5 Mevlana Kongresi – Açılış Konuşması – Prof. Dr. Halil CİN

A+
A-

MİLLİ MEVLÂN KONGRESİ”Nİ AÇIŞ KONUŞMASI

3 – 4 MAYIS 1991

KONYA

Prof. Dr. Halil CİN

Rektör

UNESCO tarafından Yunus Emre Sevgi Yılı ilan edilen 1991 senesine kadar Mevlânâ üzerinde 5 milli, 2 milletlerarasi kongre, 4 sempozyum düzenlemek imkanını bize bahseden Yüce Allah’a şükrederek V. Milli kongreyi açıyorum. 1992 yılının da Mevlâna Sevgi ve Hoşgörü Yılı olarak kutlanmasi çok muhtemeldir. Birleşmiş Milletler Teşkilatınca çeşitli yılların Türk düşünür ve devlet adamlarının anısına kutlanmasi milletimiz için gerçek bir gurur vesilesidir.

Mevlânâ kongrelerinin amacı, yalnız tarihi ve kültürel nitelikli büyük bir konuyu incelemek değil, 13 asırdan beri yaşayan ve sonsuzluğa akıp giden bütün çağların insanlarını, özellikle Türk- müslüman toplumlarını bütünüyle kucaklayan, etkileyen bir düşünce sistemini anlatmak; mesajları daha anlaşılır hale getirmek; pek çoğu yaşanan hayatın parçası olan insani, ahlaki ve manevi değerleri sürekli canlı tutmaktir.

Ülkeler insanları ile kalkınır, mutlu ve müreffeh olur. Karşılaştığı sıkıntı ve felâketleri insanının azmi, yetenek ve başarısı ile atlatır. Milli, ahlaki ve manevi kültür değerlerine sıkı sıkıya bağlı insanlar, milletinin bir ferdi olmanın kendisine önemli sorumluluklar yükledigi şuuruna sahip olur. Japon ve Alman milletlerinin yarattıklari ekonomik kalkınma mücizesinin temelinde yatan gerçek budur. Her Japon, önce Japonya’nin çıkarları için yaşadığına inanır. Bu şuuru o kadar güçlüdur ki, bu amacına ulasamazsa intihar eder. Japon bu milli bilinçe, Japon milletinin milli, ahlaki, insani değerlerine bağlılıkla ulaşmıştır.

Mevlânâ, evrensel olan İslam dininin ve Türk kültürünün manevi esaslarını, yalnız Türk ve müslümanlar için değil, bütün insanlık için geçerli değerler olarak açıklamaktadır.

Mevlânâ’nın mesajları insan-ı kâmil olmak isteyen insan içindir. Dini, ırkı, dili, rengi farkli herkes için geçerlidir. Mevlânâ’nın her zaman yaşayan düşünce ve mesajları Türk insanına önce iyi insan, iyi vatandaş olma ve Türkiye’ye ve bütün insanlığa yaralı olmayı ilham eder.  Bu bakımdan Mevlânâ, yalnız Türk- İslam dünyasının değil, bütün insanlığın manevi önderi sayılacak bir düşünürdur.

Büyük Türk-İslam mütefekkir ve mutasavvıfı Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, Konya’yı ve onunla birlikte Türk-İslam kültürünü 13. asırda evrenselliğe açmış; bütün insanlığı ve sonsuzluğu kucaklayan, dinamik, hayat dolu, dünyayı yaratılış gayesine göre değerlendiren insani, ahlaki, ilmî, dinî ve felsefî görüş ve düşünceleriyle eşsiz klasikler arasına girmiştir. O’nu anlamayanlar, her zaman ve her yerde insanlara ilaç gibi gelen insani, ahlaki ve manevi öğütlerini de takdir edemezler.

Mevlânâ’da hareket noktası ve amaç insandır. İnsanı, insan-ı kâmil yapacak bütün davranış ve düşünceleri ile Mevlânâ Allah’a ulaşmak ister. Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, Allah aşkını sevgilerin en büyüğü ve kutsalı telakki eder.  O’nda insan sevgisi, ilahi sevginin sonucu ve vazgeçilmez bir şartı olarak görünür. Yaratan’dan ötürü yaratılanı seven Yunus Emre ile Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, aynı kutsal amaçta birleşmektedirler. Bu, Allah sevgisi veya ilahî aşktır. Bütün yaratıklar içinde insan, en şerefli ve en değerli varlık olduğu cihetle, “onu sevmek ve değerini bilmek, Allah’ı sevmek, O’na bağlanmak demektir” düşüncesinden hareket eden Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, din, dil, ırk, renk ve cinsiyet farkı gözetmeksizin insani sevmeyi, Allah’a ulaşmanın ve ilahî aşkı tatmanın vazgeçilmez yollarından biri olarak kabul eder. Zira Allah, bütün alemin, bütün varlıkların yaratıcısıdır. O’nu seven, yarattığı farklı din, dil, renk ve cinsten insanları da sevmek zorundadır.

İnsanlari birbirlerini sevmeye, hoşgörüyle kabul etmeye, haklarına saygı göstermeye sevkeden kurallar, dinî, ahlaki, insani ve hukuki kurallardır. Mevlânâ”ya göre ilahî aşkı tatmayanın, insanı sevmesi, ona hoşgörü, tevazu ve af ile yaklaşması mümkün değildir. Yaratılışından beri çeşitli aşamalarda, toplum halinde yaşayan insanın en büyük sorunu, huzur içinde birlikte birçok müşterek değerleri paylaşarak yaşamak olmuştur. Müşterek insani ve manevi değerleri benimseyen insanların birlikte yaşamaları kolay olmadığı gibi, bunların huzurlu ve güvenli bir toplum oluşturmalari da beklenemez.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, insanın mutluluğunun insan sevgisinden, dolayısıyle ilahî sevgiden geçtiğini vurgulamak ister. İnsana ve Yaratanın eseri olan diğer bütün varlıklara sevgi ile bakabilen insanlar, ahlakın, hoşgörünün, tevazuun, affın ve inancın ışıklı, verimli ve tatlı ürünlerini toplayabilirler. Bunun içindir ki, Mevlânâ düşüncesi teorik, felsefî bir takım varsayımlar olmayıp, gerçekçi, tecrübeye dayanan pragmatik davranış kuralları ve insan-ı kâmil”in hayat tarzıdır. Akıl yolunda gidenler için Mevlânâ’nın söyledikleri birdir. O’nun eğitim ve ahlak anlayışı Yaratanın eseri olan bütün insanları kucaklar. Görüş ve tavsiyelerinin evrenselliği bu özelliğinden kaynaklanir. Başka bir deyimle, bütün insanlığı, geçmiş ve geleceği kucaklar. İnsan, iyi ahlakın, topluma yararlı insan olmanın şuurunda olduğu sürece Mevlânâ’nın görüş ve düşünceleri dinamizmini ve hayatiyetini sürdürecektir. Çünkü bütün gelişmiş toplumların amacı, insani bu ahlaki, insani ve manevi değerlerle yetiştirmektir. O halde Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, bütün insanlık için geçmişte olduğu gibi, gelecekte de büyük ve çok değerli bir ahlakçı, eğitimci, psikoloji ve sosyolojiyi iyi bilen bir düşünür niteliği kazanır.

Bu sebeple Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi’yi anarken, düşüncelerini çağımız insanının ilham kaynağı, 21. asır insanının daha aşırı derecelerde ihtiyaç duyacağı ahlak ve eğitim esasları olarak görmek gerekir.

Dünyanın neresinde olursa olsun ilahî sevgiden, dolayısıyle insan sevgisinden, inanç ve manevi değerlerden mahrum olan yetki sahibi insanların, insana ve insanlığa ne büyük felaketler yaşattığı son Körfez Savaşıyle bir kere daha acı bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Sevgi, merhamet, hoşgörü, adalet ve hürriyet gibi manevi duygu ve değerlerden yoksun olan yöneticiler, kendi toplumlarını ve hatta bütün insanları felakete sürüklerler. Sadece 20. asrın tarihi, bunun çeşitli acı örnekleriyle doludur. Bazı Batılı ülkelerin görünüşte sahip çıktıkları; Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nin da çeşitli karar ve müeyyidelerle korumaya çalıştığı insan hak ve hürriyetleri, evrensel barış, İslam dininin unutulmaya yüz tutan evrensel, insani ve manevi değerlerini 13. asrın şartlarında yorumlayan Mevlânâ ve Yunus’takı ilahî ve beşeri sevginin, engin hoşgörünün ve güzel ahlakın bütün insanlarca benimsenmesi ve yaşanmasıyla mümkün olabilir. Yalnız belli ırk ve dinden olanlar için savunulan insan hakları, bir çifte standart örneği; bir gösteriş, çeşitli çıkarların örtüsü, paravani olur. İnsan sevgisi, hoşgörü ve güzel ahlak, olduğu gibi görünmek veya göründügu gibi olmak, insanların ve toplumların çoğunluğunca benimsenen değerler olduğu zaman, milli ve evrensel barış ve huzur daha kolay gerçekleşecektir. Bunun içindir ki, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi’nin evrensel barışa, sevgiye ve huzura temel teşkil eden ahlak ve eğitim esaslarını anlamak, anlatmak ve yaşamak mümkünse, Mevlânâ”yı gerçekten anlayabilmiş ve ebedileştirmiş oluruz. Bize göre Mevlânâ bu amaçla anılmalı; bütün insanlığın ilham kaynağı bir ahlakçı, eğitimci, psikolog ve sosyolog, düşünür olarak anılmalı ve anlatılmalıdır. Başka bi deyimle, Mevlânâ kongrelerinin pragmatik yanı daha ağır basmalıdır. Bu sebeple konuşmamda O’nun çağımız insanının karşı karşıya olduğu ahlak bunalımına, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, ikiyüzlülük gibi hastalıklarına deva olabilecek görüş ve düşüncelerine ana hatlarıyle temas etmek istiyorum.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi”nin bütün görüşleri İslam dininin aslı kaynağı Kur’an ve hadislere dayanır. O’nda İslamın dışında bir şey aramak boşunadır.

Sevgi ile ilgili olarak Yüce Peygamber’in hadiselerinde ifade edilenler, Mevlânâ tarafından 13. asrın şartları içinde bütün insanlık için tekrarlanmıştır.

“Siz iman etmedikce cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” [1] diyen Yüce Peygamber, insan sevgisini imanın temeli, esası olarak görmüştür. Çünkü Allah’ın en değerli eseri olan insani sevmek Allah’ı sevmektir.

İslâm dini, insanların birbirlerini Allah rızası için sevmelerini ister. Çünkü insan sevgisi, netice itibariyle Allah’a yönelen sevgidir. “Allah için birbirini sevenler için peygamberlerin ve şehitlerin imrenecegi nurdan minberler vardır” [2].  “Benim için birbirini sevenler, benim için oturup konuşanlar, benim için birbirini ziyaret edenler ve benim için iyilik edenlere sevgim vacip oldu.”[3] diyen hadisler, İslamiyetin temelinin insan ve Allah sevgisi olduğunu göstermektedir.

Mevlânâ, İslamiyetin bu insan sevgisini dostlukla birleştirmis ve birbirini sevenlerin dost olmalarını istemiştir. Dostluğu kaderde, tasada, sevinçte ortaklık, iyi ve kötü günü paylaşmak olarak gören Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, dostluğun esaslarından birinin dosta hizmet ve fedakarlık olduğunu belirtir.

“Dostlara zahmet can gibi sevimlidir.

Dostun dosta zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.

Dostluk nişanesi belâdan, afetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir?

Dost altın gibidir. Belâ da ateşe benzer. Halis altın ateş içinde saf bir hale gelir” [4] sözleriyle Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, gerçek dostun, dostu için her türlü fedakarlığa katlanmakla dostluk derecesini yükselteceğini ifade etmektedir.

Sevginin ve dostluğun küçük hatalar ve kötülükler yüzünden sona erdirilmesinin insanların yaygın bir kusuru olduğunu gören Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, “Görmezmisin ki bu dünyada birisiyle dost olursun, sevgili dersin ona; gözünde bir Yusuf kesilmiştir o. Fakat bir kötü iş yüzünden gözünden silinir gider. Onu kaybedersin. Yusufluk kurtluğa dönüverir; önceden Yusuf gördüğünü şimdi kurt görürsün.” [5] derken, insanların birbirlerini tanıyıp değerlendirmelerinde dikkatli ve mutedil olmasını, her insanda bulunan geçici iyi ve kötü huyları bir kenara bırakarak, insanın özüyle değerlendirilmesi gerektiğini vurgular.

İnsanların vefasızlıktan kaçınmasını isteyen Mevlânâ, “Yüzümüzü toprağa tutalım, ondan bittik, geliştik. Neden gönlümüzü vefasızlara verelim.

Beş günlük dostları buldun da eski dostlardan yüz çevirdin” [6] sözleriyle vefa, dostluk ve sevgiyi birbirinden ayrılmayan güzellikler olarak görür.

“Dost yolda arkadaştır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol, sevgiliden ibarettir.

Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma” [7] sözleriyle dostluğun temelinin de sevgi olduğunu, dostluk ve sevgide de ölçüyü aşmamak, haddini bilmek gerektiğini ifade etmektedir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi sevgiyi, insan için bir ilaç, iyi bir hekim gibi görür. “İnsan kuşkular, işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu gidermeye imkan yoktur. Meğer ki aşık olsun. Aşık oldu mu, sevdi mi onda ne kuşku kalır, ne işkil” [8] diyerek, Allah sevgisinin insana yön veren, onu kâmil insan mertebesine çıkaran unsur olduğunu belirtir.

Nitekim sevginin ibadetten de üstün olduğunu vurgulayan şu sözleri İslamiyetin, insan ve Allah sevgisini her şeyin üstünde tutan evrensel bir sevgi dini olduğunu göstermektedir. “Ebu Bekir’in başkalarından üstün oluşu çok namaz kıldığından, oruç tuttuğundan değil; O’na Allah lûtfetmis de o yüzden; o da sevgidir. Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları teraziye koyarlar; fakat sevgiyi getirdiler mi teraziye sığmaz. Demek ki temel sevgidir. Onu iste de çoğalt” [9]

Fıhi Ma Fıh’de yer alan bu nasihatler, İslam dünyasında İslamiyeti çok formel yorumlarla anlayıp kendilerini en üstün derecede dindar sayan ama esasında cehaletin karanlığında yaşayanlar için ne kadar güzel ibret dersleri taşımaktadır.

İnsan ve Allah sevgisi olan insan, başkasında gördüğü ayıbı kendi ayıbı olarak görmelidir. Zira, “Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü, ‘İnanan, İnananın aynasıdır.’ O ayıbı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan incindiğin zaman kendinden inciniyorsun demektir” [10] sözleriyle Mevlânâ, sevginin her şeyi ile insanları yakınlaştıran, ayıplarda bile bütünleştiren manevi bir ilaç olduğunu vurgular.

Sevginin tabii sonucu hoşgörüdür. Bu dünyada insanların en az sahip olduğu şeylerden biri de hoşgörüdür.

Başkalarının kötülüklerine, cefalarına dayanmanın, insanın ahlakını güzelleştireceğini söyleyen Mevlânâ, hasedi, kıskançlığı yenerek kötülere tahammül etmeyi insan için devamlı izlenmesi gereken yol olarak görür. “Gerçekten insanların cefalarına, eziyetlerine dayanmak, kendi pisliğini onlara sürmek gibidir. Senin huyun onların kötülüklerine dayanman yüzünden güzelleşir; iyileşir; onların huylarıysa bu saldırma, bu haddini aşma yüzünden kötülesir. Bunu bildin ya kendini temizlemeye bak. Kızgınlığını, hasedini, kıskançlığını yen, gider kendinden, onların cefasina dayanmak, olmayacak şeylerine tahammül etmek, tadını alıncaya kadar bu dersi ver kendine” [11]

Mevlânâ, insan-ı kâmil olmada tevazuun da kaçınılmaz olduğunu, tevazuu sahibi insan toprak gibi cömert ve verimli olduğunu güzel benzetmelerle açıklar. “Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki, renk renk çiçekler bitiresin. Yıllarca gönüller yırtan, kalplere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol” [12]

Düşünce ile hoşgörü arasında bir köprü kuran Mevlânâ, ifade edilmeyen, dışa vurulmayan düşüncelerden dolayı insanın yargılanamayacağını şöyle ifade eder: “Düşünceler havada uçuşan kuşlara, ormanda gezen ceylanlara benzer. Düşünceler içte kaldıkca adsız-şansızdır. Onlara hüküm yürütemezsin; ne küfür diyebilirsin ne müslümanlık” [13]

Sevginin, hoşgörü ve tevazuun güzel ahlaki oluşturan çok önemli değerler olduğunu belirten Mevlânâ, İslamiyetin esasının güzel ahlâk olduğundan hareketle insanları ahlâklarını güzelleştirmeye davet edici ibret dersleri ve nasihatler verir. “İyilik, güzel ahlak, kötülük kötü ahlâktır”, “Müminlerin iman itibariyle kâmili ahlâkca en güzel olanıdır” diyen hadisler ile güzel ahlâkı, oruç ve namaz gibi ibadete denk tutan İslamiyet, güzel ahlâkı “Güler yüzlülük, iyi işe gayret göstermek ve kimseye eza vermemek” olarak anlar.[14]

Güzel ahlaki tamamlayan çok önemli bir unsur da sabırdır. Hayatımızda en çok kullandığımız deyimlerden biri; ihtiyacımız olan vasıflardan biridir. Sabır konusunda Mevlânâ çok ilginç ve insanı etkileyen benzetmelerde bulunur. “Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, haris olma, bu helvayı yeme. Feraset sahiplerinin iştahları sabradır; onlar sabretmek isterler. Helva ise çocukların istediği şeydir” [15] diyen Mevlânâ, “Amel (hizmet) den daha vefalı bir arkadaş, bir yoldaş yoktur” sözleriyle büyük bir eğitimci ve insanları çok iyi tanıyan bir psikolog gibi davranmaktadır. İnsanları çalışmaya ve bu suretle kötülüklerden uzaklaşmaya çağıran Mevlânâ, “Amelin iyi ise sana ebediyyen dost olur, kötüyse mezarında yılan kesilir” diyerek bilgiyi hizmetin, işin birinci şartı telakki eder, öğrenme konusunda çok mütevazı olmayı söyler. Gerçekten “Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir.”

Şu halde kibir elbisesini bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme konusunda aşağılık bir elbiseye bürün” [16] sözleri bir gerçeğin ifadesidir.

Tembel ve az gelişmiş insanların hastalığı olan dedikoduyu aşağılik bir kusur telakki eden Mevlânâ, “Sabır sıkıntının anahtarıdır”, “Sırrına ermek için gülerek, hoşlanarak onun derdini çek.

Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.

Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar” [17] diyerek kötülüklerden bunalan insanı sabra davet ederek huzurlu bir toplum hayatının doğmasına çabalamaktadır.

Alçak gönüllülukte hiç kimse Hz. Peygamber’i geçememistir. İyiliği Allah için yapmak gerektiğini; bunun karşılığını beklemenin doğru olmadığını söyleyen Mevlânâ, teşekkür ve övmeleri dünya tadı olarak görür; iyiliğin karşılığının tümden Allah’tan gelmesinin daha iyi olacağını vurgular [18].

“Susmak sabırdır. Sabırsa sıkıntının, darlığın anahtarıdır. “Susun da acınmış olun” Susmak cahilin, bilgisizin bilgisizliğine bir örtüdür; bilgineyse süs, insana en güç şey susmaktır; fakat en faydalı şey gene susmaktır. Dilini koru, çünkü o bir canavardır, yer seni” [19] derken, büyük ve çok yararlı bir edep dersi vermekte; yersiz ve lüzumsuz konuşmanın sebep olacağı sıkıntıları dile getirir.

Sevgi, hoşgörü, tevazuu, kısaca güzel ahlâka ulaşmanın önde gelen şartlarından biri “nefsi yenmek”, “iç âleme hâkim olmaktır.” Öfke, kin, ihtiras ve kıskançlık gibi ruhu kirleten nefse hakimiyet ve af ile kurtulunur. “Öfkesini yenenleri insanları affedip bağışlayanları, ihsanda bulunanları Allah sever” düşüncesinden hareketle “Yaratıktan şikayet Yaratandan şikayettir.”

“Sana güdülen düşmanlık, beslenen kin, nefret, ateş gibi gizlidir. Bir kıvılcım gördün mü söndür onu da geldiği yere gitsin, yok olup bitsin. En güzel neyse onunla defet onu” [20] diyerek, insanı kendi nefsi ile barıştırmaya, toplumu sevgi ve hoşgörü platformunda yaşamaya ve bütün insanlığı barışa davet etmektedir.

Mevlânâ’nın insanın önce kendi nefsi ile savaşması, otokritiğini yapması gerektiğini vurgulayan düşüncesi insanlık tarihinin her devrinde, bugün özellikle ve insan var olduğu müddetçe geçerli bir ahlak ve davranış kuralı olup, toplumları yönetenleri doğru karar ve icraata götüren ve evrensel barışın amili olacak insanların yolunu aydınlatan bir ruhbilim ve sosyoloji kuralıdır. “Kişinin önce kendisiyle savaşması, önce kendi huylarını güzelleştirmesi gerek… Bütün öğütleri önce kendine vermek gerek…İnsan kendi kulağını kendi burmak, gecegündüz ne yaptın, elinden ne biçim bir iş çıktı da makbul olmuyorsun, seni kabul etmiyorlar diye kendisiyle savaşmalıdır” [21] sözleri, bütün kusuru başkasında arayan, kolay yolu seçerek kendini eleştirmekten kaçınan iki yüzlü insana ne güzel bir öğüttür.

Güzel ahlakın düşmanı, toplum huzur ve barışını bozan ve her devirde olduğu gibi çağımız insanının da yakasını kurtaramadığı illet iki yüzlülüktür. “Birisi yokken aleyhinde bulunmak zinadan beterdir. Fakat iki müslümanın arasını uzlaştırmak için yalan söylemek helâldir, hatta sevaptır. Peygamber bu çeşit yalan söyleyenler cennete gider buyurmuştur.” diyen Mevlânâ, İslamın gerçek sevgi ve barış dini olduğunu vurguladığı gibi, evrensel bir barış savunucu rolünü de üstlenmiştir.

Her şeyin temeli insandır. İnsanı iyi veya kötü yapan onun nefsi, tabiatıdır. “Senin içinde bir hekim vardır ki, o tabiatındır, senin. Bir şeyi istemez, bir şeyi ister, kabul eder. Şu halde asıl hekim içteki hekimdir. İnsanın tabiatıdır. Bu hekim zayıflarsa, insanın micazı bozulursa, bu yüzden her şeyi ters görür. İnsan da eğri, yanlış hükümler verir, şekere acı der, sirkeye de tatlı” [22].

Mevlânâ’nın bu sözleri, dün ak dediğine bugün kara diyen, dün dost, velinimetim diye övdüklerini, himaye ve lütfuna mazhar olduklarını bugün yerin dibine batıran hasta ruhların teşhis ve tedavisinde ne kadar müessir bir ilaçtır. “İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma.

Hepsinin de gönlü şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek gönül asma!

Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitap eder” [23] sözleri kadar didaktik ve pragmatik öğütlere gençliğimizin ve bütün insanımızın ihtiyacı gerçekten büyüktür.

Mevlânâ’nın Mesnevi’de yer alan bu deyişlerin kaynağı, “İnsanların şerlilerinde birine bir yüzle gelip diğerine başka yüzle gelen iki yüzlüleri bulacaksınız” [24]

“Halk Abdullah b. Ömer”e:

Biz amirlerimizin huzuruna gidiyor, kendilerine onların huzurundan çıktığımızda konuştuğumuzun aksini söylüyoruz, dediler. Abdullah B. Ömer: Biz bu türlü hareketleri, Hz. Peygamber zamanında, nifaktan, iki yüzlülükten sayardık” [25] diyen ve günümüz toplumlarında insanların, yöneticilerin ve birçok bürokratların yaşadığı hastalığa işaret eden hadiselerdir.

Mevlânâ Mesnevi’de insanın ezeli hastalığı iki yüzlülüğü çeşitli anlatımlarla eleştirir.

“Temiz söz hakikatten uzak olan gönüllerde kâr etmez.

Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa, şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar” [26].

Günümüzün müslüman insanı çoğu zaman bir şeyin veya davranışın gerçekliğini teyit etmek için yemini kurtarıcı gibi görür. Halbuki gerçek yemin kişinin haysiyet ve sözüdür. Sözüne güvenilmeyenin yeminine de güvenilmez. Mevlânâ, “Ahdi gevşek, zayıf ve bozuk. . . sözü büyük vefası yok.

And içse bile inanma. Eğri sözlü adam andını bile bozar.

Madem ki yeminsiz sözü yalan. Hilesine, yemine de inanma.

Onun nefsi beydir, aklı esir. Farzet ki yüzbinlerce defa Musaf’a yemin etmiş olsun.

Madem ki yeminini ahdini bozuyor, yemin etse de onu bozar” [27] sözleriyle ruhsal halleri itibariyle klinik vak’a olan insanları teşhir eder. Tabii ki, Mevlânâ hoşgörüsü dolayısıyle bunları kınamaz, sadece acır; insanların acınacak bu halden kurtulmalari için de çareyi söylemek zorundadır. İlmi, ikiyüzlülüklerine alet etmek isteyenlerin daha da tehlikeli olduğunu, “Bazı adamlar havâss ve avâma görünmek için ilim öğrenmek ister, bu alemden halâs olmak için değil.

Böyle adam fareye benzer, her tarafı deler ama vuslat nurlarından gafildir” [28] sözleriyle ifade ederken vefasızları yıkık köprüye benzetir. Çünkü vefasızlık ikiyüzlülüğün bir başka cephesi ve aktif bir görünümüdur.

“Vefasızlara gitme, onlar, iyi dinle, yıkık köprüdür.

Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır” [29].

İnsan-i kâmili özleyenler dünyayı, evrensel barış ve huzur içinde, insan şeref ve haysiyetine, insan hak ve hürriyetlerine yakışır biçimde yaşanacak geçici bir zaman parçası olarak görüp, onu yaratılış amacına uygun yaşamak isteyenler için Mevlânâ, ibret dersleri ve güzellikler hazinesidir. Sevgi, hoşgörü, tevazuu, güzel ahlak, eğitim, edep, terbiye, akıl ve ilim ummanıdır. Bu ummana katılmış coşkun ırmaklardan birisi olan Yunus Emre de

 

“İkilikten geçmedin

Hali halden seçmedin

Dostan yana uçmadın

Fakılık (fakirlik) oldu sana fak (tuzak)

 

Yol odur ki doğru vara

Göz odur ki Hakk’ı göre

Er odur ki alçakta dura

Yüceden bakan göz değil

 

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Ya nice okumaktır

 

Cümle yaradılmışa

Bir göz ile bakmayan

Halka müderris ise

Hakikatte âsidir.”

 

Gibi birçok dizelerinde aynı eğitim ve ahlâk esaslarını Mevlânâ ile birlikte dile getirmekte; her ikisi de insanlığı sevgi ve barışta birleşmeye davet etmektedirler. Bu davete icabet eden toplumlar çoğaldıkça dünya barışı ve insanlığın huzur ve mutluluğu daha sağlam ve sürekli olacaktır.

 

 

 

[1] Riyazussalihin, s. 288.

[2] Hadis, A-e., s.2120.

[3] Kudsi Hadis, A-e., s. 291.

[4] Mesnevi, II,135.

[5]  Mevlânâ, Fihi Ma Fih, s. 32.

[6]  Mesnevi, VI, s.38.

[7]  Mesnevi, VI, s. 127.

[8] Fihi Ma Fih, s. 86.

[9]  Fihi Ma Fih, s.186.

[10] Fihi Ma Fih, s.19.

[11] Fihi Ma Fih, s.70.

[12]  Mesnevi, I, s.187.

[13]  Fihi Ma Fih, s.84.

[14]  Hadis, Riyazussalihin, s.440.

[15]  Mesnevi, I, s.157.

[16]  Mesnevi, V, s.87.

[17]  Mesnevi, VI, s. 171.

[18] Fihi Ma Fih, s.94.

[19] Fihi Ma Fih, s. 222.

[20] Fihi Ma Fih, s. 202.

[21] Fihi Ma Fih, s. 147.

[22]  Fihi Ma Fih, s.41.

[23]  Mesnevi, II, s. 24.

[24] Hadis, Riyazussalihin, s.1206.

[25]  Riyazussalihin, s. 1207.

[26]  Mesnevi, II, s. 30.

[27]  Mesnevi, II, s.198.

[28]  Mesnevi, II, s. 226.

[29]  Mesnevi, II, s.264.