaraptan nehir (aşk). Marifet meyvelerinden yiyen semâzenler, bu nehirlerden içtikten sonra artık semâ’dan lezzetlenmeyi talep ederler.

Mukābele meydanındaki neyzenler, mutribân heyeti ve musiki âletleri cennet-i ‘âciledeki ağaçların üzerinde bulunan ziller misâlidir.

Hz. Peygamber buyurur: “Cennette ağaçlar vardır ki, üzerinde ziller sallanır. Cennet ehli zillerin sesini iştimeyi (semâ’) arzu ettiğinde Allah arşının altından ağaçlara bir rüzgar gönderir. Rüzgar zilleri sallandırır ve ziller güzel sesler çıkarmaya başlarlar. Dünya ehlinden bir kimse bu sesi şayet işitseydi, heyecanından vefat ederdi.” Aynı şekilde cennet-i ‘âcile sahibi fukara ve arifler de marifet meyvelerinden yiyip, semâ ile zevklenmek murad ettiklerinde cennet ağaçları olan neyzenlere yönelirler. Hak Teâlâ neyzenlerin kalpleri mesâbesindeki derûnî arşlarından nefes rüzgârını, ziller misâli neylere sevkeyleyince; her bir neyden farklı nağmeler işitilir. Bu işitmeyi ancak âşık ruhlar hissederler ki, dünya ehlinin neyin sadasını işitmeye kabiliyeti yoktur. Diğer bir ifadeyle dünyaya âşık ruhlar neyden hiçbir ses işitemezler. Şayet dünya ehli neyden lâyıkıyla bir ses işitirlerse derviş olmaktan başka çareleri kalmayacak demektir. Derviş olmak ise “ölüm öncesi ölmekten” ibarettir.

Ellerin yere vurulması, sûrun işitilip kıyâmette yeniden dirilmenin ilk aşamasıdır.

Âşık ruhlar cennet bahçesi olan beden kabirlerinde cennet-i ‘âcile zevkleriyle meşgûl iken sahv ile mahv arasındaki itibarî berzahlarında hayret halinden ansızın bir sadâ işitirler. Bu sadâ kıyamet sûru mesâbesindeki neyin sadâsıdır ki, ölüleri kabirlerinden dışarı atar. Eller yere vurulur ve diriliş (kıyâm) başlar. Semâ artık bir kıyamet-i suğrâdır (küçük kıyâmet). Semâzen ellerini yere vurunca lisân-ı halle şöyle haykırır: “ey gaflet uykusunda yatanlar! Uyanın. Artık sûra üflendi ve size beden kabirlerinizde ölü bir halde yatmanız yakışmaz. Dirilin ve gerçek hayata kavuşun. Kıyâmet-i kübrâya (büyük kıyâmet) hâzır ve nâzır olmak için Varlık dairesinin merkezi olan şeyh-i kâmilin etrafında pervâneler misâli dönüp durmaktan başka çıkış yolunuz yok”.

Mukābeledeki devrân mebde ve meâd sırrını nümâyân eder.

Birinci devir meâd sırrını bildirir ve ahiret hallerine îmâda bulunur. İlk devrin sonunda Şeyhin ortadan çıkıp makamına gelmesi ve ikinci devre teveccüh etmesi, mebde ve meâd sırlarına, âlemin zuhûruna ve Âdem’e işâret etmeleridir.

Mevlevî mukabelesinde olup-biten her şey insanın ve âlemin yaratılışı ile insanın Hakk’a dönüş kavsinin resmedilmesidir.

Sufi büyükler derler ki, Varlık dairevîdir (vücûd-i devriyye). Meselâ Hakk’ın Zât’ı olan Zât-ı ahadiyyet bir nokta gibi tahayyül olunursa, bu âlem ve insan noktadan sudûr eden dairenin çizgilerini temsil ederler. Varlık dairesinin merkezindeki noktanın sağ tarafı zâhir âlem, sol tarafı bâtın âlemdir. Merkezin mukābilinde ise insan mertebesi yer alır. Âlem ve insan, Zât noktasının tecellisinden zuhûra gelip, Varlık dairesi üzere seyr u sülûk kılar. “İlk yaratılış mebde’i gibi me’âd da bize aittir” (Enbiyâ 104) âyetinin manasınca, “her şey aslına döner” hükmünce ve “dönüş O’nadır” gerçeği uyarınca insan, aslî madenine ve ayrıldığı nokta cânibine dolana dolana varacaktır. Varlık dairesinin çemberinde insanlar sefer etmekle birlikte, mebde ve me’âd kavsini çizdiklerinin farkında (yakaza) olanlar oldukça nadirdir. Onlar da nebiler, veliler ve ariflerdir. İnsanlar bu hususta iki kısma ayrılırlar: bir kısmı dairenin merkezindeki hakiki noktadan ruhlarının nasıl seyr eylediğini ve insanlık âlemine kadar kat ettiği mertebeleri, insan sûretine bürünmezden evvel geçirdiği aşamaları bildiği halde; diğer kısım mebde’den ruhun zuhûrunu, nâsût âlemine gelinceye kadarki seyr u sefer menzilleri bilgisinden bîgânedir. Ancak bu kısım insanların, bâtın tarafından kalp ve ruh mertebelerini kat edip, seyr u sülûk kıldıktan sonra hakiki mebde’lerini bulma imkânları vardır. İmkânı tahakkuk ettirdiklerinde Hak, onlara Selâm ismiyle tecelli eder ve ismin diliyle onlara selâmda bulunur: “Kullarım selâm sizin üzerinize olsun (selâmun ‘aleykum). Artık bilginiz şüphelerden sâlim oldu ve idrakleriniz nihai derecelere ulaştı”. Selâm ismiyle tecelli eden Hakk’ı kullar ilm-i yakin, ayn-i yakin ve hakk-ı yakin derecelerinde bilirler ve müşâhede ederler. Böylece bazı nebi ve velilerin önceden bildiği merâtib bilgisini, seyr u sülûk sonunda Hakk’ın Selâm ismi tecellisine meclâ oldukları halde tahsil ederler.

Mevlevî mukabelesindeki selâmlar Hakk’ın Selâm isminin tecellileridir.

Şeyh Sadreddin Konevi Selâm isminin şerhinde der ki: “her bir mertebenin Selâm isminden payı vardır”. Her bir devrin de Selâm isminden hissesi vardır. Hak her üç selâmda onlara Selâm ismiyle tecellide bulunduğunda, Varlığın başlangıcından nihayetine kadarki mertebeleri devr ve seyr ederler. İlk iki selâmda ilme’l-yakin ve ayne’l-yakin seviyesindedirler. Hak Selâm isminin lisanıyla bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle seslenir ve onlar da işitirler (semâ’): “Kullarım selâm sizin üzerinize olsun (selâmun aleykum). Yakin bilginiz şüphe ve gizli şirk karanlığından kurtuldu. Mertebeleri ve hakikatleri yakin gözünüzle müşahede ettiniz. Biliniz ki, selâmet benim Selâm ismimin tecellisindedir”.

Üçüncü selâmda hakka’-yakin sırrı âşikâr olur. Hak, yakin nurunu semâzenlere verdiğinde, bu nurun aydınlığında hakiki mebde’e varırlar. Mebde ile me’âdın bir olduklarını bilirler ve müşahede kılarlar. Böylece Evvel ile Âhir, Zâhir ile Bâtın bir olur. Birlik makamına ulaşma yine Hakk’ın selâm isminin tecellisidir. Tecellide Hak, onlardan şu hitabı dinlemelerini emr eder: “Kullarım! Sizlere nisbet edilen varlık ve her türlü kayıtlardan âzâde oldunuz. Varlığınızı terkedip Varlık buldunuz. Selâm ismimin üzerinize tecellisiyle müşahede selâmetine erdiniz. Artık hakka’l-yakin nazarıyla nazar ediniz. Bakalım nokta, daire, devr ve medârı nasıl göreceksiniz?

Birinci Devir

Mukabele meydanı ve devrî hareket tek bir noktadan ibarettir.

Hakikatte nokta, daire, devr ve medar birdir ve tek bir dairede seyrederler. Nokta, vehmi bir düz çizgi şeklindeki daireden ibarettir. Hakikatte sadece nokta vardır.” Gülşen-i Râz sahibi Şebüsteri de şu beytiyle aynı hitabın mazharı değil midir:

همه از وهم تست این صورت غیر که نقطه دایرست بر سرعت سیر

“Bu sûretin hepsi senin vehmindir / Seyrin süratinden dolayı nokta dairedir”.

Ahadiyyet Zatı tek bir noktadan ibarettir. Bu nokta süratle hareket eylese daire şeklinde görünür. Ancak bu daire vehmi bir daire olup, kendinde bir gerçekliği yani varlığı yoktur. Gerçekliği nokta olmasından ibarettir.

Mukabele meydanı Varlık dairesi, şeyh-i kâmil Varlık dairesinin başlangıç (mebde) noktası, semâzenler bu noktadan zuhûr eden ruhlar mesâbesindedir.

Mukabele meydanında şeyh-i kâmilin post makamı, mebde-i vücûd noktası misâlindedir. Bu noktanın soluna düşen taraf bâtın âlemin nümûnesidir. Semâzen fukarâ, bu taraftan zuhûra müsta’id olmuş yani hazır hale gelmiş mücerred ruhlar gibi hareketsiz bir halde, Varlık dairesinin başlangıç noktasını simgeleyen şeyh-i kâmile yaklaşırlar. Elleri sinelerinde şeyhi tazim edip, zâhir âlem olan sağ tarafa geçip zuhûr etmeden önce kendi istidadlarınca izin isterler. Hakk’ın kâim-i makâmı olan şeyh-i kâmilden izin alan semâzenler, sağ taraftaki yarım dairede Varlık merkezi üzere deveran etmeye başlarlar. Şeyh-i kâmil izin sağ tarafa geçip zuhûr etmek isteyen âşık ruha hal lisanıyla şöyle der: “Kendi Varlık merkezinde haydi deveran et ve kendi meşrebinde amelde bulun”. Bunu işiten semâzen ise yine hal lisanıyla cevap verir: “emrini işittik ve itaat ettik. Kendi sâbit ‘ayn’ımıza göre devre başladık. İşte hakikatimiz ve meşrebimiz olan Varlık merkezimizin etrafında hareket ediyoruz”.

Mukabele meydanındaki Zâhir âlem olan sağ yarım daireden bâtın âlem olan sol yarım dâireye geçiş her bir semazen için Varlık merkezleri etrafında dairevi olduğu gibi, tüm semâzenlerin toplu hareketi de dâirevîdir. Ferdi deveran külli deveranı devr ettirmek içindir.

Daire şeklindeki mukabele meydanını, Varlık dairesinin başlangıç merkezini temsil eden ve ahadiyyet zatının kâim-i makâmı olan şeyh-i kâmilin makamından çizilen vehmi bir çizgi –ki insan-ı kâmil / insaniyyet mertebesini temsil eder- iki yarım daireye ayırır. Sol yarım daire batın âlem, sağ yarım daire zâhir âlemdir. Zâhir âlemde devri hareketle mertebe kat eden semâzen, mertebeleri kendi Varlık merkezi etrafında devr ederken; tüm semâzenler de bir bütün olarak Varlık dairesinin başlangıç merkezi etrafında dairevi hareket ederler. Her bir semazen kendi varlık merkezinde hareket etmesi itibariyle birbirinden farklı olmakla beraber, semazenler toplu halde tek bir Varlığın başlangıç merkezi –ki Varlığın başlangıç noktasını temsil eden şeyh-i kâmildir- etrafında deveran etmeleri hasebiyle ayn’ıdırlar. Böylece Zâhirden Bâtına, Bâtından Zâhire sürekli bir devri hareket içindedirler. Devri harekette her bir semâzen kendi Varlık merkezi etrafında devr etmekle beraber, devir sabit değildir. Devir de aynı zamanda devrîdir. Zira her bir semâzenin devri sâbit olsaydı, Varlığın başlangıç merkezine yani şeyh-i kâmile ulaşmak mümkün olmayacaktı. Tüm hareket Varlığın başlangıç merkezinden doğar, yine başlangıç merkezine döner. Zira evvel de âhir de birdir. Tüm hareket şeyh-i kâmilden doğar, şeyh-i kâmile döner. Aslolan şeyh-i kâmildir. Asıllarına Zâhir ve Bâtın kavsinde seyrettikten sonra dönen semâzenler, asla selâm verirler selâm alırlar. Bu selâm Hakk’ın Selâm isminin tecellisidir. Hak, kendi nümûnesi olan şeyh-i kâmilin lisanından onlara şöyle selâm verir: “Ey aşk dairesinde devredenler, Allah’ın selâmı üzerine olsun. Allah semâ’nızı ve niyyetlerinizi fitnelerden sâlim kılsın ve sizleri selametle hakiki Varlığın başlangıcına yani merkez noktaya ulaştırsın”.

Devrin nihayetinde Şeyh-i kâmilin selâm vermek için insaniyyet mertebesini temsil eden çizgi üzerinde bir kaç adım atarak ileriye doğru çıkması münâzele makamına işarettir.

Münâzele, sûfiyye ıstılâhında kulun kendi varlığından fenâ makamına inmesi, Hakk’ın selâm ve rahmetiyle abdiyyet (kulluk) makamına yakınlaşmasıdır. Nitekim hadislerde “Bana bir adım yaklaşana ben bir arşın boyu yaklaşırım”, “Gecenin yarısı veya üçte biri geçtiğinde Allah dünya semâsına iner ve yok mu beni davet eden davetine icâbet edeyim” buyurulmaktadır. Aşık kendi mertebesinden çıkıp Hakk’a yani hakikatin merkezine yöneldiğinde, Hak ta izzet ve istiğnâ mertebesinden inip âşıka yaklaşır. İşte bu münâzeledir (karşılıklı iniş).

İkinci Devir

Semâzenler birinci devirdeki sûretin manaya muvâfık olması için ikinci devre başlarlar.

Sûretten manaya intikâl artarak devam eder. Bu itibarla ikinci devirde daha bir iştiyak, yanış, vecd ve inkişâf vardır. İkinci devrin mertebesi ayne’l-yakin mertebesidir. Devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan şeyh-i kâmil, mertebenin gerektirdiği üzere Hakk’ın Selâm isminin mertebenin hükmünce tecellisini lisan-ı hâlle söz tennûresine giydirir: “Ey aşk yolunda seyredenler Allah’ın selâmı üzerine olsun. Allah basiret gözünüzden perdeyi kaldırsın ki, devrin ve hakiki merkezin sırlarını göresiniz”.

Üçüncü Devir

Semâzenler üçüncü devirde istidâd ve kâbiliyetlerine göre tam bir istiğrak haline geçerler.

Üçüncü devir, hakka’l-yakin mertebesidir ki, “nereye yönelirseniz yönelin, Allah’ın vechiyle karşı karşıya gelirsiniz” (Bakara 115) sırrının zuhûr ettiği devirdir. Bu sır mutlak bir sır olup, semâzenlerin istidadına göre kayda girer. Bazılarında ilm-i yakin, bazılarında ayn-i yakin bazılarında ise hakk-ı yakin şeklinde yüz gösterir. Üçüncü devrin sonunda da şeyh selâma mübâdere eder ve münâzele makamının nümûnesine gelip üçüncü selâmı tebliğ eder: “ey âşıklar ve ârifler Allah’ın selâmı üzerinize olsun. Devirleriniz tamamlandı. Allah sizleri yakin hakikatine, kendisini müşahedeye selâmetle eriştirsin”.

Devirlerin sonundaki selâmlar tek bir selâma râci’dir ki, Hz. Peygamber’in (a.s.) rûhâniyyetinedir.

Bir rivayete göre Hz. Pir Mevlana’ya niçin üç devir ve üç selâm verdiği sorulur. Cevâben şöyle der: “Birinci devirde Hz. Peygamber’in (a.s.) ruh-i şerifleri temessül etti. İlk selâm O’nun içindi. İkinci devirde Hakim Senâî’nin rûhları temessül etti. İkinci selâm O’naydı. Üçüncü devirde Feridüddin Attâr’ın ruhları temessül etti. Üçüncü selâm O’naydı”. İsmail Ankaravî’ye göre bu zayıf rivayet gerçeklik taşısa da, yukarıda zikredilen sırlar söz konusu olduğunda mana açısından oldukça sınırlıdır. Zira Ankaravî’ye göre insan-ı kâmilin yani Hz. Mevlana’nın her bir fiilinde türlü türlü sırlar ve nükteler vardır ve bu sırlar Hz. Pir’in fiilleriyle mutabakat arz eder. Dolayısıyla rivayetteki mana ile deverandaki sırlar şu selâmda bir araya getirirlir ki, her şeyi câmi bir selâmdır: “Salât ve selâm, Allah’ın rahmet ve bereketi ey nebi (a.s.) senin, bizim, Allah’ın ârif, âşık ve sâlih kullarının üzerine olsun”.

Mevlevî Yolu

Sadece Mevlevî zikri olan mukabele devrî değil, Mevlevî sülûku da devrîdir. Mevlevîlerin bedenleri devrettiği gibi ruhları da devreder.

İki tür sülûk yani tarik (yol) vardır: Düz yol (tarik-i müstatil) ve dairesel yol (tarik-i devrî). Düz yolda gidenler (tâlibân-ı tarik-i müstatîl), bülûğ çağından vefat edinceye kadar şeriat ve tarikat üzere giderler. Ancak ruhani ve cismani her ne mertebe ve menzile varsalar, Hakk’ı hâriç bilirler ve tenzih yoluna saparlar. Daima Hakk’ı bu mertebelerden daha yüce bir mertebede ve / veya mertebesiz sanırlar. Enlem ve boylam hapsinde mahpuslardır, daireyi çizemezler diğer bir ifadeyle dairede yolculuk yapmak nasiplerinde yoktur. İkinci kısım yani dairesel yolda gidenler ise, Hakk’ın inayeti ve mürşidin himmetiyle tarikatta sülûk edip vahdet-i vücûdu keşfedenlerdir. Ulaştıkları her mertebede Hakk’ın vechini bulurlar. Her yerde, her makamda ve her şeyde Hakk’ı tecelli eder görürler. Onlar devrîlerdir. Zira seyr u sülûkları Hak’tan Hakk’a Hak ile beraber ve Hak’ta yolculuktur. Şeyh-i Ekber İbn Arabi Hz.leri bu konuda şöyle demektedir: “Düz yolda gidenler, maksadlarından saparlar ve itidâl yolundan dışarı çıkarlar. Zira Hakk’ı mazharlarda görmezler. Hatta matlûblarının bu mazharlardan hâriç olduğunu vehmederler. Hakk’a ulaşmak için düz-çizgisel harekette bulunurlar. Halbuki maksadları olan Hak, kendileriyle beraberdir. Ancak bunu idrak edemezler. Onlar hayal içindedirler. Gayeleri dahi hayaldir. Onlara göre O’ndan O’na ve ikisi arasındaki söz konusudur. Diğer tabirle bidâyet (başlangıç), nihâyet (son) ve ikisi arasında bir şey vardır. Oysa Dairesel (devrî) harekette bulunanlara göre, seyrde bidâyet ve nihâyet yoktur. Zira onlar ruhani, cismani, dünyevi ve uhrevi her şey de Hakk’ı müşahede ederler. Onlar Muhammedîlerdir. Muhammedîler “şayet bir ip sarkıtsanız Allah’a düşer” manasını idrak edenlerdir. Hak, arzın bâtınında yani cisimler âleminde hâzır olduğu gibi, semânın bâtınında yani ruhlar âleminde de hâzırdır. Allah her şeyi çepeçevre kuşatır”. Hakk’ın her şeyi kuşattığını gören ve bilen kimsenin müşahede ve sülûku daireseldir.

Muhammedî olan Mevlevîlerin sülûku ve mukabeleleri vahdet-i vücûd üzere daireseldir.

Bibliyografya:

İsmail Ankaravî, Minhâcu’l-fukarâ, İstanbul 1256, s. 67-76.

İsmail Ankaravî, Hadislerle Tasavvuf ve Mevlevî Erkânı (Şerh-i Âhâdîs-i Erba’în), haz. Semih Ceyhan, İstanbul 2001.

Tâhirü’l-Mevlevî, Nisâbu’l-mevlevî Tercümesi, haz. Yakup Şafak- İbrahim Kunt, Konya 2005, s. 57- 60.

Afif Tektaş, Şeyh İsmail Ankaravi’nin Minhâcu’l-fukarâ Adlı Eserinin Özü, haz. Mustafa Çiçekler, s. 42- 47.ā