Hazret–i Mevlânâ’nın Gönül Sadâsı – Osman Nuri Topbaş

A+
A-

Hazret–i Mevlânâ”nın Gönül Sadâsı

Osman Nuri Topbaş

İnsanlar vardır; daha yaşarken mâzi olmuşlardır. İnsanlar vardır; asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen, gönüllere hayat bahşeden nefesleri bugün bile dipdiridir. Yâni onlar, üzerlerinden yüzyıllar geçse bile mâzi olmayanlardır.

Onlar, bütün varlıklarını Bâkî olan Rablerinde fânî kılarak, ebedî hayat sırrına nâil olan Hak dostlarıdır. Bu Hak dostlarının kabirleri, mü”minlerin sînelerindedir. Onlar, fânî bedenleri asırlardır toprak altında olmasına rağmen, feyz, rûhâniyet ve gönül eserleriyle günümüze kadar geldikleri gibi, bundan sonra da irşâd hizmetleri ile diri kalmaya devam edeceklerdir.

İşte gönülleri tenvir ve irşâd vazîfesine, Cenâb-ı Hak tarafından çağları aşan bir teselsül bereketi ihsân edilen böylesine müstesnâ Hak dostlarından biri de, Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sirruh-” tur.

O ki, bir îmân münâdîsi, hâzık bir gönül tabîbi… O”nun gönül nidâsı ve derûnî sadâsı, kıyâmete kadar gelecek insanoğlunun kalbî marazlarının ebedî devâsı… Aslâ eskimeyecek, dâimâ temâdî edecek bir vuslat dâvetçisi… Mesnevî adlı feryadnâmesindeki şu beyitler, onun gönül dâvetinin hiçbir zaman eskimemesinin sırrını ne güzel ifâde etmektedir:

“Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü, sonsuzluk nehrine kat! Su, hiç nehirden kaçar mı?”

“Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu hâline gelir.”

“Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir ne kirlenir ne de kokar.”

İşte fânî ve nefsânî varlığından sıyrılıp aslına rücû eden bir cevher kıvâmına erenlerin gönül nidâları da, üzerinden asırlar geçmesine rağmen ne eksilir ne kirlenir ne de kokar!.. Hakîkaten onlar, kendine âit renk, âhenk ve akıştan sıyrılmış, deryâlara ulaşan ırmaklar gibidirler.

Hazret-i Mevlânâ, bir gönül mahsûlü olan eserlerinde, insan vâkıasının zaman ve mekân üstü gerçeklerine ebediyet ufkundan ışık tutmuştur. Bu yüzden, üzerinden asırlar geçse bile, mevzuu, muhtevâsı ve üslûbu itibâriyle tâzelik ve terâvetinden bir şey kaybetmediği gibi, gönül bahçelerine çağlar öncesinden gelen bir bahar melteminin hayat bahşeden esintisi gibi, cennet râyihaları yaymaktadır.

Böyle büyük Hak dostları, hâdiseleri gönül penceresinden, ilâhî aşk ve muhabbet nazarıyla müşâhede ettikleri için, bulundukları toplumlara, hidâyete ermek isteyen nice kimselere ve hattâ cihâna yön veren padişahlara rehber olmuşlardır. Zîrâ onlar, zâhirî ilimlerin, akıl ve mantık bilgilerinin üzerini örten sırlı perdeyi kaldırmışlar, ilâhî aşk ve muhabbetin feyizli tecellîlerine mazhar olmuşlardır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- gibi, kalb âlemleri ilâhî muhabbetle ulvî bir kıvâma ermiş olanların, her his ve düşüncesi ilâhî hikmete müteveccih bulunduğu için, Cenâb-ı Hak onların âdetâ gören gözü, tutan eli olur. Böylece nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiklerinden, diğer insanlar da irâdî veya gayr-i irâdî onları sever ve gönülleri onlara doğru akar. Zîrâ Hak Teâlâ, böyle sâlih kullarını sevdiği gibi, onları istîdadları nisbetinde diğer kullarına da sevdirir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, Rahmân olan Allâh, onlar için bir meveddet (bir sevgi) verecek, onları gönüllere sevdirecektir.” (Meryem, 96)

Fâhr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allâh Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil”i çağırır ve:

«–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!» buyurur.

Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder:

«–Allâh, falanı seviyor, siz de seviniz!»

Semâ ehli de onu severler. Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed”u”l-Halk, 6)

Bu öyle bir sevgidir ki, cemiyetin her tabakasını, en alt kademesinden en üst kademesine kadar her meslek ve meşrep sâhibini ihâta eden bir gönül şerâresidir. Onlar nasıl sevilmez ki?.. Zîrâ Mevlânâ misâli Hak dostlarının gönül dergâhları, kalbi kırıklardan gariplere, muzdariplerden muhtaçlara, sâlihlerden günahkârlara kadar, pek çok insana ebedî bir şefkat kucağı gibi açılmıştır.

O büyük Hak dostu ne güzel buyuruyor:

“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakîkleşip rûhun incelsin.”

Mevlânâ Hazretleri”nin rakik ve diğergâm gönlü; günah bataklığına düşüp de içinde bulunduğu felâketi saâdet zanneden gâfillerin rûhlarından yükselen sessiz imdad ve feryadlar karşısında engin bir merhamet okyanusu hâlinde Kâinâtın Hâlık”ına şöyle ilticâ etmektedir:

“Rabbim! Eğer Sen”in merhametini yalnız sâlih kullarının ümîd etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..”

“Ey ulu Allâh”ım! Eğer Sen, yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”

Bu yüzden insanlar, dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre, Bahâeddin Nakşibend ve Mevlânâ misâli Hak dostlarının muhabbet kucağını özlerler. Zîrâ onlar, “bir tâmirhâneye âletin bozuğu götürülür” hükmünce mücrimlere, kanadı kırık bir kuş gibi merhametle nazar edip onları gönül dergâhlarında ihyâ etmeyi, bütün dünyâ nîmetlerinden daha kıymetli bir nasip ve ebediyet saâdeti bilmişlerdir.

Cenâb-ı Hakk”ın Rahmân ve Rahîm esmâsının kesif tecellîlerine nâil olan bu kâmil mü”minlerde merhamet ve şefkat, bir tabiat-i asliyye hâlindedir. Yine bu sâlih mü”minler, “nefsî, nefsî” hodgamlığından kurtulup, “ümmetî, ümmetî” diğergamlığına nâil olarak bir irşad ömrü yaşarlar. Onların irşad ömürleri fânî cesetlerinden sonra da devâm eder. Onlar, nefislerini ıslah netîcesinde rûhlarını köprü olarak kullanıp ilâhî vuslata nâil olanlardır ki, ümmeti de bu yoldan geçirerek Rabb”e ulaştırmanın gayreti içinde olurlar. Onlar, kurtuluş bekleyen kitlelerin muallimleridir. Allâh ve kulları huzûrunda bir cemaatin mes”ûliyetini vicdanlarında taşıyan mâneviyat kahramanlarıdır.

***

Rivâyete göre Ebû Abdullâh Sâlime”ye:

“–Hak dostlarını halk içinde nasıl ayırd edersin?” diye sorarlar. Hazret de şu cevâbı verir:

“–Lisânlarındaki halâvetle (tatlılıkla), ahlâklarındaki letâfetle (güzellikle), yüzlerindeki beşâşet ve beşâretle (tebessüm ve müjdeleyicilikle), edâlarındaki zarâfetle, nefislerindeki sehâvetle, özürleri kabul edişlerindeki cömertlikle, iyi-kötü herkese karşı şefkatlerindeki coşkunlukla…”

Mevlânâ Hazretleri”nin bizzat yaşayıp insanlara telkîn ettiği şu düsturlar da bu husûsiyetin bir başka tezâhürü mevkiindedir:

“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!

Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol!

Sehâvet ve cömertlikte akarsu gibi ol!

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol!

Tevâzu ve mahviyette toprak gibi ol!

Olduğun gibi görün; göründüğün gibi ol!..”

*

Tasavvuf yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş ve kalbî merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ulaşmış bulunan Hak dostları, “veresetü”l-enbiyâ” olma şerefine erişmiş bahtiyarlardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yâni onlar, Hazret-i Peygamber ve onun ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için fiilî ve müşahhas rehberlerdir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfan hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, İlim, 1)

Hak dostlarının îkaz ve nasihatleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-“in sohbetlerinden akseden birer feyiz ve bereket tecellîsidir. Zîrâ mânevî istifâdenin merkezi O”dur. Rûhî heyecanlarla dolu sohbet ve nasîhatler, hep o merkezden teselsülen naklolunan parıltılardır. Hak dostlarının böyle meclislerini ganîmet bilmek gerekir ki, onlar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-“in yirmi üç senelik nübüvvet hayatını kavlen (sözleriyle), fiilen ve hissen ümmete aksettiren örnek şahsiyetlerdir. Bu yüzden onların îkaz ve nasihatleri gönüllere şifâ kaynağıdır.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ashâbına:

“Cennet ağaçlarından birine rast geldiğiniz zaman gölgesinde oturun ve yemişlerinden yeyin.” buyurunca:

“–Yâ Rasûlallâh! Bu hâl, dünyada iken nasıl mümkün olur?” diye sordular.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Gerçek bir âlime tesadüf ettiğinizde, cennet ağaçlarından birine rast gelmiş olursunuz.” buyurdular.

İşte Hak dostları da, öyle bir cennet ağacıdır ki asırlar boyu yanık gönülleri feyizli gölgesiyle serinletmiş ve hâlen de serinletmeye devâm etmektedirler. Onların hikmet ve ibret dolu nasîhatleri, hakîkate meftûn gönüllerin gıdâsıdır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Allâh Teâlâ, nebîleri ve velîleri âlemlere rahmet olarak dünyaya göndermiştir. Bu yüzden halka bıkmadan, usanmadan nasihatte bulunurlar. Bu nasihatleri dinlemeyip kabul etmeyenler için de, «Yâ Rabbi! Sen bunlara acı, rahmet kapısını bunlara kapatma!» diye yalvarırlar.”

“Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!”

“Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk”a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın!”

“Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın.”

***

Hak dostları bir ırmak gibidir ki, uzun yollar boyunca binbir canlıya; insana, hayvanâta, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hayat vererek akıp gider. Bu ırmağın varacağı menzil de Cenâb-ı Hakk”ın ebedî vuslat deryâsıdır.

Onların hayatları, insanlık adına bir zirve teşkil ettiği gibi, vefatları da müstesnâ ibret ve hikmet dersleriyle doludur. Çünkü onlar, dünya hayatını, dâimâ âhiret gerçeğini dikkate alarak ve ilâhî tanzîme râm olarak yaşadıklarından, onların nazarında ölüm, karanlık bir kâbus olmaktan çıkmış, ebedî vuslata nâiliyyetin yegâne tahakkuk şartı olarak telakkî edilmiştir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh”a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ona düşman olanlara ölüm, korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

Bu yüzden ekseri insanlara soğuk ürpertiler ve korkular saçan ölüm gerçeği, onlar için bir şeb-i arûs yâni vuslat gecesi hâline gelmiştir. Onlar, dünyâ hayatında Allâh”ın murâdına muhâlefet etmekten başka hiçbir şeyden korkmadıkları için âhirette bütün korkulardan emîn kılınmışlardır. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bilesiniz ki, evliyâullâha korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus, 62

“Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır…” (Yûnus, 64)

***

Nasıl ki her peygamberin kendisine has birtakım fârik husûsiyetleri varsa, evliyâullâh zümresinin de farklı husûsiyetleri vardır. Meselâ, celâlî veya cemâlî mizaçta olabilirler. Fakat bunların hepsi kalb âleminde Cenâb-ı Hakk”ı sıradan insanların idrâk ve ihâtasından daha farklı bir sûrette bilir ve bütün fânîliklerden kalben müstağnî kalarak Hakk”a yaklaşma gayreti içinde olurlar. Bu uçsuz bucaksız mârifetullâh sahasında dâimî bir sûrette aczini idrâk hâlinde bulunurlar. Böyle olmakla berâber bunların hepsi, aynı merhalede olmadığı gibi aynı vazîfeyle de mükellef değildirler.

Bâzıları, irşadla mükellef olmadıklarından, onlar, hayret makâmında kalır ve dâimî bir sûrette sükût hâlinde olurlar. Böyleleri, ilâhî kudret akışları karşısında lâl (dilsiz) gibidir.

Diğer bâzıları ise, seyr u sülûkün nihâyetinde halka dönerler. Bunlar irşadla mükelleftirler. İnsanlığa karşı vazifeli olan böyle Hak dostları, âdetâ çağlayanlara dönerler. Dillerinden ve gönüllerinden ilâhî sır ve hikmetler taşmaya başlar.

Bunlar bâzen bir çocuğa tedrîcî bir sûretle ders veren bir muallim gibi, vâkıf oldukları esrâr, hikmet ve hakîkatlerin çoğunu beşerî münâsebetlerinde bilmez gibi davranırlar. Nitekim bu hâlden kinâye olarak bir şeyi bilip de bilmezden gelmeye, “tecâhül-i ârifâne” tâbir olunmuştur.

Hazret-i Mevlânâ”nın, Mesnevî”yi Hüsâmeddin Çelebi”nin idrâkine göre söylediği ifâdesi, belki de böyle bir hâlin yansımasıdır. Şâyet Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî”sini Şems-i Tebrizî”ye göre söyleseydi, kim bilir nasıl bir gönül mahsûlü zuhûr edecekti…

Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâlleri lâyıkıyla idrâk husûsunda insanların ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde kabîlinden şöyle der:

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn”in vecdinin feryadlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ”nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryadlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”1

Bizler, târihimizde Kur”ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerden sonra en fazla Mesnevî okumasıyla bilinen bir milletiz. Hakîkaten, târihimizde şerîf vasfı ile zikredilen üç gönül eseri vardır. Birincisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz”in hadislerini ihtivâ eden Buhârî-i Şerîf, ikincisi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz”in mübârek şemâil ve vasıflarını ihtivâ eden Şifâ-i Şerîf, üçüncüsü de Hazret-i Mevlânâ”nın Mesnevî-i Şerîf”idir. Bu üç muhteşem eser, Osmanlı târihi boyunca selâtîn câmîlerde icâzetli kişiler tarafından teberrüken okutulmuştur. Târihte bu vasfımız bir nevî alâmet-i fârikamız olarak zikredilmektedir.

Ancak bugün bu vasfa ne kadar liyâkat gösterebildiğimizi iyi düşünmemiz gerekmektedir. Bu vesîle ile Mevlânâ”yı ne derecede idrâk edebildiğimizi muhâsebe etmeliyiz. Bunun için de onun, gaflet, nefsânî menfaatler ve hodgâmlık illetinden kurtuluş reçetesi olan irşâdlarına gönül vermemiz îcâb eder.

Maalesef günümüzde bazı kişiler tarafından -kasıtlı veya gâfilâne bir sûrette- rûhânî vasfı bertaraf edilmiş ve daha ziyâde nefsâniyete yönlendirilmiş, yanlış bir Mevlânâ ve Mevlevîlik anlayışı sergilenmektedir…

Bu büyük ve derûnî anlayışın temsilinde meselâ bir “ney”, Mesnevî”de insan-ı kâmili temsil ettiği hâlde, bâzı çevrelerde sâdece bir orkestra enstrümanından ibâret görülmekte ve yine Mevlevîlikte büyük bir ehemmiyeti bulunan “semâ âyini” ise folklorik bir raks hâline getirilmeye çalışılmaktadır.

Halbuki Hazret-i Mevlânâ”nın hayâtı, Kur”ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye”ye sadâkatle taçlanmış rûhânî bir hayattan ibârettir. O, Kur”ân-ı Kerîm”in engin ve sâhili olmayan bir hakîkatler deryâsı olduğunu şöyle ifâde eder:

“Kur”ân-ı Kerîm”in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.”

Hazret-i Mevlânâ”nın Kur”ân istikâmetinde bir mü”min olduğunun aksini iddiâ edip onu farklı inanç veya felsefelerin safında göstermek emelinde olanlar da, onun şu muhkem cevâbına muhâtap olurlar:

“Bu can, bu tende olduğu müddetçe Kur”ân”a kulum, köleyim; Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-“in yolunun toprağıyım… Birisi sözlerimden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

Hakîkaten o, insanlığa Kur”ân”ın ulvî istikâmetini gösteren bir mâneviyat ve hidâyet rehberi, hakîkat kılavuzudur. Bunu eserlerindeki kendi ifâdelerinde müşâhede etmek de mümkündür. Nitekim o büyük Hak dostu buyurur ki:

“Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve Allâh”ın sırlarına âgâh olmak isteyenler için bir yoldur. Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifâdır. Hüzünleri giderir, Kur”ân”ı açıkça anlamaya yardım eder, huyları güzelleştirir.”

Hülâsa, Hazret-i Mevlânâ”nın kıyâmete kadar bütün bir beşeriyete yaptığı irşâdın özü;

-Îmânın, gönüllerde bir lezzet hâline gelmesi,

-Kalblerin Kur”ân”ın derûnundan ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-“in rûhâniyetinden hisse alabilmesi,

-Din kardeşliğinin muhabbet, merhamet ve hizmetle seviye bulması, bu hâlin şuuru içinde yaşanması,

-Hâlık”tan ötürü mahlûkâta şefkat ve merhametle dolu bir bakış tarzı ve duygu derinliği kazanılması,

-İnsanın kendi hakîkatini ve üzerindeki ilâhî lutufları idrâk edip kâinat sayfalarındaki sır ve hikmetlerin derûnuna vâkıf olabilmesidir.

Zîrâ Hazret-i Mevlânâ, kendi hayatını hülâsa ederken, zâhirî ilimlerin zirvesindeki hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendisine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.

Yâ Rabbî! Mevlânâ ve emsâli Hak dostları gibi kâinâtı ilâhî muhabbet nazarıyla temâşâ edebilmeyi, onu duygu derinliği, vicdan ürperişleri ve îmânî heyecanlar zâviyesinden seyredebilmeyi, gözlerden akan nedâmet şebnemleri ile gufrân iklîmlerine ulaşmayı, yüz akı ve vicdan huzuruyla Sen”in huzûruna varabilmeyi cümlemize nasîb eyle! Gönül âlemlerimizi, Peygamber vârisi Hak dostlarının feyz, rûhâniyet ve irşadlarıyla âbâd eyle!

Âmîn!..

Dipnot: 1) Nûrettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139.