İnsanın Değeri Aşkla Ölçülür – Rabia Christine Brodbeck

A+
A-

Mevlânâ”dan duyuşlar – İnsanın Değeri Aşkla Ölçülür

Rabia Christine Brodbeck

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sonsuz bir terakki, uruc, saflaşma ve nurlanma dini getirmiştir. Mânevi hayatın en yüksek seviyede kemâle ermesi için gereken tüm kapılar açılmıştır. Bu kemâl de sadece mükellefiyetleri yerine getirmekle mümkün değildir; kuşun ikinci kanadı aşk kanadıdır. Din saf aşktır! Bütün bilgiler sıkılıp süzülüp aşk olmak için vardırlar; bütün kitaplar bir tane kitabı anlamak için okunur; önce sahifelerden müteşekkil Kur”ân, ondan sonra da en büyük kitap ve âlem olan insan okunur. Kur”ân”ı kendine ayna yapıp onu Efendimizin aşkı nuruyla okuyan o aynadan kendini müşahede eder ki nefsaniyetten ârî olan bir kişiden de Hakk”tan başka bir şey zuhur etmez. En büyük keramet kul olabilmektir.

İnsanın değerinin âşık olabilme kapasitesiyle ölçüldüğünü öğretiyor Hz. Mevlânâ. İnsanın bu doğrultuda kendisine hakikati duymayı, görmeyi ve hissetmeyi öğretmesi gerekmektedir. Bu değer aynı zamanda kişinin taşıyabildiği mânevi yük ile ölçülür. İşte bu noktada insanlığın mânevi kapasitesinin neredeyse tamamen âtıl yollarda çürütüldüğünü görüyoruz. Hz. Mevlânâ buyuruyor ki, “Pencereleri olmayan bir ev cehennem gibidir. Dinin temeli, ey Allah”ın kulu, evde pencere açmaktır!” Burada kasıt buyrulan ev kalptir; pencere de kalp gözü!

Günümüzün insanı sadece kendisiyle ve zahiren kazandıklarıyla meşgul. Kendi kalbinin nefisten arınmış bir şekilde konuştuklarının letafetinden habersiz hale geldi. Sessizliği unuttu. Ağzının sustuğu zamanlarda ise içinde şeytan ve nefis konuşuyor.

Hz. Mevlânâ”nın batıdaki ünü insanlar çoğunlukla tefrik edemeseler bile insanın fıtrat damarını yakalamış olmasındandır. Bunu anlayamayanlar bile demek ki o letâfetten bazı kokular duyuyorlar ve okuyorlar; bu da her insanın fıtrat-ı İslâmiyye üzerine yaratıldığına bir delildir. Günümüzün dünyasında kurumuş, ölmek üzere olan gönül evlerimizi Hz. Mevlânâ gibi velilerin nuru ile aydınlatabilmeliyiz.

Gerçek güzellik ebedidir. Böyle bir güzellik kusursuzdur ve zerre çirkinliğe müsaade etmez. Hakk”ın Cemâlinin öyle sınırsız bir kudreti vardır ki maddeyi nûra kâlbeder. Hz. Mevlânâ”nın buyurduğu gibi, “Bu kişi yemek yer ve pislik üretir. Diğeri de aynısından yer ama onun yedikleri tamamen Nur-u İlâhiye dönüşür.

“Bu, yer ve yediği nefret ve kıskançlığa dönüşür; diğeri de yer, fakat onun yedikleri O”nun aşkına dönüşür

Zayıf ve bozuk bir firâsetle bakan göz, sadece kısacık bir ömre mahkûm olan bu geçici dünyanın alıntı ve ikinci el olan zâhiri güzelliklerini görebilir. Fiziksel boyutta zâhir olan güzellik Erham-ür-Râhîmîn olan Rabbimizin Cemâl-i ebedisinin nurunu örten perdedir. Maalesef insanların çoğu, Müslümanlar dâhil, şekle, kasalarına, keselerine, masalarına, rütbelerine vs… tapıyorlar. Tapmaktan maksat elbette ki önünde yüksek bir yere koyarak karşısında secde etmek değil; Müslüman dahî olsa ibadet şeklen bittikten sonra Müslümanlık seccade üstüne, Cami duvarları arasına ve zamanlardan Ramazan ayına sıkıştırılmaya çalışılıyor; sığmaz. Kendi makamına, mevkiine, ailesine, parasına, şöhretine, ilmine vs… Allah”ın emir ve yasaklarından; O”na yaklaşmaktan daha fazla değer vermek ve hep akılda ve gönülde Allah”ı değil de dünyayı tutmak bunlara tapmak değil de nedir??

İnsanlığı bu hazine iklimine kanatlandıracak yegâne vâsıta ise Allah dostluğudur (velayettir). Kâinatın ışık kaynağı bencillik değil, “bensizliktir”! Âlemi sadece bensizlik değiştirebilir. Artık Allah dostlarını tanımaya ve dinlemeye başlamalıyız. Onlar insanlığa iç hayatı, ve o iç hayatın neticesi olup içimizde zâten potansiyel olarak bulunan aşk-ı ilâhîyi öğretirler. Envâr-ı tevhîd-i Sübhan ile her bir zerreleri münevver ve müzeyyen olduğu için mânevi yaralarımızı ve hastalıklarımızı teşhîs ve tedâvi edecek devâ onlardadır.

21.yy.ın problemlerine çözüm velâyettedir. “Bize leyl ü nehar olmaz” diyerek Hakîkat güneşini bulduklarını ifşâ eden ve kâinatın üstüne kadem basıp evrensellik kavramını bile aşan Evliyaullah hazerâtı evrensel tek dinin velileri oldukları ve bu yüzden evrensel bir dil konuştuklarından muhakkak dinlenmelidirler. Çünkü onların sözleri bekâ ikliminden esen hayat verici rüzgârlardır. Tüm insanlara, tüm zamanlara, tüm kültürlere, tüm inançlara ve tüm uluslara hitap ederler. Evrensellik Allah”ın tevhid nûruyla doğrudan bağlantılı bir husustur. Bu nuru yakalayamayanlar şaşı olduklarından her şeyi “iki” görürler. Ve bütün veliler bu nurla veli olmuşlardır ve velâyetlerini bu nurla icrâ ederler; onlar Hakk”ın nûruyla nazar ederler! Veliler kelâm buyurduklarında insan adeta Efendimiz”den (SAV) taze haberler alıyor gibidir.

İşte küçüğü olmayan bu zatların en büyüklerinden bir tanesi de Hz. Mevlânâ”dır. Bize hakiki makro kozmosun insanın kalbi olduğunu öyle bir cezp edici şekilde anlatmaktadır ki samimiyetle Hz. Mevlânâ okuyan birinin ona âşık olmaması mümkün değildir! Bütün dünyada “Rûmî” olarak tanınan Hz. Mevlânâ şöyle diyor: “Ah keşke kendi güzelliğini görebilseydin! Sen güneşten de büyüksün! Bu kir pas hapishanesinde neden kurudun ve büzüldün? Neden kalbin pınarlarından akan zarafet ve nezaketle tazelenmeyesin? Neden bir gül gibi gülmeyesin? Neden açılıp bûyini etrafa vermeyesin?”

Kendi güzelliğimizin bir farkına varabilsek ya! Cevap kendimizi tanımaktır. Kim olduğumuzu bilmek yaratılışımızda mahfuz olan o ilahi hazinenin kapılarını bize açacaktır. Bizler nurdan mahlûklarız. Bizler Allah”ın, kulluğun cevheri olan Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz”e olan her ciheti kuşatıcı aşkının meyveleriyiz. Çünkü O”nun nûrundan icât edildik. Diyebiliriz ki, Sevgili Efendimiz varlığımızın her bir zerresinde vardır!

Hz. Mevlânâ bize kendi eksikliğimiz, kırıklığımız, âcizliğimiz, çaresizliğimiz, kusurlarımız, başarısızlıklarımız, cehaletimiz ve asiliğimizi gösterip ispat ve ikna ederek bizleri en kâmil şekilde irşad etmektedir. İnsan elbette ki Rahmani nefesin muhatabı olan en şerefli yaratılmıştır; ama aynı zamanda çamurdan müteşekkil süfli bir varlıktır da; şeytandan aşağıdır ama meleklerden üstündür. Hem nurdur hem zulmettir. Âlemlerden daha geniş olan bu iki zıt uç arasında hangi dallara tutunup yükseleceğimizi; hatta dallardan ziyade nasıl kanatlanıp uçacağımızı bize Hz. Mevlânâ göstermektedir. İnsanın tüm bozuk yanlarına önce adeta bir projektör tutmada sonra da isteyene neşter vurmaktadır. Buyuruyor ki, “Şu iblisvari gözlerini bir anlığına kapa. Sûrete daha ne kadar bakacaksın? Ne kadar? Ne Kadar?

Mevlânâ; inkârcılar, câhiller ve kâfirlerin aslında kendilerine işkence ettiklerini, kendilerini inkâr ettiklerini yani kendi kendilerinin düşmanı olduklarını en güzel şekilde tanımlamaktadır:

“Ayın yüzünde hata bulursun; cennette diken yolarsın. Eğer cennete diken aramak için girersen, kendinden başka bulamazsın. İnkâr edenler kendi kendilerinin düşmanıdır; inkar ederek kendilerini yaralamaya devam ederler. Zavallı, gözleri perdeli yarasa kendisinin düşmanıdır güneşin değil. Güneşin parlaması onu öldürür; peki o güneşe nasıl zarar verebilir” “Bu “ben” ve “biz” bütün insanların tırmandığı bir merdivendir. Sonunla herkes mutlaka düşer. Kim daha yukarıya gidiyorsa, daha büyük bir aptaldır; kemiklerini daha kötü kıracaktır”.