ASRIN RABİA’SI OLABİLMEK

A+
A-

ASRIN RABİA’SI OLABİLMEK             Bu yazıyı on yıl önce bir gönül fütuhatçısı kabul ettiğim mübarek bir hanımın ölümü üzerine yazmıştım. Günümüzün hayırhah hanımlarının ders alabilecekleri özelliği bulunduğu için bugün burada yeniden söz konusu ediyorum. Ben ona hep ‘Asrın Rabia’sı’ gözüyle baktım. Dindarlığında samimi, gayretinde dikkatli, yardımlarında cömertti. Bizi kurtaracak ruh […]

ASRIN RABİA’SI OLABİLMEK

            Bu yazıyı on yıl önce bir gönül fütuhatçısı kabul ettiğim mübarek bir hanımın ölümü üzerine yazmıştım. Günümüzün hayırhah hanımlarının ders alabilecekleri özelliği bulunduğu için bugün burada yeniden söz konusu ediyorum. Ben ona hep ‘Asrın Rabia’sı’ gözüyle baktım. Dindarlığında samimi, gayretinde dikkatli, yardımlarında cömertti. Bizi kurtaracak ruh disiplinine bağlı birisi olduğu için acaba günümüzün hanımları da bundan ders alabilirler mi diye düşünüyorum. Umarım bazı gönüllere bir küçük ışık yakmış oluruz. Şimdi metne bakalım:

[Bu yıl ramazanı Cuma günü karşıladık: İki mübarek bayram günü. Buna bir vuslat ilavesi bize acı, ama ona erene ise üçüncü mutluluğu verdi: Bu mutlu kavuşmayı yaşayan gönül bacım, muhterem ve mübarek insan Nevin Akyurt’tu… Bir mübarek vakitte; ramazanın ilk gününde ve Cuma gününde, Hakkın rahmetine kavuştu.

Nevin Hanım, Kayseri’deki birçok tekstil tesisini kurmuş bir mühendis babanın kızıdır.

Kendisini yetiştirmiş, eğitimin tamamlayıp hayata atılmış, gençlik döneminin uçarılığından uzak, sade sakin, tutarlı bir gençlik dönem geçirdi. Öğretmen Ali Akyurt’la evlendi. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra bu mesleği bıraktı ve kendisini hayır işlerine vakfetti…

Onunla tanışmamız beklenmedik bir davetle oldu:

Özel Televizyonların yayın hayatına girmesinden sonra, Kayseri’deki bir kısım işadamı millî ve manevi ölçüleri muhafaza edip geliştiren, bunları topluma aktarıp insanımızın yetişmesine bu yönde katkı sağlayabilmek için bir televizyon girişiminde bulundular. Bir girişimin başladığı ilk aylarda ben de müteşebbis gurubun arasındaydım. TV’nin kuruluş sorumluluğu, dostum ve arkadaşım rahmetli Mehmet Nuri Şahin’e verilmişti. Mehmet Nuri Şahin, bir dönem TRT’de çalışmış. TRT’de Tek başına bugünkü RTÜK’ün görevini üstlenmişti; Denetim masasının müdürüydü. O yıllarda da gazetelerde “Oğuzata Altaylı” imzasıyla yazılar yazmış, duyarlı bir arkadaşımızdı. Kadere bakın ki,  burada kurulan televizyonun başına getirildi, ama televizyonu yöneten dostlarımızla anlaşmazlığa düştüğü için birkaç ay, yeni bitmiş rutubetli binada tek başına gecesini gündüzüne katarak görüntüyü ekrana taşıdıktan sonra işine son verildi… Bizim burada hizmete layık görmediğimiz bu gönül adamı, daha sonra, TRT genel müdürlüğüne değer görüldü. Kararnamesi Cumhurbaşkanına gönderildi. Bir siyasi parti üyesi olduğu gerekçesiyle de reddedildi. Bu hüzne, Mehmet Nuri Şahin’in kalbi dayanamamış olacak ki,   bu yılın başlarında o da Hakkın rahmetine kavuştu…

Onun Televizyondan ayrılmasından birkaç yıl sonra, bir gece arandım. Telefondaki ses, Mehmet Yılmaz dostumdu. “Ağabey acele Televizyona gel”, diyordu. Kalkıp gittim. İçeride Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Hasyüncü ve daha başka insanlar vardı. Mehmet Yılmaz; “Ağabey, bu andan itibaren Televizyonun emaneti sana. Hemen yayına geçer misin?” İtiraz edecek oldum; “Bu iş, böyle çalıyı tepeden sürüyerek yapılmaz. Oturup konuşalım, anlaşalım, prensipleri belirleyelim, biraz zaman verin bana”,  dedim, ama beni zorla yayına aldılar. Yayında, ilk defa karşılaştığım Nevin Hanım var. Beni gülerek karşıladı. Sanki kırk yıllık dost-kardeşmişiz gibi, hâl hatır sordu. Beklenmedik bir emrivakii de o gerçekleştirdi ve kameralar beni gösterirken, kendisi anons etmeyi ihmal etmedi:

-Evet, sevgili izleyiciler, bu saatten itibaren Elif TV’nin yeni Genel Müdürü Muhsin İlyas Subaşı beydir. Bundan sonra televizyonumuzu o yönetecek, programlarımızın sorumluluğu onda olacak…

Artık diyecek bir şeyim yoktu. Hepsi iyi niyetliydi, hepsi burada bir şeylerin yapılması için çırpınıyordu. Ben de yeni emekli olmuş ve İhlas Grubunda yöneticilik görevi almıştım. Artık, orasını, onlardan izin alarak bırakacak gelip burada hizmetimi sürdürecektim.

İşe başladım. Televizyonda herhangi bir ücret almadan fedakârca çalışan tek kişi Nevin Akyurt’tu. Kendisinin bir sıkıntısı vardı: Göğüs kanseri tedavisi görüyordu. İnanmış bir insanın teslimiyeti içerisinde neşeli, canlı, heyecanlı, çalışkan bir mizaca sahipti. Hastalığını hiç ama hiç dert edinmiyordu. İslâmî tevekkül ve teslimiyet anlayışının en hassas ölçülerini kişiliğinde toplamış bir insandı: “Bizi Yaratan, bizim dünya emanetimizin sınırlarını da koymuş. Vakti gelince gideceğiz. Niye dert edineyim ki?” diyordu… Ondaki bu kadere rıza anlayışına ve morale hayrandım… Gündüzleri ne teklif ettiyse reddetmedim. İki yıla yakın bir süre kalabildiğim bu televizyonda, onun, gayret ve duyarlılığı bana itici güç olmuştu. Her sıkıntıya düştüğüm de, Nevin hanımı hatırlamış, “O hastalığına rağmen, hizmet için çırpınıyor da, sana ne oluyor Muhsin İlyas!?” diyerek kendimi hesaba çektiştim.

Hiç unutamam, bir gün bir öğrencim geldi. Amerika’ya gideceğini, Orada okumak için burs bulduğunu ama yol parasının olmadığını söyledi. Amerika’ya uçak bileti de hayli pahalıydı. Bu gencin ihtiyacının karşılanması için, kendisini Fakir ve Muhtaçlara Yardım Derneği’ne gönderdim. Derneğin yönetimini de o da rahmetli olan Ahmet Bacanak yapıyordu. “Ağabey, bu gencin talebine çözüm bulursan sevinirim”, diye de telefon ettim.

Çocuk oraya gider, durumunu anlatır. Onlar, kendilerine kayıtlı muhtaç insanlara yardım yaptıkları için bu gencin ihtiyacına çözümde zorlanırlar. Nevin hanım içeri girer. Meseleyi sorar, anlatırlar. Kolunda bir adet bileziği vardı, çıkarır onu verir, cüzdanındaki paranın tamamını da üzerine ilave eder:

-Hadi yavrum, bu ülkenin yetişmiş insanlara ihtiyacı var. Bir an önce git ve çok çabuk da yetişip geri dön!..

Bunu bana kendisi değil, Ahmet Bacanak anlattı. Kendisine teşekkür etmek istediğim zaman, yüreğimi sızlatan karşılık verdi:

-Muhsin Hocam, bu ülkenin en büyük problemi aydınından geliyor. Ben okumuş ve ülkemize önemli hizmetlerde bulunmuş bir babanın kızıyım. Eğer bugün insanlarımız için böyle çaba gösteriyorsam, bu babamın bana verdiği terbiyenin gereğidir. Bu çocuklar yetişirse, bu ülke başkalarına el açmaktan ve başkalarının tuzağına düşmekten kurtulur… Böyle idealist gençlere servetim ne ki, canımı bile veririm..

Evet, Nevin Hanım, sonunda canını da verdi. O bir “Gönül Hanımı” ve Allah dostuydu. Hastalığının ilerlemiş olmasına rağmen, kurdukları ve öncülüğünü yaptığı “Erciyes Fener”inde muhtaçların evine kadar gidip onlarla bizzat ilgilenmeyi ihmal etmiyordu. Onu görüp dinledikçe, hep kendi kendime söylenirdim: “Bu hanım gibi ülkemizde  her ailede bir tane olsa, Türkiye hem iman, hem de güç ve gayret yönünden nerelere koşardı?..” Hizmet için belki eşini, çocuklarını ihmali bile göze alan bir fedakâr anne kimliğinden çok, öncü bir hayır kadını olmasıyla unutulmayacak hizmet ve hatıralar bıraktı. Cenazesine gösterilen o sıcak ilgi ona duyulan muhabbetin bir göstergesiydi…

Ölümünü duyduğum günü gözyaşımı tutamadım. Ne yazık ki, defnedildikten sonra haberdar oldum. Cenazesine gidip onu sevgilisine uğurlayamadım. Muhabbeti bizimledir, gönlümüzdedir. Duamız onunla olacaktır, mekânı cennet olsun.]