HZ.MEVLÂNÂ’NIN DİNDARLIĞI MES’ELESİ – Hülya Küçük

A+
A-
HZ. ŞEMS”DEN SONRA HZ. MEVLÂN VEYA HZ.MEVLÂN”NIN DİNDARLIĞI MES”ELESİ

Hülya Küçük

Birçok kişi iki Hz.Mevlânâ olduğuna inanır: Hz.Şems”den önceki ve sonraki Hz.Mevlânâ. Ve, Hz.Mevlânâ”nın aslında İslam dinine bağlı birisiyken Hz.Şems”den sonra içine düştüğü coşku ve aşkla değiştiğini, dine olan bağlılığını kaybettiğini söylerler. Oysa o Hz.Şems”le, sadece “temkînli ve ağırbaşlı” bir sufilikten ,“Şems de benim Hudâ da” dediği “coşkulu” bir sufiliğe geçmiştir, o kadar. Aslında o bu türlü cümlelerin halka söylenmemesi gerektiğine inanıyor, zira “eşek [tabiatlı] insânların def çalmadan oynayacaklarını (مردم خر بي دف مي رقصند) ve bu hakîkatlerin esrârlarna vâkıf olmaları hâlinde onları harap edeceklerini” biliyordu.

Evet, Mevlevîlikte iki meşrep olduğu, bunlardan birisi olan Veled kolunun zühde, diğeri olan Şems kolununsa aşk ve coşkuya önem verdiği iddia edilmektedir. Birçok Mevlevîye, meselâ Şeyh Gâlib”e (ö.1799)”e göre böyle bir ayrımın izâhı mümkün değildir. Zîrâ ona göre Sultân Veled (623/1226-712/1312), babası Hz.Mevlânâ”dan önce Hz.Şems”e intisâb etmiş, hattâ Hz.Şems bir gün “Başımı Mevlânâ”ya, sırrımı Sultân Veled”e verdim” demiştir. Öyleyse Veled yolunun Hz.Şems yoluna aykırılığı düşünülemez.

Hz.Mevlânâ, kendisine bu tür isnadların yapılacağını biliyormuşçasına Dîvân“ında “Men bende-i Kur”ânem eger can darem/Men hak-ı reh-i Muhammed muhtârem/Ger nakl küned cüz in kes ez guftârem/Bizârem ez o ve”z an söhân bizârem” (Ben, sağ olduğum sürece Kur”ân”ın kölesiyim/Ben, seçilmiş Muhammed”in yolunun toprağıyım/Benden, bu söylediklerimden başkası nakledilirse/ben bunu söyleyenden de sözünden de şikâyetçiyim) demekle kalmamış pratikte de farz ve nafile ibadetlere devam etmiştir. Kışın en soğuk günlerinde, yüzünden akan gözyaşının yerde donacak kadar secdede kalması ve riyâzetden dolayı yüzünün sapsarı oluşu gibi özellikleri nedense hep göz ardı edilmiş, hatta Mevlevîlerin bir zikr şekli dahi olmadığı iddia edilmiştir. Menākibu”l-Arifin“de onun müridlerine “Allah, Allah” zikrini öğrettiği açıkça geçmektedir. Başka kaynaklardan Mevlâna”nın evrâd ve ezkârına ilişkin başka verilere de ulaşılmıştır. Aslında semâyı anlayabilen için başka zikir aramaya gerek dahi yoktur. Semâ, kâinatın Hakk”ı zikrinden başka bir şey değildir. Semâdaki çalgı aletlerini “zevk aracı” olarak görenler bilmelidirler ki Hz.Mevlânâ”nın/âşığın dinlediği çalgı ile “Allah”dan gâfil” kimsenin dinlediği çalgı aynı değildir: Arif, kâinattaki her seste, kuş sesinden kuyu çıkrığının sesine kadar her şeyde Allah”ın adını duyar. Zira kâinattaki her varlık, Elest Bezmi”ndeki birlikteliği aramakta ve içinde bulunduğu ayrılık hali için nâle vü figân etmekte, Hakk”ı arayış içinde olduğunu âleme ilân etmektedir. Hz.Mevlânâ:

“Her nereye baş koysam O”na secde edilecek yerdir orası. Altı yönde, onun dışında da Tanrı O”dur. Bağ, gül, bülbül, semâ, güzel… Bunların hepsi bahane, hep aranılan, istenilen O”dur.”

“Biz aşkın aşıkıyız, Müslüman başkadır. Biz artık karıncayız, Süleyman başkadır”

derken de bu türlü bir arayıştan söz etmektedir.

Kâinattaki her şeyi zikr halinde gören, insanları bundan uzak düşünebilir mi? Bu sebeple o, hangi dinden olursa olsun insanların Hakk”ı, kendi dillerinde zikrettiğine inanmış, her dinden insana sevgi ve merhamet kanadını açmış, bu da onların, Hz.Mevlânâ”nın dinine, yani İslam”a olan ilgilerini, sevgilerini artırmıştır.

Hz.Mevlânâ”nın sosyal muhiti içinde her dinden gayr-ı müslim vardı. Şehirlerde camiler, kiliseler ve manastırlar kucak kucağa idiler. Hz.Mevlânâ”nın Rumlara, yani Hıristiyanlara ve onların rahiplerine gösterdiği alçak gönüllülük, onun yüceliğini göstermekten başka bir anlam ifade etmez. Onun, Hıristiyanlarla münasebetleri konusunda anekdotlar çoktur. İnsana, Allah”ın en yüce yaratığı olarak bakan Hz.Mevlânâ, dini ve milliyeti ne olursa olsun, bütün insanları sevmeği bilmiştir. Onun, bazen bir Rum”u idamdan kurtardığı, bazen bir rahibi kerâmeti ile kendine râmetttiği, bazen tatlı sözü ile bir Rum ustayı ihtidaya erdirdiği görülürdü. Eflaki”nin Menâk-ıbu”l-Ârifîn“inde bu konuyla ilgili onlarca örnek bulmak mümkündür. Etrafında bulunan her bir dinî grubun, onun cenaze törenini kendi adetlerine göre yaptığı da bilinmektedir. Zira o, kendi deyimiyle “ Bir ayağını sımsıkı şeriatte duran, öbür ayağıyla yetmişiki milleti dolaşan” bir pergeldi. Bu, onun, “ayağının tozu” olmakla iftihar ettiği ettiği Peygamberin ve “ölünceye kadar bendesi” olmaya ahdettiği Kitâb”ın, yani Kur”ân”ın, kısaca İslâm”ın ya da tasavvufun kendine has hümanizmini yansıtan sözlerinden başka bir şekilde ele alınmamalıdır.