EY ŞİFA, HASTAYI TERKETME!

A+
A-

“EY ŞİFA, HASTAYI TERKETME!”

Yazımıza Mesnevi’nin birinci defterinde anlatılan bir hadiseyi özetleyerek başlamak istiyorum. (1/324 vd.) Hıristiyanlık tarihi için son derece önemli olan bu hadise, taassubundan dolayı hıristiyanları öldürterek yeni dini ortadan kaldırmak isteyen yahudi padişah ile onun hilekâr vezirinin hikâyesidir.

Bazı eski dinî kaynaklarda da yer alan bu hikâyeye göre Hz. İsa’dan sonra yahudi bir hükümdar, “Ben Musa’nın dininin koruyucusuyum” diyerek yeni dinin pek çok müntesibini öldürtür. Onun düzenbaz bir veziri vardır. Hükümdara der ki, “Onları öldürmenin faydası yoktur; zira sizden korktukları için inançlarını gizlerler. Din, misk yahut öd ağacı değildir ki kokusundan anlaşılsın.” Hükümdar, “Öyleyse hıristiyanlığın yayılmasını durdurmanın ve bu inancı kurutmanın çaresi nedir?” diye sorar. Vezir şöyle bir düzen kurar ve der ki “Padişahım, acı bir hükümle sen benim elimi, kulağımı kestir; burnumu yardır. Sonra beni darağacının altına getirt. O sırada birisi benim için şefaatte bulunsun. Bunun üzerine beni uzak bir şehre sür. Hıristiyanların arasına karışıp diyeyim ki “Ben gizli bir hıristiyandım. Hükümdar bunu anladı ve ondan dolayı canıma kasdetti. İsa için canımı verir, başımı feda ederim; lâkin onun dininin, cahillerin elinde ziyan olacağından korkuyorum. Halbuki Allah bana bu dinin inceliklerini öğrenmeyi nasip etti.”

Hükümdar, onun dediği gibi yapar. Vezir, hıristiyan halkı inandırır ve kendisine öyle bir bağlar ki uğrunda canlarını verecek hâle gelirler. Cahil halk, veziri Hz. İsa’nın halifesi sanır.

Hıristiyanları sevk ve idare eden 12 emir vardır. Her bir topluluk, bir emîre tâbidir. Vezir, her bir emir için bir İncil yazar; fakat bunların hiçbirindeki bilgi ve öğreti diğerlerindekiyle uyuşmaz. Meselâ birinde riyâzeti öğütlüyorsa öbüründe yiğitliği öğütler; birinde insandaki iradeyi methediyorsa, diğerinde kulun âcizliğini ve teslimiyetini över.

Sonra halktan ayrılıp inzivâya çekilir. İnsanlar, ne kadar peşlerine düşüp kendilerini yalnız bırakmamalarını isterlerse de icâbet etmez. Bir zaman sonra emirleri teker teker çağırıp her birine gizlice, “İsa’nın dininde Tanrı’nın vekili ve benim halifem sensin. Öbürleri sana tâbi olacaklar. İsa, hepsini senin takipçin ve yardımcın yaptı. Emirlerden kim sana baş kaldırırsa onu yakala; ya öldür, yahut hapiste tut. Fakat ben sağ oldukça bunu kimseye söyleme; ben ölmedikçe baş olmaya kalkma. İşte bu İncil’i al, İsa’nın hükümlerini halka birer birer anlat.” der. Bu olaydan bir müddet sonra vezir, inzivâdayken kendisini öldürür. Hıristiyanlar büyük üzüntü yaşar, yas tutarlar. Daha sonra vezirin plânladığı gibi olur. Bütün emirler ve halk halifelik davasıyla birbirlerine girerler.

Hz. Mevlâna, bu büyük fitnenin sonucunu ve İncil’deki “Ahmed” ismine saygı gösterenlerin kurtuluşunu şöyle anlatır: “Emîrler birer birer (çıkıp), ardarda keskin kılıçlarını çektiler. Her birinin elinde bir İncil ve kılıç olduğu halde kızgın filler gibi birbirlerine düştüler. Pek çok hıristiyan öldürüldü; kesik başlardan tepe(ler) oluştu. Sağdan soldan sel gibi kanlar aktı; havaya dağlar gibi tozlar yükseldi. (Vezirin) ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet olmuştu. İncil’de Mustafâ (a.s.)’ın, o peygamberler önderinin, safâ denizinin adı vardı. Şekli, şemâili, gazâları, orucu, yiyişi zikredilmişti. Hıristiyanlar o isme, o hitâba geldiklerinde, sevap olsun diye. O güzel vasıfları (anlatan kelimelere) yüz sürer, o mübârek ismi öperlerdi. Bahsettiğimiz hâdise sırasında bu tâife, o fitne ve karışıklıktan emin kaldılar. (Onlar) Ahmed ismine sığındıklarından dolayı vezirin ve emîrlerin şerrinden korunmuşlardı. Onların nesilleri de çoğaldı, Ahmed (a.s.)’in nûru kendilerine yâr ve yardımcı oldu. Hıristiyanlardan bir grup da (vardı ki) Ahmed ismini hor görürlerdi. Onlar ise, görüşü de ilmi de uğursuz olan vezirin fitnesiyle hakir ve kıymetsiz bir hale düştüler. İfadeleri çarpıtılmış, (birbirine zıt hale getirilmiş) tomarlar yüzünden dinleri de fesada uğradı, hükümleri de. Ahmed adı (insanlara) böyle yardım ederse, nûru (onları) nasıl korur? Ahmed adı sağlam bir kale (gibi) olursa, ya Rûhu’l-emin olan o zât nasıl olur? (Bir düşün!)” (1/701 vd.)

Bu hikâyeden de açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Pîr, o gün için müslüman ve gayr-ı müslim halklardan oluşan topluma, kurtuluş için âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan, iki cihan serveri Muhammed Mustafâ’yı en güvenilir sığınak olarak işaret etmektedir. O, eserlerinde âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz’in en çok kurtarıcı, koruyucu ve şefaat edici vasıfları üzerinde durur ve der ki “Ahmed (a.s.)’ın nûru, dünyada ne ateşperest bırakır, ne yahudi. Onun tâlih güneşi herkesi ışıtsın. Yolunu kaybedenleri, çölden (alıp doğru) yola getirir O. Hak yolunda Muhammed Mustafa, ebediyyen rehberlik etsin. O’nun güzel hayâli, gönüllerin meşalesi olsun.” [Divan-ı Kebir, Fur.792; Gölp.VII,307] “Muhammed (a.s.), bu dünyada da şefaatçıdır, o dünya da… Bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere… O’nun nefesiyle iki kapı da açılmıştır. Duası, iki âlemde de kabul olunur. O’na benzer ne gelmiştir, ne de gelecek…” (Mes.6/167 vd.)

Bu noktada eski şairlerimizin ve âşıklarımızın gönülden yakarışlarını zikretmemek, heyecanlarına ortak olmamak, ona olan tazim ve hürmeti hissetmemek mümkün müdür?

Rahmeten li’l-âlemîndir Mustafâ

Hem şefîu’l-müznibîndir Mustafâ

*

Yâ Rasûlallâh şefâat eyle Allâh aşkına

Ben garîbim sen inâyet eyle allâh aşkına

*

Yâ Rasûlallâh yâ hayra’l-beşer müştâkınam

Öyle kim leb-teşneler yanar arar hemvâre su

*

Yâ Habîballah rasûl-i Hâlık-ı yektâ tüyî

Ber-güzîn-i zü’l-celâl-i pâk ü bî-hemtâ tüyî

*

Ey bâd-ı sabâ nâil olursan harameyne

Ta‘zîmimi arzeyle Rasûlü’s-sakaleyne

*

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

*

Kudûmün rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlallâh

Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlallâh

*

Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallâh

Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallâh

*

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâdır bu

Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu

İşte bu büyük sevgi ve saygının bir göstergesi olarak, bütün tarîkat âyinleri salât ü selâm ile başladığı gibi mevlevîler de semâ âyinlerine, asırlardır Peygamber Efendimiz hakkındaki en güzel övgüleri içeren na‘t-ı şerîflerle başlarlar. Asil zevklerini, incelmiş ruhlarını ve zarafetlerini tezâhür ettiren eşsiz bestelerle, O’na olan bağlılıklarını, heybetli ve gür sesleriyle gönülden terennüm ederler.

Son olarak Hz. Mevlâna’nın Peygamber Efendimize duyduğu saygı ve sevgiyi gösteren beyitlerden bir demet arzetmek istiyorum[1]. Mesnevi’nin 4. defterinde, “Yâ eyyühe’l-müzzemmil âyetin’in tefsiri” başlığını taşıyan bölümdeki bu beyitler, kanaatimizce Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm için yazılmış en güzel övgülerdendir ve iki cihan serverine gönülden bir sesleniştir:

“(Allah, Peygamber aleyhi’s-selâma dedi ki) ‘Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık!’

Kilimi başına çekme, yüzünü örtme! Çünkü âlem, şaşkın bir bedendir, sen ise bu âleme akılsın!

Dâvacının ayıbına bakıp kendini gizleme; çünkü senin parıl parıl parlayan vahiy mumun var.

Ey yüce kişi! Geceleyin kalk! Mum geceleri ayakta durur.

Senin nûrun olmadıkça aydın gün bile gecedir. Sana sığınmadıkça, arslan bile tavşan kesilir!

Ey Mustafa! Bu safâ denizinde kaptanlık et! Çünkü sen, ikinci Nuh’sun.

Akıllara bir yol gösterici lâzım. Hele yol, deniz yolu olursa!

Kalk da yolu vurulmuş kervana bak! Her yanda kaptan kesilmiş gulyabânîleri gör!

Sen, vaktin Hızır’ısın; her geminin imdâdına yetişen sensin. İsa (a.s.) gibi yalnız yürümeyi âdet edinme!

Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun. Bunlardan gizlenmeye, yalnızlığa çekilmeye kalkışma!

Halvet zamanı değil, topluluğa gel! Ey peygamber, hidayet, Kaf Dağına benzer, sen ise Ankâsın.

Ey şifa! Hastayı terketme, sağıra kızıp körün sopasını bırakma!

Sen demedin mi ki yolda ‘Körün (elinden) tutup götüren, Allah’tan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer!

Kim bir körü kırk adım götürürse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!’

Öyleyse bu fâni cihandaki körleri katar katar al götür!

Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin… Âhir zamân yasına neşesin sen!” (4/1453 vd.)

Ne mutlu böyle kadri yüce bir Peygamber’e tâbi olma şerefini idrak edenlere!

[1] Bu konuda daha fazla bilgi ve örnek için bkz. Yakup Şafak, “Mesnevi ve Divan-ı Kebir’de Hz. Muhammed (S.A.V.)”, Merhaba Gazetesi, Akademik Sayfalar, C. 7, S. 14, s.208-209 (18.4.2007)

Dr. Yakup Şafak