MESNEVÎHÂN BİR Müceddidiyye ŞEYHi: NECCÂR-zâde MUSTAFA RIZA’NIN HAYATI VE Tasavvufî Görüşleri – Halil İbrahim Şimşek

A+
A-

MESNEVÎHÂN BİR Müceddidiyye ŞEYHi:

NECCÂR-zâde MUSTAFA RIZA’NIN HAYATI VE Tasavvufî Görüşleri

Yard. Doç. Dr. Halil İbrahim Şimşek

Gazi Üniv. Çorum İlahiyat Fak.

Abstract

Neccār-zāde Mustafa Rıza’s Life And  Sufi Views

This article examines the life and sufi views of Neccar-zāde Mustafa Rıza (d.1159/1746) who was a shaikh of Mujaddidiyyah Order and a masnawihān in the eighteenth century at the Anatolia.  He initiated to Arap-zāde Muhammed Ilmī who was a disciple of Muhammed Semerkandī who was a Shaikh of Mujaddidiyyah Order in Istanbul. Neccār-zāde Mustafa Rıza was not only a shaikh of Mujaddidiyyah Order but also a sufi poet, author and masnawihān. He wrote a Dīwān that contains about 2250 couplets. He accepted a synthetical approach in his sufi thoughts and practises.  Therefore he put into practice both silent and vocal dhikr that one of them is the  principle of Mujaddidiyyah and the other is the principle of Celvetiyye at his dervish lodge in Beşiktaş. He conciliated between  vahdet-i vujūd and vahdet-i shuhūd although he was a Mujaddidiyyah shaikh. The Masnawī reading tradition that was consisted by him in his lineage is continued by the shaikhs after his death. His lineage is continued by his disciplines until early times of nineenth century.

Keywords: Naqshbandiyyah, Mujaddidiyyah, Neccārzāde Mustafa Riza, Masnawihān, Sufism

Giriş

          İnsanlık tarihinin bir dönemine damgasını vurmuş olan Osmanlı’nın kültürel mirasına ait bilgileri tespit etmek ve değerlendirmek, bugün içinde bulunduğumuz Türk toplumunun sahip olduğu tarihsel değerlerin gün yüzüne çıkarılması bakımından oldukça önemlidir. Tarihî süreçte Osmanlı’nın düşünce ve kültür hayatını şekillendiren olgular arasında tasavvufî hayat ve buna bağlı olarak tasavvufî şiir veya diğer bir değişle tekke şiiri önemli bir yer tutmaktadır.[1] Osmanlı topraklarında yaşayan pek çok sûfî, iç dünyalarını düzenleyen etkenleri şiirleriyle dile getirmeğe çalışmışlardır. Bu tutum, onların yaşadığı derûnî tecrübelerle de örtüşen bir durumdur. Onlar, yaşantılarında tecrübe ettikleri duygularını ve düşüncelerini şiirin gizemli söz dizimlerinde yansıtmaya çalışmışlardır.[2] Hemen her tasavvufî ekole mensup tekke şâiri olmasına rağmen, bunların arasında Nakşbendî şâirlerin çokluğu dikkat çekmektedir.[3]

          Bu makalede, XVIII. (h.XII) Yüzyıl Osmanlı toplumunun tasavvufî düşünce ve edebiyatında seçkin bir yeri olan Neccâr-zâde Mustafa Rıza’nın (10120-1159/1679-1746) ortaya koyduğu tasavvuf anlayışı ve bu düşünceye ilişkin kavramlara bakışı tespit edilip değerlendirilecektir. Neccâr-zâde’nin birden çok tarikatta sülûkünü tamamlayarak icazet almış olması dikkat çekicidir. Onun müellif bir sûfî olmasının yanı sıra, kendi adıyla anılan tekkenin kurucusu ve şeyhi olması, ele alınması gereken bir başka önemli yönüdür. Ayrıca hayatının önemli bir kısmını vahdet-i şühûd öğretisini savunan Müceddidî bir neşveyle geçirmesine karşın, şiirlerinde vahdet-i vücûd anlayışını yoğun bir şekilde işlemesi bakımından da dikkate şayandır. Bu çalışmamızda Neccâr-zâde’nin yukarıda sıraladığımız yönlerini tespit etmekle birlikte onun Nakşbendiyye-Müceddidiyye mensubu olarak Mesnevîhân kimliğine de işaret etmeği düşündük.

          Bilindiği üzere Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî (ö.670/1272) Osmanlı toplumunda kabul gören çeşitli tasavvufî ekollere mensup pek çok sûfî üzerinde etkili olmuştur.[4] Bu bağlamda onun, XVIII. (h.XII) yüzyıl Nakşbendî-Müceddidî sûfîlerinin de ilgisine mazhar olduğu anlaşılmaktadır. Bunun bir tezahürü olarak değerlendirebileceğimiz Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Mesnevîhân Mehmed Memiş Efendi’den (ö.1136/1723) Mesnevî okuyarak icazet alan Neccâr-zâde, tekkesinde Mesnevî okutmuştur.[5] Onun Mevlânâ ve Mevlevîlik’e ilgisi şiirlerine de yansımıştır. Pek çok örneği olan bu tutumuna ilişkin şu iki beyti hatırlatabiliriz:

          Mevlevîhâne fülk-i encümeni dervîşândır

          Ser-tarîki kamer ü şemsi anun Mevlânâ

          Zühre hânende-i âyîn-i kudüm ü neydir

          Müşteri eyledi Sultan Veled devrin edâ[6]

          Yukarıda bahsettiğimiz şekilde Nakşbendî-Müceddidîler arasında Neccâr-zâde ile başlayan Mesnevî okuma geleneği, kendisinden sonraki silsilede yer alan Muhammed Âgâh (ö.1184/1770), Mehmed Emîn-i Bursevî (ö.1228/1813) ve Ali Behçet (ö.1238/1822) gibi Nakşbendî-Müceddidî şeyhleri tarafından devam ettirilmiştir.[7]

          Fakat şurası unutulmamalıdır ki, Müceddidîler tarafından Mevlânâ’ya ve eserlerine gösterilen ilgi sadece Neccâr-zâde’nin silsilesinde yer alan sûfîlerle sınırlı değildir. XVIII. (h.XII) yüzyılın öncü Nakşbendî-Müceddidî sûfîlerinden biri olan Mehmed Emîn-i Tokadî (ö.1158/1745), eserlerinde sık sık Mesnevî’den beyitler iktibas etmiş ve özellikle bir beyti müstakil risale halinde şerh etmiştir.[8] Yine Tokâdî’nin halifesi Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin Efendi (ö.1202/1788), Mesnevî’den bazı beyitleri şerhetmiştir.[9] Diğer önemli bir Nakşbendî-Müceddidî siması olan Muhammed Murâd-ı Buhârî (ö.1132/1720) silsilesinden gelen Kösec Ahmed-i Trabzonî (ö.1191/1777) Mevlevîlik’in âdâb ve usûlüne dair bir risâle yazmıştır.[10] Bütün bu yukarıda sıraladığımız bilgiler, Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışının ve eserlerinin Müceddidîler üzerindeki etkilerini gösteren işaretlerden sadece bir kısmıdır. Bu durumun bile etkileşimin ne derece yoğun olduğunu yansıtmak için yeterli olacağı kanaatindeyiz.

          Şüphesiz geçmişte yaşamış bir sûfî müellifin hayat hikâyesi ve görüşleri üzerinde değerlendirme yapmak oldukça zordur. Böyle bir konuda doğruya en yakın tespiti yapabilmek, ancak ilgili kişinin hayatı hakkında elde edilen bilgilerin ve yaşantısındaki tecrübelerine bağlı olarak ortaya koyduğu görüşlerinin bir arada verilmesiyle mümkündür. Bu makalemizde, Neccâr-zâde’yi daha iyi tanımak ve tanıtmak için onun hayatı ve görüşlerini bir bütünlük içinde sunmayı amaçladık.

Hayatı

          Neccâr-zâde Mustafa Rıza b. İbrahim,[11] 10120/1679’da şu anda Giresun’a bağlı bir ilçe olan Şebinkarahisar ilçesinde doğmuştur.[12] Aynı yıl içinde ailesi İstanbul’a göçerek Üsküdar’da yerleşmiştir.[13] Bazı kaynaklarda Rıza Efendi’nin İstanbul’da doğduğuna dair rivayetler de yer almaktadır.[14] Neccâr-zâde lakabının kaynağı hakkında kabul edilen görüş, babasının sefer esnasında köprülerin inşa edilmesi esnasında usta olarak kolaylıklar sağlayan metotlar uygulaması sebebiyle kendisine “neccâr” lakabı verilmesine dayanır. Mustafa Rıza Efendi’ye Neccâr-zâde denmesi de babasının bu lakabından mütevellit bir kullanım olmalıdır.[15] Neccâr-zâde’nin hayatıyla alakalı farklılık arzeden verileri kullanırken, genellikle müritlerinden Ömer Nüzhet Efendi’nin kaleme aldığı Menkıbetü’l-evliyâiyye fî ahvâli’-Rızâiyye adlı eserde yer alan bilgileri esas aldık. Bu eserden öğrendiğimize göre, babası İbrahim Efendi, Mustafa Rıza’nın doğduğu 10120/1679’da vefat etmiştir.[16] Buradan da anlıyoruz ki, Neccâr-zâde daha küçük yaşında iken yetim kalmış ve onun yetiştirilmesi annesine kalmıştır.

           Mustafa Rıza Efendi ilk eğitim ve öğretimini, annesinin girişimleriyle ikamet ettiği Üsküdar’da çeşitli hocalardan yapmıştır.[17] Bir yandan eğitimini sürdürürken, diğer yandan bazı kişilerin annesine tavsiyesi üzerine ailesinin geçimine katkıda bulunmak için hat dersleri de almıştır.[18] Neccar-zâde yukarıda bahsedildiği şekilde başladığı ilk eğitim faaliyetlerinin ardından kendisini daha da geliştirmek ve farklı hocalardan ders okumak için Beşiktaş’a yerleşmiştir.[19] Henüz on yedi yaşlarında iken Beşiktaş’taki Sinan Paşa Medresesi’nde bir yandan ilim tahsilini ileri düzeyde devam ettirmiş, diğer yandan oradaki bazı talebelere icazet aldığı çeşitli disiplinlerden dersler okutmuştur.[20]

          Bu zaman zarfında, kendisiyle yakın diyalogu olan Aziz Mahmud Hüdâî Âsitanesi şeyhi Yakub Afvî’nin (ö.1149/1736) tavsiyesi ile onun babası Odabaşı şeyhi Mustafa Fenâyî’nin (ö.1115/1704) derslerine ve sohbetlerine devam ederek Celvetiyye tarikatına intisap etmiştir.[21] Böyle bir vesileyle tasavvufî eğitimine başlayan Neccâr-zâde,  Mustafa Efendi’nin gözetiminde Celvetî âdâbına uygun olarak sülûkünü tamamlayıp bu tarikatta halifelik makamına kadar yükselmiş ve icazet almıştır.[22]

          Neccar-zâde, Beşiktaş’taki medresede okuduğu bu dönemde zahirî ilimlerin tahsiliyle yetinmemiş, Beşiktaş Mevlevihânesi şeyhi Mesnevîhân Mehmed Memiş Efendi’den (ö.1136/1723) Mesnevî okumuş ve icazet almıştır.[23] Burada o günün Anadolu tasavvuf kültüründe Mesnevî ve dolayısıyla onun yazarı Mevlânâ’nın etkisini bir kere daha anlamış bulunmaktayız. Bu bağlamda medresede eğitim-öğretim yapanlar arasında Mesnevî okuyup icazet alma geleneğinin, alet ilimlerinin bir tamamlayıcı unsuru şeklinde algılandığını söylemek mümkündür. Özellikle tasavvufî terbiyeye yönelenler de ise bu durum yerine getirilmesi gereken bir vazife olarak kabul edilmiştir.

          Daha ilk gençlik yaşlarındayken annesinin teşvikiyle aldığı hat/yazı eğitimini geliştiren Neccâr-zâde, bütün bu manevî eğitim ve ilmî tahsil gayretlerinden arta kalan zamanlarında geçimini temin etmek için kitap istinsah etmekle de uğraşmıştır.[24] Gençlik dönemini eğitim ve öğretim faaliyetleriyle geçiren Rıza Efendi, Telhîsî Abdullah Ağa’nın yanında imamlık görevini de icra etmiştir. Bu görevi dolayısıyla, o sırada cereyan eden Osmanlı-Rus muharebesine katılmıştır.[25] Savaş bitiminde kendisine ilham olunan bazı işaretler üzerine çeşitli yerleri ziyaret etmek için Edirne’ye gitmiştir.[26] Edirne’de bulunduğu zaman zarfında da manevî gayretlerini devam ettirmiş ve bir vesileyle tanışma fırsatı bulduğu Arap-zâde Muhammed ‘İlmî[27]  (ö.1130/1718) vasıtasıyla Müceddidiyye’ye intisap etmiştir.[28] Nakşbendî-Müceddidî sülûküne uygun olarak zikir telkiniyle tasavvufî eğitimine başlayan Naccâr-zâde,13 Şevval 1123/21 Kasım 1711’de Arap-zâde’den sülûkunu tamamlayarak tarikatta hilafet icazeti almıştır.[29]Arap-zâde Muhammed ‘İlmî, Neccâr-zâde’nin bundan sonraki hayatında yoğun bir şekilde etkili olmuştur. Bu anlamda Neccar-zâde, Dîvân’ında şeyhini öven şu tahmislere yer vermiştir:

          Heme evliyânın gül ü dilpesendi

          Gülistân-ı aşkın nihâl-i  bülendi

          Serîr-i safânın şeh ercümendi

          Zehî hâce-i zümre-i Nakşbendi

          Arap-zâde ‘İlmî Muhammed Efendi

          Sipihr-i sa‘âdetde mihr-i münîrim

          Zemîn-i kerâmette nûr-i zamîrim

          Tarîk-i Rızâ’da benim dest-gîrim

          Azîzim efendim hakîkatli pîrim

          Arap-zâde ‘İlmî Muhammed Efendi[30]

          Bir kısmı buraya aktarılan şiirindeki ifadelere, bu meşrepteki diğer bazı tasavvufî gayretlerine ve kendisinden tasavvufî eğitim alanlara Nakşbendiyye icazeti vermesine bakılırsa, Arap-zâde İlmî Efendi’ye intisabından sonra Nakşbendî-Müceddidî geleneğinde meşhur olduğu anlaşılmaktadır.

          Neccâr-zâde, 1124/1712’de Edirne’den İstanbul’a dönmüş ve bir müddet sonra Beşiktaş’ta kendi adına tanzim ettirdiği Sinan Paşa Tekkesi/Neccar-zâde Tekkesi’nde[31] postnişîn olmuştur.[32] Burada hem Nakşî-Müceddidî âdâbına uygun olarak Hatm-ı Hâcegân, hem de Celvetî usulüne göre cehrî zikir icra edilmiştir.[33]

          Neccar-zâde Mustafa Rıza, 1153/1740’ta hacca gitmeye niyet etmiştir.[34] İstanbul’dan gemiyle çıktığı deniz yolculuğu sonunda İskenderiye’ye ulaşmış ve oradan dönemin kültür merkezlerinden biri olan Bulak’a geçmiştir. Buradan da ilim tahsili için seyahat edenlerin uğrak merkezlerinden biri olarak kabul edilen Mısır’a ulaşmıştır.[35] Bu yolculukta kendisine oğlu Muhammed Sıddîk Efendi de (ö.1208/1794) eşlik etmiştir. Mısır’da vali olan Hekimbaşı-zâde Ali Paşa tarafından bir konakta misafir edilmiş ve iltifata mazhar olmuştur.[36] Süveyş kanalından yine gemiyle Cidde’ye varmış ve oradan Hicaz bölgesine intikal etmiştir. Mekke’de bulunduğu sırada, tam Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (ö.638/1240) Futûhât-ı Mekkiyye’yi yazması için kendisine ilham geldiği belirtilen yerde[37] Dîvân’ın Zuhurât-ı Mekkiyye bölümünü yazmıştır.[38] Daha sonra Medine’ye geçmiştir. Ravza-i Mutahhara’yı ziyareti esnasında “es-selamü aleyke yâ Rasulallah” diyerek verdiği selamına gaibden mukabele edildiği rivayet edilmiştir.[39]

          Hac farizasını îfâ ettikten sonra dönüş için Şam’a geçmiştir. Orada İbnü’l-Arabî’nin kabrini ve Yahya (s) makamını ziyaret etmiştir.[40] Bu sırada İbnü’l-Arabî ile kendi şeyhi Arap-zâde Muhammed İlmî Efendi arasında benzetme yaptığı şu Arapça şiirini yazmıştır:

Arap-zâde Şeyh Muhammed bize geldiğinde

İbnü’l Arabî Şeyh Muhammed gibi geldi

اذا جاء لنا  ابن عرب شيخ محمد

قد جاء كما ابن عرب شيخ محمد

İbnü’l-Arabî eriştiği şerefi  bize miras bırakmıştır

Ondaki şey (şeref) Arap-zâde Şeyh Muhammed’e geçmiştir.

ابن العربى اورثنا ما نال بمجد

ما فيه الى ابن عرب شيخ محمد

İsim fiille birebir örtüştüğü zaman

O ikisiyle Arap-zâde Şeyh Muhammed kastedilir

الاسم اذا سار الى الفعل بحرف

يدعى بهما ابن عرب شيخ محمد

Kimde sayesinde yüceliğe erdiğin izzet bulunursa

Ne mutlu sana ey İbnü’l-Arabî Şeyh Muhammed

من كان له العز به كنت سميا

طوبالك يا ابن عرب شيخ محمد

Allah rızası için senin himmetinden bir şey istiyorum

Ey şeyhlerin mesnedi İbnü’l-Arabî Şeyh Muhammed

من جودك قد اطلب لله بشئ

شيخا سندا ابن عرب شيخ محمد

Kalpten ruha sevgiyle bir yol vardır

Ey Rıza’nın ruhu Arap-zâde Şeyh Muhammed

بالحب من القلب الى الروح سبيل

يا روح رضا ابن عرب شيخ محمد[41]

          Daha sonra Şam’dan Anadolu’ya ulaşarak Konya’ya gitmiştir. Konya’da Mevlana türbesini, Akşehir’de Nasreddin Hoca türbesini[42] ve sonra da Seyyid Battalgazi türbesini ziyaret etmiştir.[43] Buradan İznik’e geçmiş ve orada Kadiriyye şeyhi Eşrefoğlu Abdullah-ı Rûmî’nin (ö.874/1469) kabrini ziyaret etmiş ve sonra İstanbul’a dönmüştür.[44]

          Naccâr-zâde’nin kardeşleri, evlilik hayatı ve çocuklarının durumu ile alakalı yeterli bilgiler kaydedilmemiştir. Sadece iki oğlu hakkında bilgiler bize kadar ulaşmıştır. Bunlardan biri, kendisi hayatta iken 1152/1739’da vefat eden Ali Efendi ve diğeri kendisinden sonra postnişîn olan Muhammed Sıddîk Efendi’dir (ö.1208/1794).

          Neccâr-zâde Rıza Efendi, 1157/1744’de İstanbul’da tekkesinde vazifesini icra ederken hastalanmıştır. İki yıl süren hastalık döneminin ardından 15 Muharrem 1159/7 Şubat 1746’da Üsküdar’da dinlenmek üzere misafir edildiği müritlerinden birinin evinde iken hastalığı ağırlaşmış ve orada vefat etmiştir.[45] Cenazesi, Beşiktaş’taki tekkesinin haziresine defnedilmiştir. Kabri, bugün Sinan Paşa Camii’nin hemen yanında türbe şeklinde muhafaza edilmektedir.

Tesirleri

          Mustafa Rıza Efendi’nin pek çok halifesi olduğu rivayet edilmekle birlikte, bunların kimler olduğu hususunda bilgilerimiz oldukça sınırlıdır.[46] Kendisinden sonra tekke şeyhliğine oğlu Muhammed Sıddîk Efendi tayin edilmiştir.[47]  Muhammed Sıddık Efendi, 1208/1794’de vefat etmiş ve Beşiktaş Yahya Efendi Dergâhı haziresine defnedilmiştir.[48] Sıddık Efendi’den sonra oğlu Mustafa Rızaüddin tekke şeyhliği görevini üstlenmiştir.[49] Neccâr-zâde’nin bir diğer halifesi de sülûkünü 1176/1762’de tamamlayan Tazıcıbaşı Muhammed Âgâh’dır. Agâh Efendi, 1184/1770’te vefat etmiş ve Galata Mevlevîhânesi’nin hazîresine defnedilmiştir.[50] Bu silsile Âgâh Efendi’den sonra Ali Behçet Efendi ve Mehmed Emin Kerkukî vasıtasıyla XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Ayrıca bu çalışmanın temel kaynaklarından biri olan Menkıbetü’l-evliyâiyye’nin yazarı olan Ömer Nüzhet Efendi,[51] İshak Efendi (ö.1166/1752) ve Attar Mustafa Efendi de Neccâr-zâde’nin halifelerindendir.[52]

Eserleri

  1. Dîvân: Eserin yazılmasına 1114/1703 yılında başlanmış, ve 1151/1738 senesinde yaklaşık 2250 beyti tamamlanmıştır. 1153/1741’te ise Zuhûrât-ı Mekkiyye kısmını yazmıştır.[53] Eser esas itibariyle dört bölümden oluşmaktadır. Eserin bölümleri sırasıyla; Tuhfetü’l-irşâdVâridât-ı GaybiyyeZuhûrât-ı Mekkiyye ve Hâtimetü’l-vâridât’tır. Ancak, matbu‘ nüshada yer alan Hüve’l-Mu‘înHacnâme ve diğer bazı şiirleri, eseri yayıma hazırlayan Muhammed Said Efendi tarafından Neccar-zâde’nin çeşitli yerlerde kaydedilmiş mecmualardan kaynak belirtilmeden iktibas edilerek Dîvân’a eklenmiştir. Bu eser, 1262/1846’da Matba‘a-i ‘Amire’de (264s.) basılmıştır. Eser, na’t, tevhîd ve münâcat tarzında aruz vezniyle yazılmış şiirlerden müteşekkildir. Şiirlerde, pek çok tasavvufî meseleye de değinilmiştir. Bu meseleler arasında tasavvuf düşüncesinin en karmaşık konularından varlık ve tevhîd, fenâ ve bekâ, tarikat ve hakikat vb. pek çok mesele yer almaktadır.
  2. er-Risâle fî beyâni’l-i’tikad ve’l-amel ve’l-ahlâk: İtikad, amel ve ahlaka ilişkin küçük çaplı bir eserdir.[54] Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci kısım iman ve çeşitleri hakkındadır. [55] İkinci kısımda şer‘î hükümler ve delilleri konusu ele alınmıştır.[56] Üçüncü kısımda ise bazı ahlakî davranışlar işlenmiştir.[57]
  3. Terceme-i Muhtasaru’l-velâye: Neccâr-zâde’nin kendisinden icazet aldığı Arap-zâde Muhammed ‘İlmî Edirnevî’nin şeyhi olan Muhammed-i Semerkandî’ye (ö.1116/1704) ait Muhtasaru’l-velâye adlı manzum Farsça eserin,[58] Neccâr-zâde tarafından nesir halinde akıcı bir üslupla yapılmış tercümesidir. Eserde, Nakşbendiyye-Müceddidiyye adabına ilişkin bazı meseleler ve diğer bazı tasavvufî konular ele alınmıştır. Mütercimin içerik açısından esere katkı yapıp yapmadığı açık bir şekilde belirtilmemiştir. Aslını elde edemediğimiz için bir karşılaştırma yapma imkânı bulamadık. Bu tercüme eser, 1273/1856 yılında İstanbul-Matba‘a-i ‘Amire’de (ss. 1-63 arasında) basılmıştır.

          Hediyyetü’l-‘ârifîn’de Neccâr-zâde’ye Tuhfetü’l-mülûk fî ma‘rifeti mine’s-saffi fî’s-sülûk ve Nesâihu’l-cendiyye fî tarîkati’n-nakşbendiyye adlarıyla iki eser daha atfedilmiştir.[59] Fakat yaptığımız araştırma neticesinde Neccâr-zâde’ye ait bu isimlerde herhangi bir esere rastlayamadık.

Tasavvufî Görüşleri

          Neccâr-zâde Rıza Efendi, eğitim-öğretim faaliyetlerine ağırlık verdiğinden olsa gerek, az sayıda eser yazmıştır. Fakat yukarıda kısmen değinildiği üzere, Dîvân’ında yer alan şiirlerinde pek çok esere sığabilecek dinî-tasavvufî konuları veciz ifade ve ibarelerle anlatmıştır. Sayfalar dolusu yazılarla anlatılabilecek meseleleri şiire dökerek mısralarına sığdırmıştır. Burada şâir ve sûfî arasındaki ruh hali benzerliğinin de etkisi olduğu söylenebilir. Çünkü hem sûfî, hem de şâir iç duygularını kaleme almaktadır. Tabii olarak bu durum beraberinde ifade güçlüğünü meydana getirmektedir.

Şerî‘at-Tarîkat

          Şerî‘at ve tarîkat bütünlüğü öteden beri tasavvuf çevrelerinde vurgulanan bir konudur. Tasavvuf döneminin meşhur sûfîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/1209) “Kur’an ezberlemeyen ve hadis yazmayan kimselere tasavvuf yolunda tabi olunmaz. Çünkü bizim ilmimiz Kitap ve Sünnet’le sınırlıdır.”[60] sözüyle bu olguyu sûfînin kendisini muhasebe edebileceği bir sorumluluk sınırı olarak tanımlamıştır. Müceddidiyye’nin pîri İmâm-ı Rabbânî ise şeri‘atı, “kendisine uymak durumunda olan kişiye, gereken hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan bu ve öteki dünyadaki bütün iyi şeyleri kapsar.”[61] ifadesiyle tanımlayarak onu “İslam/din” teriminin anlamıyla özdeşleştirme yapmıştır. Bu doğrultuda, İslâm tarihinde İslâm/din ile şerî‘at arasında genellikle birebir ilişki kurulmuş ve bu iki terimden her biri diğerinin yerine kullanılmıştır.[62]

          Neccâr-zâde, Dîvân’ın pek çok yerinde benimsediği tasavvufî yolun nebevî çizgide olduğunu vurgulamaktadır.[63] Ona göre sûfîlerin yapıp-ettiği her şey dinî hayatın birinci kaynağı Kur’an’a ve onun yaşantıya yansıyan şekli olan Hz. Peygamber’in (s) sünnetine dayanmalıdır. Tasavvufî alanda bu esasa dayanmayan metot ve vasıtaların geçerli olmadığını kesin bir şekilde vurgulamaktadır. Takip ettiği yolun söz konusu bu iki esasa dayalı olduğunu şu mısralarda ifade etmektedir:

          Şerî‘atsız tarîkat bir binâdır pây-dâr olmaz

          Hakîkat ma‘rifetsiz bir binâdır kim fenâ buldum[64]

          Buldu emân dest-i inâbetle eyleyen

          Dâmân-ı şer‘-i Ahmed-i Muhtârı ittihâz[65]

          Bilindiği üzere Nakşbendiyye-Müceddidiyye ekolünün temel sülûk esaslarından biri de sünnete uymaktır. Bu durum, Müceddidiyye çizgisindeki eserlerde genellikle kendi ekollerini/tarikatlarını diğerlerinden üstün kılan bir özellik olarak takdim edilmektedir. Mesela, Neccâr-zâde’nin silsilesinde kendisinden önceki ikinci şeyh olan Muhammed-i Semerkandî, kendi manevî ekollerinin üstünlüğüne vurgu yapanlara bir örnektir. Ona göre Nakşbendiyye-Müceddidiyye yolu urve-i vüska/sağlam kulpdur. Yani Hz. Muhammed’e (s) uymak için, sahabîlerin izinden gitmektir. Çünkü bu temeli belirleyenlere göre, insibâğ/boyanma[66] ve istihlâk/yok etme[67] metoduyla Hz. Peygamber’in (s) dinî yaşantısı silsiledeki şeyhler vasıtasıyla nesilden nesile aktarılmaktadır. Ona göre az ve fakat devamlı amelle çok fetih kazanma bu yüce yolun en belirgin özelliğidir.[68] Neccar-zâde bazı mısralarında sünnetin örnekliğine işaret ederek, onun düsturlarının kendisi için hayatını tanzim ettiği kesin delil olduğunu ifade etmektedir:

          Şer‘-i pâkindir delîl-i katı‘a gümrehlere

          Mukteza-yı sünnetin her işde bürhândır bana[69]

          Yine bir başka beytinde Hz. Peygamber’in uygulamalarının kendisi için sağlam bir bağ/ip olduğunu vurgulamaktadır.

          Şer‘-i pâk-i nebevî habl-i metîn oldu bana

          Sünnet-i Mustafavî nûr-i yakîn oldu bana[70]

          Neccâr-zâde, kendi tekkesinin Hz. Peygamber (s) ve dört raşid halifenin yolunu takip ettiğini, yani adeta bir ocak olduğunu belirtmektedir. Böylece, temsilcisi olduğu tarikatin ve buna bağlı olarak da şeyh olarak bulunduğu tekkenin dinen meşru bir zeminde hareket ettiğini belirtmektedir. Aynı zamanda dört halifenin isimlerini zikrederek onları zühd anlayışının öncüleri olarak kabul ettiğini ve bu hususta  örnek aldığını vurgulamaktadır.

          Ebû Bekr ü Ömer Osmân Alî’dir çâr erkânı

          Tarîk-i Mustafâ’dır hân-gâh-ı İbn Neccâr’ın[71]

Mürîd-Mürşid İlişkisi

          Neccâr-zâde’ye göre kâmil şeyhler insan-ı kâmillerin en yücesi olan Hz. Peygamber’in (s) manevî varisleridir Onların sözleri, hakkın ifade edilmesinin bir tezahürü olarak kabul edilmelidir. Bir beytinde şöyle der:

          Meşâyih vâris-i gencine-i ilm-i risâletdir

          Kamu intâk-ı hakdır sözleri isbât-ı vâcibdir[72]

          Bununla birlikte bir kişinin kâmil şeyh olarak kabul edilmesi için, sünnete ve namaza yönelen, ayrıca tarikatın sırlarını bilen akıllı bir kişi olması gerekmektedir. Ancak bu kâmil özelliklere sahip ve kemâle erdirme kabiliyeti olan şeyhe intisap edilebilir. Neccâr-zâde’ye göre, böyle bir şeyh varken hevasına uyanlar cahil ve batıl bir yol tutarlar. Bu durumu şu mısralarda ifade etmektedir:

          Salât ü sünnete râğıb tarîkat sırrına vâkıf

          Tamâmü’l-‘akl bir pîrin elin tutmak münâsipdir

          Tehâvün eyleyen yâ bâtıl yâ câhildir yâ âtıldır

          Bu yüzden yolda kalmak tâlibe mahz-ı mesâ‘ibdir[73]

          Mürîd, intisap ettiği mürşidinin emirlerine uyduğu müddetçe manevî seyrinde mesafe katedebilir ve mertebeleri birer birer aşarak kemâle erişebilir. Sûfîler arasında yaygın bir şekilde kullanılan “mürîd gassâlın önündeki ölü gibi olmalıdır” ifadesini, mürşid-mürîd ilişkisine bakışını da yansıtacak şekilde şu mısralarda özetlemektedir.

          Mürşid-i kâmil mürîd-i sâdıkın sultânıdır

          Her ne buyrursa ona fermân anun fermânıdır[74]

          Neccâr-zâde bazı sûfîlerin cahil olmalarına işaret ederek, bu durumu eleştiri konusu yapmıştır. Bu eleştirilerini dile getirmekten de çekinmemiştir.

          Nice câhil olur sûfî nice sûfi olur câhil

          Mübâyindir kelâmın zâhidâ sende hata buldum[75]

Kelimât-ı Kudsiyye

          Nakşbendiyye’de kelimât-ı kudsiyye veya kelimât-ı Nakşbendiyye de denilen bu on bir prensip, esasen tasavvufî terbiye ve eğitim anlayışının genel özetini oluşturmaktadır. İlk sekizi Abdulhalık-i Gucdevânî (ö. 575/1179) ve son üçü Bahâüddin Nakşbend (ö.791/1389) tarafından ortaya konulan bu kavramlar şunlardır: Hûş-der-dem, nazar-ber-kadem, sefer-der-vatan, halvet-der-encümen, bâz-geşt, yâd-kerd, yâd-dâşt, nigâh-dâşt, vukûf-i adedî, vukûf-i zamânî ve vukûf-i kalbî. Bu kelimelere şiirlerinde yer veren Neccâr-zâde görüşlerini şu beyitlerde yansıtmıştır.

          Bûstân-ı hûş-der-dem[76] içredir nâlişleri

          Bülbül-i bâğ-ı Rıza’dır sâlikân-ı Nakşbend[77]

          Hûş-der-dem âleminde oldu cây-i bî-bedel

          Sünbülistân-ı cenândır âşıka genc-i ferâğ[78]

          Etmesün derbend gafletten seyahat-der-vatan[79]

          Mîhmân-ı tekyegâh-ı hûş-der-dem olmayan[80]

          Sâbit ol sadr-ı inâbetde efendim dâim

          Hûş-der-demle nazar ber kadem et şeyhâne

          Eyle gelgeşt-i sefer-der-vatan-ı ehl-i safâ

          Halvet-i kalbi kıl encümen-i pîrâne[81]

          Seyâhat-der-vatan eyle bu atvâr-ı kuyûd içre

          Vücûd-i mutlakı seyreyle mir’ât-ı şühûd içre[82]

          Her lahza hûş-der-dem edip bâz-geşt eder

          Meydân-ı dilde rûz-i şebân Şâh-ı Nakşbend

          Şehrâh-ı meskenetde nazar-ber-kadem[83] yürür

          Yektâ süvâr-ı kişver-i cân Şâh-ı Nakşbend

          Halvet-der-encümende[84] sefer-der-vatan eder

          Vâlâ cenâb-ı kevn u mekân Şâh-ı Nakşbend

          Hemvâre yâd-kerd[85] [u] hemîşe nigâh-dâşt[86]

          Eyler bu yolda devr-i revân Şâh-ı Nakşbend

          Add-i vukûf[87] u râbıta-i yâd-dâştdır[88]

          Reftâr-ı râh-ı nûr-i cenân Şâh-ı Nakşbend

          On bir tarîk üzredir atvâr-ı sâlikân

          Budur tarîk-i Hâce Gelân Şâh-ı Nakşbend[89]

          Neccâr-zâde’nin şiirlerinde Nakşbendiyye adabını yansıtan mısraların yanısıra, vahdet-i vücûd, fenâ ve bekâ gibi tasavvufî düşüncenin temel meselelerine de bazı telmihler de mevcuttur.

Fenâ ve Bekâ

          Tasavvuf ıstılahında “benlik”ten kurtulmaya fenâ denir. Benlikten kurtulmak ise kişinin nefsini görmekten fanî olması, ya da kurtulmasıdır.[120] Fenâ makamına ermedikçe “benlik”ten uzaklaşmak zordur. Çünkü, insandan çıkan her günah, “benlik” duygusundan kaynaklanır. Fenâya ermek, perdelerin kalkıp, gözün görmeğe başladığı bir tür ölüm halidir.[91] Kur’an’da bu durum şöyle açıklanmıştır: “Sen bundan gaflet içindeydin. Biz senden perdeyi kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir, der.”[92] Bu şekilde fenâyı, manevî makam ve hallerin en üst mertebesi olarak kabul eden ilk sûfî Ebû Yezîd el-Bistâmî’dir (ö.234/848).[93] Fenâ konusunda ortaya koyduğu önemli görüşleriyle bilinen Cüneyd-i Bağdadî, bu kavramı Allah’a varışın yolunu, usulünü ve bu hedefe ulaşmak için atılacak başarılı adımları gösteren bir rehber olarak tasvir eder. Böylece Cüneyd, ilahî varlığına kavuşmak isteyen muvahhidin, beşerî varlığından kurtulmak zorunda olduğunu ifade eder. Çünkü insan, ancak bu takdirde ilk varlığını idrak edebilir.[94]

          Neccâr-zâde’ye göre, manevî alanda hedefe ulaşmak ve hakîkati elde etmek için yukarıda ifade edildiği üzere Allah’la kulu arasında perde olan “benlik”ten kurtulmak gerekir. Çünkü gerçek fenâ haline ulaşmak ancak “benlik” duygusunu yok etmekle mümkün olur.[95] Müellifimiz bunu şöyle vurgulamaktadır.

          İskât-ı izâfât edemez ehl-i kuyûd

          Tâ etmeyecek nefsle isbât-ı vücûd[96]

          Rızâ benlik vücûdun aşk meydânında mahv etdi

          Ne varlıkdan eser kaldı ne yoklukdan haber peydâ[97]

          İnsana manevî seyrinde ayakbağı olan “benlik”ten kurtulmak için mâsivâ/Allah’tan uzaklaştıran şeyleri talep etme anlayışı terkedilmelidir. Böyle yapılmazsa huzura ulaşılamaz.

          Râh-ı talebde eylemedin nefy-i mâsivâ

          Olmaz huzûr-i yârda isbât-ı müdde‘â[98]

          Terk-i matlabdır gürûh-i ehl-i aşkın matlabı

          Muttahiddir ârife bûd ü nebûd-ı mâsivâ[99]

          Fenâ hali amaç değil, belki hakikate ulaşma yolunda bir araçtır. Şurası unutulmamalıdır ki yalnız fenâ ile değil, birbirini tamamlayan iki ayrı makam olan fenâ ve bekânın bütünleştirilmesiyle hakikate ulaşılır.

          Fenâyıla bekânın ittihâdı zâhir ü bâtın

          Nümâyândır ûlû’l-ebsâra remzi lâ vü illâda

          Tehî sanma müessirden nev âsâr –ı şüûnâtı

          Tecelliyyât-ı Mevlâ’dır görünen zîr ü bâlâda[100]

          Sûfî idegör benliğini yokluğa tebdîl

          Kaldır aradan varlığını var görünsün

          Alâyiş-i gayriyyeti sil râh-ı nazardan

          Ağyâra nigâh eyleme kim yâr görünsün[101]

          Kasr-ı gülzâr-ı bekâ bi’llaha vasıl olmadı

          Olmayan râh-ı muhabbetde fenâ-ender-fenâ[102]

Tevhid ve Varlık

          Tevhîd, tasavvufî düşüncenin en önemli meselelerinden biridir. Sûfîlerin ortaya koydukları varlık anlayışları, aynı zamanda onların tevhîde ilişkin görüşlerini de yansıtmaktadır. Kimi sûfîler varlık anlayışlarını İbnü’l-Arabî’yle sistemleşen vahdet-i vücûd/tevhîd-i vücûdî, kimisi de vahdet-i şühûd/tevhîd-i şühûdîye yönelerek ifade etmişlerdir. Vahdet-i vücûdculara göre, esasen varlık birdir ve o Allah’ın varlığından başka bir şey değildir.[103]Vahdet-i şühûd anlayışını benimseyenlere göre ise, varlık özde bir olmasına rağmen gölge mahiyetinde de olsa Allah’ın dışındakilerin kendilerine has varlıkları vardır.[104]

          Müceddidîler, genellikle kurucu pîr Ahmed Farûkî Sirhindî’nin (ö.1034/1624) hararetle savunduğu vahdet-i şühûd anlayışı etrafında görüşlerini açıklamışlardır. Fakat Anadolu’da Müceddidiyye öncesi Nakşbendîlerin genel görüşü haline gelen[105] vahdet-i vücûd anlayışının izleri daha sonra da devam etmiş ve burada Sirhindî’nin silsilesine bağlı sûfîler her iki anlayışın arasını uzlaştırma yönünde görüşlerini ortaya koymuşlardır. Her ne kadar bu doğrultudaki anlayışlarını vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûdu uzlaştırma formatında sunmasalar da görüşlerinin birlikte değerlendirilmesinden böyle bir sonuç çıkarılabilmektedir. Nitekim Neccâr-zâde’nin şiirlerinde her iki görüşe de yer verilmiş ve birlikte sunulmuştur. Örneğin şu beyitte vahdet-i şühûdu yansıtan ifadelere yer verir:

          Ben cemâl-i Zâtı her yüzden temâşâ eylerim

          Tavr-ı dîdâr-ı tecelli rûy-i âdemdir bana[106]

          Alleme’l-esmâyı câmi‘dir vücûdun nüshası

          Âdem ol âdem yüzünden eyle kesb-i mübteğa[107]

          Buna karşın Neccar-zâde diğer bazı beyitlerinde vahdet-i vücut anlayışının tam bir savunucusu olarak görülmektedir. Örneğin aşağıdaki beyitlerinde bu tutumunu açıkça ortaya koymuştur:

          Goft-gû-yi heme der vahdet-i Zât-ı baht best

          Nisbet-i menkabet-i vahdet ü kesret heme ost[108]

          Gören nûr-ı cemâl-i Mutlak’ı mir’ât-ı eşyâda

          Ma‘iyyet sırrını idrâk eder sûretde ma’nâda[109]

          Göründü pertev-i vahdet bu fânûs-i mezâhirden

          Eder şem‘-i cemâlinden nice şekl ü suver peydâ[110]

          Ehl-i vahdet âlem-i kesretde buldu vahdeti

          Bahr-ı zât esmâ müsemmâdır sıfât-ı kibriya[111]

          Neccâr-zâde bir Müceddidî şeyhi olmasına rağmen, tevhîd ve varlık anlayışını yansıtan şiirlerinde çoğu zaman vahdet-i vücutçu bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Ona göre, her şeyde tezahür eden Hakk’tır. İnsan ikiliği görmekten kurtulmalı ve tek olana bakmalıdır.

          Mürtefi‘ oldu sırrın perde-i isneyniyyet

          Ehadiyyetde bürûz eyledi lâ vü illâ[112]

          Her sıfâtın zâtı her zâtın sıfâtı Hakk durur

          Cümle Hakk’dır görünen bu zulmet ü envârdan[113]

          Neccar-zâde’nin şiirlerindeki yoğunluğun ötesinde, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühud görüşlerinden her ikisi de tasvir edilen duruma göre ele alınmıştır. Bu iki anlayış birbirine zıtmış veya biri diğerinin alternatifi imiş gibi takdim edilmemiştir. Şiirlerin farklı beyitlerinde anlatılan hal neye işaret ediyorsa, onun tezahürü ifadelere yansımıştır. Dîvân’ın pek çok kısmında bu durumu tespit etmek mümkündür.

          Bîgâne-i ülfet olma reha ile kesreti

          Nur-i şühûd-i Hakk’la ol vahdet âşinâ[114]

          Kıldı iskât-ı izâfât Habîb-i Ekrem

          Mahz-ı tevhîd zuhûr eyledi mahv oldu sivâ

          Leyse fî’l-kevn sivâ’llâh olup cilve nümûn

          Kalmadı keyf-i kemiyyet ‘adem oldu eşyâ[115]

          Yukarıdaki mısralarda vahdet-i vücûdun ifadeye yansıdığını açıkça görmekteyiz. Tevhidin esas olduğu ve Allah’ın mutlak varlığının dışında her şeyin yok hükmünde kabul edildiği ortaya çıkmaktadır. Yukarıda ifade edilen görüşleri birlikte değerlendirdiğimiz zaman, Neccâr-zâde’nin vahdet-i vücûd ve vahdet-i vücûdu mezceden bir anlayışa sahip olduğunu, böylece kendine özgün bir yorum ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Güzel Ahlak

          Neccâr-zâde’ye göre    ahlak, övülen/hamîde ve yerilen/zemîme şeklinde iki kısımdır. Övülen ve yerilen ahlakın neler olduğu çeşitli âyet ve hadislerde açıklanmıştır.[116] Yerilen ahlak/ahlâk-ı zemîme; küfür, bidat, riyâ/gösteriş, kibir/büyüklenme, hased/kıskançlık, buhl/cimrilik ve isrâf şeklinde yedi ana maddede özetlenmektedir. Sayılan bu yedi ahlâk-ı zemîme/yerilen ahlakın zıddı olan ahlâk-ı hamîde/övülen ahlak unsurları ise iman, Kitap ve Sünnet’e ittibâ/uyma, ihlâs, tevazu/alçak gönüllülük, nasihat, sehâ ve dengeli harcamadır.[117] Övülen ahlak unsurlarıyla bezenmiş ve yerilen ahlak maddelerinden temizlenmiş olan güzel ahlak, insân-ı kâmilin özelliğidir.[118]Tasavvufun hedefi ise, ahlaken kâmil/olgun insan yetiştirmektir. Çünkü insan-ı kâmillerin sultanı Hz. Peygamber’e hitaben Kur’an’da “şüphesiz sen yüce bir ahlaka sahipsin”[119] buyrularak ahlakî güzelliğin önemi vurgulanmıştır. Çünkü Hz. Peygamber “Ben güzel ahlakı getirmek üzere gönderildim”[120] buyurmaktadır. Sûfîlerin hedefi ise, Hz. Peygamber’in tecrübe ettiği dinî hayatı örnek alarak yaşamaktır.[121]

           Neccâr-zâde, tasavvufî incelik ve sırların ancak ahlakı güzelleştirmekle elde edilebileceğini kabul etmektedir. Kendisine, “Bir kimsenin güzel ahlakı terk ederek kalbî zikir yapması bir tenakuz mudur?” diye sorulduğunda, cevap olarak: Tarikata sülûk açısından tenakuz olmamakla beraber ahlakî sorunları olan birisinin; zikrin sırlarından, kalbin hareket, bereket ve nurlarından nasipsiz kalacağını ifade ederek tasavvufî terbiyede güzel ahlakın ne kadar önemli bir yeri olduğunu[122] vurgulamıştır. Şiirlerinde de yer yer güzel ahlakın örneği saydığı özelliklere telmîhlerde bulunmuştur.

          Yegâne fenn-i tasavvufda merd-i ârifdir

          Cerîde-i kaleminden keşîdedir ihlâs[123]

          Tâc u tahtı terk eder mi dost vechin görmeyen

          İbn-i vakt olmaz refîk-i İbn-i Edhem olmayan[124]

Sonuç

          Neccâr-zâde Rıza Efendi’nin genelde XVIII. (h.XII) yüzyıl Osmanlı tasavvuf hayatında, özelde ise Nakşbendîyye-Müceddidiyye’nin yayılmasında önemli etkileri olduğu tespit edilmiştir. O, Anadolu’daki Müceddidiyye silsilesinin XIX. (h.XIII) asra taşınmasında öncü şahsiyetlerden biridir. Özellikle Müceddidiyye mensubu olmasının yanında, farklı tarikatlardan aldığı tasavvufî eğitim ve icazetleri sayesinde, kendisinden sonraki silsilede yer alanlar için bir gelenek oluşturacak bazı uygulamaları olmuştur. Bu meyanda Neccar-zâde’nin genelde vahdet-i şühûd anlayışını benimseyen Müceddidiyye geleneğine mensup olmasına rağmen, bu tarikatın pîri İmâm-ı Rabbânî’nin eleştirdiği vahdet-i vücûd anlayışını da benimsemiş ve savunmuştur. Aynı zamanda Müceddidiyye’nin esaslarından olan sessiz/hafî zikrin yanında, Celvetiyye’nin âdâbına uygun olarak sesli/cehrî zikir yaptırması ve bunu gelenek haline getirmesi oldukça dikkat çekicidir. Neccâr-zâde, icazetli Mesnevîhân olarak tekkesinde Mesnevî okutmuştur. Onun tekkesinde uygulayarak geliştirdiği bu gelenek, kendisinden sonraki silsilede yer alan şeyhler tarafından XIX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam ettirilmiştir. Neccâr-zâde’nin şairlik yönü ise edebî açıdan başka çalışmayla ele alınması gereken önemli boyutudur. Burada bir makale çerçevesinde ortaya koyduğumuz üzere, Neccâr-zâde’nin Dîvân’ında yer alan şiirlerinde pek çok tasavvufî mesele ele alınmıştır.

Bibliyografya

Abu Manneh, Butrus, “19. Yüzyıl Başlarında Osmanlı’da Nakşî-Müceddidîlik”, çev.: Hür Mahmut Yücer, Tasavvuf, Ankara 2004, sayı: 12, ss. 265-292.

Afifî, Ebu’l-Ala, Tasavvuf: İslâm’da Manevî Hayat, çev.: Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İz Yay., İstanbul 1996,

Algar, Hamid, “İlk Dönem Nakşbendî Geleneğinde İbnü’l-Arabî’nin Düşüncelerinin İzleri”, çev.: Salih Akdemir, İslâmî Araştırmalar, Ankara 1991, c. V, sayı: 1, ss. 1-20.

Ali Safi b. Hüseyin Vaiz el-Kaşifî, Reşehât-ı ‘ayni’l-hayât, çev.: Maruf b. Şerif, İstanbul 1256 h.

Arap-zâde Muhammed İlmî, Mizânu’t-tarîk, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 6542/2.

Ateş, Süleyman, Cüneyd-i Bağdâdî: Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1970.

Ayvansarâyî, Hüseyin, Hadîkatu’l-cevâmi’, Matba’a-i ‘Amire, I-II, İstanbul 1281h., c. II, ss. 91-92.

El-Bağdadî, İsmail Paşa, Hediyyetü’l-‘arifîn esmâu’l-müellifîn ve asâru’l-musannifîn, Daru’l-Fikr, I-II, Beyrut 19120.

Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, Matba’a-i Amire, İstanbul 1333h., c. II, s. 187.

Büyük Türk Klasikleri, “Neccar-zade Şeyh Rıza”, Ötüken Yay., İstanbul 1988, c. VIII, ss. 311-313.

Danacı, Tülin, Neccâr-zâde Şeyh Rıza ve Dîvânı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1988.

Ebu Zeyd, Nasr Hamid, “Sûfî Düşüncesinde Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine – İbnü’l-Arabî’de Dil, Varlık ve Kur’an”, çev.: Ömer Özsoy, İslâmiyat (Tasavvuf Özel Sayısı), c. II, sayı: 3

Gündoğdu, Cengiz, “Mevlânâ’nın Şathiye Türünde Yazdığı Bir Gazelinin Şerhi: Şerh-i Ebyât-ı Celâleddîn-i Rûmî”, Tasavvuf, Ankara 2002, c. III, sayı: 8, ss. 25-46.

İbnü’l-Arabî, Muhyiddin, Fusûsu’l-Hikem, tahk.: Ebu’l-‘Ala Afîfî, 2. Bs., Daru’l-Kitâbi’l-Arabi, Beyrut 1980.

İsen, Mustafa, Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ Yay., Ankara 1997.

Kam, Ferid, Vahdet-i Vücûd, sad.: Ethem Cebecioğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1994.

Kehhâle, Ömer Rıza, Mu’cemü’l-müellifîn, Müessesetü’r-Risâle, I-IV, Beyrut 1993.

Kılıç, Mahmut Erol, Sûfî ve Şiir: Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yay., İstanbul 2004.

—–, “İbnü’l-Arabî”, DİA, İstanbul 199, c. XX, ss. 493-516.

el-Kuşeyrî, Abdulkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tahk.: Ali Abdulhamid Baltacı, 3. Bs., Daru’l-Hayr, Beyrut 1997

Mehmed Şemseddin, Bursa Dergahları: Yadigâr-ı Şemsî, haz.: Mustafa Kara, Kadir Atlansoy, Uludağ Yay., Bursa 1997.

Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî: Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye, I-IV, İstanbul 18120, c. IV, s. 429.

Muallim Naci, Osmanlı Şâirleri, haz.: Cemal Kurnaz, MEB Yay., İstanbul 1995.

Muhammed Rüstem Raşid, Dürrü’l-müntehab min bahri’l-edeb fî tercemeti silsileti’z-zeheb, Matba‘a-i Amire, İstanbul 1274/1857.

Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, çev. Neccâr-zâde Mustafa Rıza, İstanbul 1273h.

Muslu, Ramazan, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: 18. Yüzyıl, İnsan Yay., İstanbul 2003.

Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin, Tuhfe-i Hattâtîn, tahk.: Mahmud Kemal İnal, İstanbul 1928.

—–, el-‘Ukûdu’l-lü’lüiyye fî tarîki’s-sâdâti’l-Mevleviyye, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, no: 379.

—–, Mecelletü’n-nisâb fî’n-neseb ve’l-künâ ve’l-elkâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, no: 628, (Tıpkı Baım, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000).

en-Nablusî, Abdulgani, Ariflerin Tevhidi, çev.: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 2003.

Neccâr-zâde Mustafa Rıza, Dîvân-ı Neccâr-zâde: Zuhûrât-ı Mekkiyye, Matbaatü’l-Amire, İstanbul 1262/1845.

—–, Risâle fî’l-i‘tikâd ve’l-amel ve’l-ahlâk, Süleymaniye Ktp., Laleli, no: 3749

Nesefî, Azizüddin, Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsân-ı Kâmil, çev.: Mehmet Kanar, Dergah Yay., İstanbul 19120.

Ömer Nüzhet, Menkıbetü’l-evliyâiyye fî ahvâli’r-Rızâiyye, Matba‘a-i Amire, İstanbul 1273/1858.

Özdamar, Mustafa, Dersaâdet Dergâhları, Kırk Kandil Yay., İstanbul 1994.

Özdemir, Mehmet, Neccâr-zâde Rıza Dîvânı’nın Edisyon Kritiği, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Afyon 1999.

Ramiz Efendi, Adâb-ı Zurefa, haz.: Sadık Erdem, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1994.

Salim Efendi, Tezkiretü’ş-şuara, İkdam Matbaası, İstanbul 1315h.

Semerkandî, Muhammed, Muhtasaru’l-velâye, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Şeriyye-Farsça, no: 962

Schacht, Joseph, “Şeri’at”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., İstanbul 1969, c. XI, ss. 429-435.

Sihrindî, Ahmed Farûkî (İmam-ı Rabbani), Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, çev.: Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin, Litoğrafya Matbaası, I-III, İstanbul 1270/1853.

Snir, Reuven, “Modern Arap Şiirinde Yeni Sûfîlik”, çev.: Halil İbrahim Şimşek, Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, Çorum 2002, c. I, sayı: 1, ss. 366-377.

Sunar, Cavit, İmâm-ı Rabbânî-İbn Arabî: Vahdet-i Vücûd-Vahdet-i Şühûd Meselesi, Resimli Posta Matbaası, Ankara 1960.

Şeyhî Mehmed, Vakayi’u’l-fudala, neşir: Abdulkadir Özcan, c. II, İstanbul 1989.

Şimşek, Halil İbrahim, Osmanlı’da Müceddidîlik: XII/XVIII. Yüzyıl, Suf Yay., İstanbul 2004.

Tabib-zâde Zakir Şükrü, “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşayihi”, İslâm Medeniyeti Dergisi, İstanbul 1981, c. V, sayı: 1, ss. 81-101.

—–, Silsile-nâme-i Aliyye-i Meşâyih-i Sûfiyye, Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdayi, no: 1098.

Tanman, M. Baha, “Neccâr-zâde Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. VI, ss. 59-60.

Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İnsan Yay., İstanbul 2002

Tokâdî, Mehmed Emîn, Şerh-i Beyt-i Mesnevî, Millet Ktp., Ali Emîrî-Şer‘iyye, no: 1103.

Trabzonî, Kösec Ahmed, Tuhfetü’l-ahbâb fî’s-sülûk ilâ tarîki’l-ashâb, Çorum Hasan Paşa Ktp., no: 788/4.

et-Tûsî, Ebu Nasr Serrâc, el-Luma‘, tahk.: Abdulhalim Mahmud, Taha Abdulbaki Surûr, Daru’l-Müsennâ, Bağdad 1960

Uçman, Abdullah, “Neccâr-zâde Şeyh Rıza”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Şule Yay., İstanbul 1995, c. VIII, ss. 370-371.

Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, no: 2306c. II.

Zakir Şükrü, “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşayihi”, haz.: Şinasi Akbatu, İslâm Medeniyeti Dergisi, İstanbul 1981, c. V, sayı: 1, s. 86.

 

[1]       Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir: Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul 2004, s. 36.

[2]       Reuven Snir, “Modern Arap Şiirinde Yeni Sûfîlik”, çev.: Halil İbrahim Şimşek, Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, Çorum 2002, c. I, sayı: 1, , s. 369; Kılıç, age, ss. 85-86.

[3]       Mustafa İsen, Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara 1997, s. 217.

[4]       Cengiz Gündoğdu, “Mevlânâ’nın Şathiye Türünde Yazdığı Bir Gazelinin Şerhi: Şerh-i Ebyât-ı Celâleddîn-i Rûmî”, Tasavvuf, Ankara 2002, c. III, sayı: 8, s. 25.

[5]       Ömer Nüzhet, Menkıbetü’l-evliyâiyye fî ahvâli’-Rızâiyye, İstanbul 1273/1858, s. 69; Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkatu’l-cevâmi’, İstanbul 1281h., c. II, s. 91; Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, no: 2306c. II, s. 78; Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: 18. Yüzyıl, İstanbul 2003, s. 270.

[6]       Neccâr-zâde, Dîvân, s. 75.

[7]       Mehmed Şemseddin, Bursa Dergahları: Yadigâr-ı Şemsî, haz.: Mustafa Kara, Kadir Atlansoy, Bursa 1997, s. 222-224; Butrus Abu Manneh, “19. Yüzyıl Başlarında Osmanlı’da Nakşî-Müceddidîlik”, çev.: Hür Mahmut Yüceer, Tasavvuf, Ankara 2004, sayı: 12, s. 278.

[8]       Mehmed Emîn Tokâdî, Şerh-i Beyt-i Mesnevî, Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî-Şer‘iyye, no: 1103.

[9]       Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin, el-‘Ukûdu’l-lü’lüiyye fî tarîki’s-sâdâti’l-Mevleviyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Halet Efendi, no: 379. Abdulgani Nablusî’ye ait aynı isimli eserin Türkçe’ye tercümesi ve şerhi olup 1182/1768’de telif edilmiştir.

[10]     Kösec Ahmed Trabzonî, et-Tuhfetü’l-behiyye fî tarîki’l-Mevleviyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Halet Efendi, no: 289.

[11]     Ömer Rıza Kehhâle, Neccâr-zâde’nin tam künyesini Mustafa b. Ali en-Nakşbendî diye vermiştir (Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemü’l-müellifîn, Beyrut 1993, c. III, s. 872).  Fakat doğrusu Ömer Nüzhet Efendi’nin kaydı olan Mustafa Rıza b. İbrahim’dir.

[12]     Nüzhet, Menkıbetü’l-evliyâiyye, s. 67; Vassaf, Sefîne, c. II, s. 78; Muallim Naci, Osmanlı Şâirleri, haz.: Cemal Kurnaz, İstanbul 1995, s. 158; Büyük Türk Klasikleri, “Neccar-zâde Şeyh Rıza”, İstanbul 1988, c. VIII, ss. 311.

[13]     Nüzhet, Menkıbe, s. 67.

[14]     Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî: Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye, İstanbul 18120c. IV, s. 429.

[15]     Nüzhet, Menkıbe, s. 67; Muallim Naci, Osmanlı Şâirleri, s. 158.

[16]     Nüzhet, age, s. 68.

[17]     Aynı yer.

[18]     Aynı eser, s. 68. Fakat kaynaklarda hangi hattatlardan ders aldığı hususunda bilgiye rastlamamaktadır.

[19]     Aynı eser, ss. 67-68.

[20]     Aynı eser, s. 68.

[21]     Aynı eser, s. 68.

[22]     Nüzhet, , Menkıbe, s. 68; Ayvansarayî, Hadikatü’l-cevâmi, c. II, s. 91; Şeyhî Mehmed, Vakayi’u’l-fudala, neşir: Abdulkadir Özcan, İstanbul 1989, c. II, s. 413; Süreyya, Sicill-i Osmanî, c. IV, s. 429.

[23]     Nüzhet, Menkıbe, s. 69; Ayvansarayî, Hadikatü’l-cevâmi, c. II, s. 91; Vassaf, Sefîne, c. II, s. 78.

[24]     Nüzhet, Menkıbe, s. 70.

[25]     Aynı eser, s. 71.

[26]     Aynı yer.

[27]     Arap-zâde Muhammed ‘İlmî b. Halil Edirnevî, Müceddidiyye şeyhi Ebu Abdullah Muhammed-i Semerkandî’nin (ö.1116/1704) halifesidir. Babası Halil Efendi, Kadirî şeyhi olup, Edirne’de dergâhı vardır. Arap-zâde Muhammed Efendi, Neccar-zâde Rıza’nın mürşididir. Babası Arap Halil’in vefatından sonra, mezkur tekkenin şeyhliğini yapmıştır. Muhammed‘İlmî Efendi, 1130/1718 yılında, Edirne’de vefat etmiştir. Mecme‘u’d-dürer ve’l-ğurer fî ehâdîsi Seyyidi’l-beşerMîzânü’t-tarîk, (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 6542/2, vr. 11b-17b), Şerh-i Gazel-i Hazreti Mevlanâ Abdurrahman-ı Câmî adlı eserleri vardır. Şerh-i Gazel-i Camî adlı eseri, 1273 tarihinde İstanbul’da basılmıştır (ss. 132-136). Arap-zâde’nin hayatı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin, Mecelletü’n-nisâb fî’n-neseb ve’l-künâ ve’l-elkâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, no: 628, (Tıpkı Baım, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000)vr. 323a; Vassaf, Sefîne, c. II, s. 85; Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 127; Halil İbrahim Şimşek, Osmanlı’da Müceddidîlik: XII/XVIII. Yüzyıl, Sûf Yay., İstanbul 2004, ss. 157-158.

[28]     Nüzhet, Menkıbe, s. 71. Mehmed Süreyya, Neccâr-zâde’nin şeyhinden “Hoca Mahmud Ali Efendi” diye bahsetmiştir (Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, c. IV, s. 429). Benzer bir şekilde Ramiz Efendi de Neccâr-zâde’nin şeyhinden Mutafa en-Nakşbendî adıyla bahsetmiştir (Ramiz Efendi, Adâb-ı Zurefa, haz.: Sadık Erdem, Ankara 1994, s. 132). Burada sözü edilen yazarlar tarafından bir isim karıştırması yapıldığı anlaşılmaktadır.

[29]     Nüzhet, Menkıbe, ss. 72-3.

[30]     Neccâr-zâde, Dîvân, ss. 145-146.

[31]     Neccâr-zâde Tekkesi, Beşiktaş’ta Sinan Ağa Mahallesi Neccâr-zâde Sokağı Sinan Paşa Külliyesi yanında inşa edilen ve uzun zaman tekke-medrese olarak kullanılan bir müessesedir. Neccâr-zâde Tekkesi bazı kaynaklarda “Dülger-zâde Tekkesi”, “Sinan Paşa Tekkesi” ve üçüncü postnişinine nispetle “Hakkı Efendi Tekkesi” adlarıyla da zikredilmiştir. Tekkenin banisi tam olarak belli değildir. Kimi kaynaklarda Sinan Paşa’nın (ö.962/1554) camii yaptırırken, yanında bir tekke kurduğu bildirilmektedir. Bu husus doğru sayıldığı takdirde, muhtemelen Neccâr-zâde Tekkesi Sinan Paşa tarafından mezkur mahaldeki cami ve medrese ile birlikte inşa edilmiş ve daha sonra faaliyeti kesintiye uğramıştır. XVIII. Yüzyılda Sinan Paşa Camii imamı olan Neccâr-zâde Mustafa Rıza tarafından alınarak yeniden canlandırılmıştır. Onun yönetiminde burada hem Nakşî adabına uygun Hatm-ı Hâcegân, hem de Celvetî usulüne göre cehrî zikir yapılmıştır (Nüzhet, Menkıbe, s. 75). Daha sonra, şeyhin lakabına nisbetle bu müessese Neccar-zâde Dergahı olarak anıla gelmiştir. Bu tarihten tekkenin tahliyesine kadar geçen süreçte Nakşî-Müceddidî tekkesi olarak hizmet verdiği anlaşılmaktadır. Bugün mevcut olan Sinan Paşa Camii kenarındaki türbe kapısının üzerindeki 1286/1869 tarih kaydına bakılırsa, bu tarihte yenilendiği söylenebilir. Ancak bugün bu müessesenin, caminin hemen yanında Neccar-zâde Mustafa Rıza’nın medfun olduğu türbe dışındaki kısmı bütünüyle yok olmuştur. Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkatu’l-cevâmi’, İstanbul 1281h., c. II, ss. 91-92; Vassaf, Sefîne, c. II, ss. 79-80; Zakir Şükrü, “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşayihi”, haz.: Şinasi Akbatu, İslâm Medeniyeti Dergisi, İstanbul 1981, c. V, sayı: 1, s. 86; M. Baha Tanman, “Neccâr-zâde Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. VI, ss. 59-60.

Neccâr-zâde Tekkesi’nde postnişîn olan şeyhler sırasıyla şunlardır:

  1. Neccâr-zâde Mustafa Rıza (ö.1159/1746), 2. Muhammed Sıddîk (ö.1208/1793),  3. İsmail Hakkı (ö.1257/1841), 4. Vekil Abdüşşekur (ö.1277/1860), 5. Mustafa Rızaeddin (ö.?).

[32]     Ayvansarâyî, Hadîkatu’l-cevâmi’, c. II, ss. 91-92

[33]     Nüzhet, Menkıbe, s. 75; Ayvansarayî, age, c. II, 92.

[34]     Nüzhet, age, s. 89.

[35]     Aynı yer.

[36]     Aynı yer.

[37]     Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Zilhicce 598/Eylül 1202’de Medine’deki ziyaretlerini tamamlayarak Mekke’ye geçti. İbnü’l-Arabî, bir gün Kabe’de tavaf esnasında kendisine Futûhât’ın ilham edilmeğe başlandığını kaydetmektedir. Mahmut Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî”, DİA, İstanbul 199, c. XX, s. 494.

[38]     Nüzhet, Menkıbe, s. 78. Neccâr-zâde, İbnü’l-Arabî’ye yapılan ilhamları bir beytinde şöyle ifade eder: Sahib-i keşf-i Futûhât [ü] Fusûs-i İbn Arab/Kıldı esrâr-ı füyûzâta onu şâyâne. Neccâr-zâde, Dîvân, s. 64.

[39]     Nüzhet, Menkıbe, s. 100.

[40]     Aynı eser, s. 103.

[41]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 85.

[42]     Nüzhet, Menkıbe, s. 105.

[43]     Bazı eserlerde Neccâr-zâde’nin Konya ve diğer bazı Anadolu vilayetlerindeki ziyaretlerini, hacca gidiş yolculuğu esnasında gerçekleştirdiği kaydedilmiştir. Diğer bazısında ise, hac vazifesinin ifa edip İstanbul’a döndükten sonra yukarıda bahsedilen şehirlere gitmiştir [Tülin Danacı, Neccâr-zâde Şeyh Rıza ve Dîvânı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1988, s. XXII; Mehmet Özdemir, Neccâr-zâde Rıza Dîvânı’nın Edisyon Kritiği, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Afyon 1999, s. 9].  Ancak her iki görüş de Ömer Nüzhet’in kaydına uymamaktadır. Gidiş yolculuğunu gemi ile yaptığından birinci görüş pek doğru olmaması gerekir. Çünkü, Marmara, Ege ve Akdeniz istikametinden İskenderiye’ye giden gemiler, ancak liman kentlerine uğrayabilmektedir. İkinci görüş ise tarihî kayıtlarla desteklenmemektedir. Bu sebeple söz konusu ziyaretlerin dönüş yolculuğunda yapılmış olduğunu ifade edebiliriz. Zaten Neccâr-zâde’nin hacca gidişinin deniz yoluyla gerçekleştirildiği, Şam ve Anadolu kentlerindeki ziyaretlerin dönüş esnasında yapıldığı Ömer Nüzhet Efendi tarafından da kaydedilmektedir. Nüzhet, Menkıbe, ss. 89, 103.

[44]      Nüzhet, Menkıbe, s. 105.

[45]     Nüzhet, Menkıbe, ss. 108-109; İsmail Paşa el-Bağdadî, Hediyyetü’l-‘arifîn esmâu’l-müellifîn ve asâru’l-musannifîn, Beyrut 19120c. II, s. 446; Vassaf, Sefîne, c. II, s. 80; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, c. IV, s. 429.

[46]     Menkıbetü’l-evliyaiyye’de bazı halifelerinden isim verilerek bahsedilmiştir. Mesela Fethi Efendi bunlardan biridir. Nüzhet, Menkıbe, s. 80.

[47]     Ayvansarâyî, Hadîkatu’l-cevâmi’, c. II, ss. 91-92; Vassaf, Sefîne, c. II, s. 86.

[48]     Vassaf, age, c. II, s. 86; Şimşek, Osmanlı’da Müceddidîlik, s. 164.

[49]     Vassaf, age, c. II, s. 86; Şimşek, age, s. 161.

[50]     Şimşek, age, ss. 164-165.

[51]     Nüzhet, Menkıbe, s. 65.

[52]     Zakir Şükrü (Tabib-zâde), Silsile-nâme-i Aliyye-i Meşâyih-i Sûfiyye, Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdayi, no: 1098, s. 77.

[53]     Nüzhet, Menkıbe, s. 78.

[54]     Neccâr-zâde Mustafa Rıza, Risâle fî’l-i‘tikâd ve’l-amel ve’l-ahlâk, Süleymaniye Ktp., Laleli, no: 3749.

[55]     Aynı eser, vr. 29a-30b.

[56]     Aynı eser, vr. 31a-32a.

[57]     Aynı eser, vr. 32a-35a.

[58]     Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Şeriyye-Farsça, no: 962.

[59]     Bağdadî, Hediyyetü’l-‘ârifîn, c. II, s. 446.

[60]     Abdulkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tahk.: Ali Abdulhamid Baltacı, 3. Bs., Beyrut 1997, s. 431.

[61]     Ahmed Farûkî Sihrindî/İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânîçev.: Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin, İstanbul 1270/1853, c. I, mno: 36.

[62]     Joseph Schacht, “Şeri’at”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1969, c. XI, s. 429.

[63]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 71.

[64]     Aynı eser. 199.

[65]     Aynı eser, s. 17.

[66]     İnsibâğ: Arapça bir kelime olup, boyanmak demektir. Nakşbendiyye’de mürîdin batınının mürşidin manevî kemalleri ve batınî halleriyle hemhal olmasına denir. Muhammed Rüstem Raşid, Dürrü’l-müntehab min bahri’l-edeb fî tercemeti silsileti’z-zeheb, İstanbul 1274/1857s. 5.

[67]     İstihlâk: Arapça bir kelime olup, yok etmek anlamında kullanılır. Istılahta ölü gibi tam teslimiyette olmaya denir. Sâlikin, Hakk’ı müşahede etmede benliğinden kurtulmasıdır. Bu durumda o, kendi benliğini devreden çıkarmakla, zatından ve sıfatlarından fanî olup, Allah’ın Zatı ve sıfatlarının tecellileri ile baki olur. Çünkü hadis-i kudside şöyle buyrulmaktadır: “… Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, ve yürüyen ayağı olurum …” (Buhârî, es-Sahîh, Rikak, 38). Ayrıca sâlikin, “ölmeden önce ölün” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, c. II, s. 291, no: 2669) sözünün anlamına uygun şekilde, zahiren ve batınen muhalefet etmeksizin mürşidine teslim olması ve onun emirlerine uymasıdır. Kösec Ahmed-i Trabzonî, Tuhfetü’l-ahbâb fî’s-sülûk ilâ tarîki’l-ashâb, Çorum Hasan Paşa Ktp., no: 788/4, vr. 3a; Muhammed Rüstem Raşid, Dürrü’l-müntehab min bahri’l-edeb fî tercemeti silsileti’z-zeheb, Matba‘a-i Amire, İstanbul 1274/1857, s. 4.

[68]     Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, s. 14.

[69]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 70.

[70]     Aynı eser, s. 71.

[71]     Nüzhet, Menkıbe, s. 115.

[72]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 172.

[73]     Aynı eser, s. 172.

[74]     Aynı eser, s. 89.

[75]     Aynı eser, s. 199.

[76]      Hûş-der-dem: Sâlikin, nefesini her alıp-vermesinde Allah’tan gafil olmaması, kendini Allah’ın huzurunda hissetmesi ve uyanık kalması halidir. Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, s. 13; Şimşek, Müceddidîlik, s. 316.

[77]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 86.

[78]     Aynı eser, s. 109.

[79]      Sefer-der-vatan: Sâlikin, kötü sıfatlarını ve kabul görmeyen davranışlarını terk edip, övülen sıfatlara ve rıza gösterilen ahlaka yönelmesi suretiyle, süflîden ulvî olana doğru yükselerek sefer etmesidir. Arap-zâde Muhammed İlmî, Mizânu’t-tarîk, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 6542/2, vr. 14b; Şimşek, Müceddidîlik, s. 318.

[80]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 131.

[81]     Aynı eser, s. 64.

[82]     Aynı eser, s. 135.

[83]      Nazar-ber-kadem: Sâlikin, gezdiği yerlerde gözlerini ayaklarına yöneltmesi suretiyle, etrafa bakıp da perişanlık ve gaflete kapılmaktan zarar görmemesini sağlamayı amaçlayan bir ilkedir. Ali Safi b. Hüseyin Vaiz el-Kaşifî, Reşehât-ı ‘ayni’l-hayât, çev.: Maruf b. Şerif, İstanbul 1256h, s. 34; Şimşek, Müceddidîlik, s. 317..

[84]      Halvet-der-encümen: Sâlikin, zahiren toplum arasında iken batınında Cenab-ı Hak’la olması ve daima niyaz, tazarru’ ve huzur halinde bulunmasıdır. Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, s. 12; Şimşek, Müceddidîlik, s. 319.

[85]      Yâd-kerd: Sâlik uyanık olarak, her zaman diliyle veya kalbiyle zikredip, “lâ ilâhe illa’llâh Muhammedün Rasûlullâh” diyerek her iki yolla (dil-kalp), sırr-ı tahkikî elde etmesidir. Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, s. 13; Şimşek, Müceddidîlik, s. 320.

[86]      Nigâh-dâşt: Sâlikin, murâkabe ve teveccüh halinde zikir yaparken, Hak’kın dışındaki her şeyi/mâsivâyı kalbinden silmesi, Hak’kın isbatıyla hatırına Hakk’tan başka hiç bir nesneyi getirmemesi ve bu muameleyi devam ettirmesidir. Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, s. 13; Şimşek, Müceddidîlik, s. 321.

[87]      Vukûf-i adedî: Sâlikin, kelime-i tayyibeyi (lâ ilâhe illa’llâh) üç, beş, yedi gibi tekil sayılardan yirmi bire kadar  tekrarı esnasında, keyfiyetin/maksadın ne zaman hasıl olacağına vakıf olmasıdır. Şimşek, Müceddidîlik, s. 325.

[88]      Yâd-dâşt: Sâlikin tam bir zevk ve Bir’i mülâhaza ile “huzur ma‘a’l-Hakk” muamelesine erişip, ancak hatırında bu muameleyi muhafaza etmesidir. Muhammed-i Semerkandî, Muhtasaru’l-velâye, s. 13; Şimşek, Müceddidîlik, s. 322.

[89]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 16.

[120]     Nüzhet, Menkıbe, s. 87.

[91]     Nasr Hamid Ebu Zeyd, “Sûfî Düşüncesinde Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine – İbnü’l-Arabî’de Dil, Varlık ve Kur’an”, çev.: Ömer Özsoy, İslâmiyat (Tasavvuf Özel Sayısı), c. II, sayı: 3, s. 30.

[92]     Kaf, 50/22.

[93]     Ebu’l-Ala Afifî, Tasavvuf: İslâm’da Manevî Hayat, çev.: Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İz Yay., İstanbul 1996, s. 154.

[94]     Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî: Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1970, s. 91.

[95]     Nüzhet, Menkıbe, ss. 87-88.

[96]     Neccâr-zâde, Dîvân, s. 86.

[97]     Aynı eser, s. 3.

[98]     Aynı eser, s. 72.

[99]     Aynı eser, s. 77.

[100]   Aynı eser, s. 136

[101]   Aynı eser, s. 129.

[102]   Aynı eser, s. 211.

[103]   Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, tahk.: Ebu’l-‘Ala Afîfî, 2. Bs., Beyrut 1980ss. 76-77; Abdulgani en-Nablusî, Ariflerin Tevhidi, çev.: Ekrem Demirli, İstanbul 2003, ss. 15, 19.

[104]   Sirhindî, Mektûbât, c. III, mno: 43; Cavit Sunar, İmâm-ı Rabbânî-İbn Arabî: Vahdet-i Vücûd-Vahdet-i Şühûd Meselesi, Ankara 1960s. 82.

[105]   Hamid Algar, “İlk Dönem Nakşbendî Geleneğinde İbnü’l-Arabî’nin Düşüncelerinin İzleri”, çev.: Salih Akdemir, İslâmî Araştırmalar, Ankara 1991, c. V, sayı: 1, ss. 6, 8, 11-16; Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İstanbul 2002, s. 51.

[106]   Neccâr-zâde, Dîvân, s. 161.

[107]   Aynı eser, s. 77.

[108]   Aynı eser, s. 217.

[109]   Aynı eser, s. 135.

[110]   Neccâr-zâde, age, s. 2; Nüzhet, Menkıbe, ss. 78-79.

[111]   Neccâr-zâde, age, s. 211.

[112]   Aynı eser, s. 62.

[113]   Aynı eser, s. 128.

[114]   Aynı eser, s. 72.

[115]   Aynı eser, s. 62.

[116]   Neccâr-zâde, Risâle fî’l-i‘tikâd ve’l-amel ve’l-ahlâk, vr. 22a

[117]   Aynı eser, vr. 22b.

[118]   Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsân-ı Kâmil, çev.: Mehmet Kanar, İstanbul 19120.s. 14.

[119]   Kalem, 65/4.

[120]   Malik, Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 8.

[121]   Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Luma‘, tahk.: Abdulhalim Mahmud, Taha Abdulbaki Surûr, Bağdad 1960, s. 133; Neccâr-zâde, Risâle fî’l-i‘tikâd ve’l-amel ve’l-ahlâk, vr. 34a.

[122]   Nüzhet, Menkıbe, ss. 130-131.

[123]   Neccâr-zâde, Dîvân, s. 105.

[124]   Aynı eser, s. 362.

1516762023 14.11