BEDEVİ İLE FİLOZOF – Şaban Karaköse

A+
A-

BEDEVİ İLE FİLOZOF

(Mesnevî-i Şerif, Cilt 2, beyit nu: 3178-3209)

   Bir bedevi, devesine dolu iki çuval yüklemiş götürüyordu. Kendisi de iki çuvalın ortasına oturmuştu. Birisi yolda onu lafa tuttu. Bedeviye yurdunu sordu, onu konuşturdu. Bu soruşturmayla, güzel sözler söyledi, hoş ifadelerde bulundu. Ondan sonra bedeviye dedi ki; “Bu iki çuvalda ne var? Doğruca söyle!”.

Bedevi, “Birinde buğday var, diğerinde kum, yiyecek bir şey değil!” dedi.

Adam, “Neden kum yükledin?” diye sorunca, Bedevi, “Buğday çuvalı tek kalmasın, kum çuvalı ona denk olsun diye” cevabını verdi.

Adam, “Akıllılık etseydin de buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koysaydın daha iyi olmaz mıydı? Böylece hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü” dedi.

Bedevi bu fikri pek beğenip, “Ey akıllı ve hür fikirli hakîm (filozof)” dedi. “Böyle ince düşünce, böyle güzel görüş sahibi olduğun hâlde, neden böyle çıplak hâldesin, yaya yürüyor, yoruluyorsun?” O iyi kalpli bedevi, filozofa acıdı da onu deveye bindirmek istedi. Tekrar ona dedi ki; “Ey güzel sözlü filozof, birazcık kendi hâlinden bahset. Böyle bir akılla, böyle bir yeterlilikle sen ya vezirsin, ya padişah. Kendini gizleme, doğru söyle!”.

Filozof dedi ki; “İkisi de değilim. Ben halktan biriyim. Hâlime, elbiseme baksana!”.

Bedevi, “Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.

Filozof, “Uzun etme! Ne ona sahibim, ne buna!” cevabını verdi.

Bedevi, “Bari dükkânındaki mal ne, varın yoğun nelerdir, onu söyle!” dedi.

Filozof dedi ki; “Benim ne dükkânım var ne de mekânım”.

Bedevi, “Öyleyse paranı sorayım; ne kadar paran var? Sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlerde bulunuyorsun. Herhâlde dünyadaki bakırları altın hâline getirecek kimya sendedir. Akıllı, bilgili adamların incileri yığın yığındır” dedi.

Filozof, “Ey Arap kavminin iftiharı! Vallahi bütün varım yoğum, bir akşam yemeğinin karşılığı bile değildir. Yalınayak, başıkabak koşup duruyorum. Kim bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince, Bedevi dedi ki; “Yürü, yanımdan uzaklaş! Senin uğursuzluğun benim başıma da çökmesin. O uğursuz hikmetini benden uzaklaştır. Senin sözlerin, zamane halkına uğursuzdur. Ya sen o yana git, ya ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız! Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Çünkü gönlümde azıklı, canım takvalı. Sen de eşkıyalığın, bedbahtlığın azalmasını istiyorsan, çalış çabala da sendeki hikmet, felsefi düşünceler azalsın.”

 

AÇIKLAMA

   1- Allah yolunda ilim önemlidir:

Yüce Allah, Peygamberimizden “Rabbim ilmimi artır” (20/Tâhâ, 114) diye dua etmesini istemiştir. Bu manada Peygamber Efendimiz de; “Allah’a yaklaştıracak bir ilim öğrenmeksizin geçen günde, benim için hayır yoktur.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-ummal, X, 136) sözüyle ilahî emre icabet ettiğini göstermiştir. Aynı hadis, ilmin hedefinin Allah’a yaklaşmak olduğuna da işaret etmektedir.

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (35/Fatır, 28) âyetine göre ilim, kişide Allah’ın emirlerine itaat ve yasaklarından kaçınma hassasiyetini artırır.

   

   2- Kişinin sözü ile ameli, kaali ile hâli birbirine uygun olmalıdır:

Hikayede bedevi, filozofu, bilgisinin ona hiçbir faydası olmadığı konusunda eleştirmektedir.

Kişi, amel edeceği şeyi bilmeli, bildiği/öğrendiği ile de amel etmelidir.

Ameli doğurmayan bilgi faydasızdır. Nitekim Peygamberimiz “faydası olmayan ilimden Allah’a sığınmak” gerektiğini belirtmiştir. (Müslim, Zikr 73; Ebu Davud, Vitr 32)

“Siz kendinizi unutarak diğer insanlara iyiliği/erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz? Hem de ilahî kelamı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” (2/Bakara, 44)

   

   3- Kişi marifetullaha, muhabbetullaha, manevî makamlara, hallere, hâsılı tasavvufî hayata ve hakikatlere dair her ne söylerse söylesin, eğer o kişide, sözünü ettiği gibi bir yaşantı, ibadet, amel ve hâl yoksa ona tâbi olunmaz ve intisap edilmez.

  

   4- Allah’ı bilmek ve O’na yaklaşmak akıl ile değil kalple, felsefe ile değil tasavvufla mümkündür.

Nitekim Hz. Mevlânâ bu hikayeyi açıklarken şöyle demiştir:

“Tabiattan ve hayalden doğan hikmet (felsefi düşünceler), celâl sahibi Allah’ın nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir. Dünya hikmeti (salt akla dayalı felsefe), zannı, şüpheyi artırır. Fakat din hikmeti (vahye dayalı dinî/tasavvufî felsefe) ise insanı göklerin üstüne çıkarır, ötelere yüceltir.”

İbn Sina (ö.1037), Gazzalî (ö.1111) ve Fahreddin Râzî (ö.1209) gibi âlimler, ömürlerinin sonlarına doğru kelam ve felsefe yolundan uzaklaşarak tasavvufa yönelmişlerdir.

Şair Nef’î’nin (ö. 1635),

   Akla mağrur olma Eflâtûn-ı vakt olsan dahî

   Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-i mekteb ol

sözü gereğince Gazzalî (rh), Şeyh Yusuf en-Nessâc ve sonra Şeyh Ebû Ali Fârmedî’ye (ö.1084) intisap etmiş; İbn Sina (rh), Ebu’l-Hasan el-Harakanî (ö.1033) ve Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’dan (ö.1049); Fahreddin Razî (rh) ise Necmeddin-i Kübra’dan (kse) istifade etmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî de (ks) Fahreddin Razî’yi felsefeden tasavvufa davet eden bir mektup yazmıştır.

 

ETİKETLER: