Mim Kemal Öke: İlla ve lâkin güzel ahlâk

A+
A-

Mim Kemal Öke: İlla ve lâkin güzel ahlâk

Prof. Dr. Mim Kemâl Öke ile tasavvuf yolculuğunu, “Yaralı Ceylanlar Kulübü”nü ve hayatının perde arkasını konuştuğumuz keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Röportaj: Deniz Demirdağ

Prof. Dr. Mim Kemâl Öke’nin yaşam öyküsünü sizden dinlemek isteriz. “Acılı bir aileden geliyorum” cümlesini kullanıyorsunuz kendinizden bahsederken. Neden acılı bir aile?

1955 Yılının 1 Aralık günü dünyaya gelmişim. Dedem Mim Kemâl Bey, yani Mustafa Kemâl Paşa’nın doktoru, 1955 Ocak ayında vefat etmiş o nedenle vefatından sonra doğunca dedemin adını bana vermişler. Nişantaşı’nda doğdum, büyüdüm. Annemin babası olan dedem Bülent Üstündağ, İzmir Çeşme’de Demokrat İzmir Gazetesi’ni çıkarmaktaymış. Bülent Bey’in babası Ekrem Hayri Üstündağ da Demokrat Parti’nin kurucularındandır ve 1950-1954 yılları arasında Demokrat Parti Hükümeti döneminde Sağlık Bakanlığı yapmıştır. 1946’da yapılan çok partili seçimlere CHP’nin şaibe karıştırdığı iddia olunur. Bu dönemde dedem Bülent Üstündağ, çıkarmış olduğu Demokrat İzmir Gazetesi’nde kısa bir yazı yazar, “Gayri nesebi sahihler seçime hile karıştırdı.” şeklinde. O dönem İnönü bu konuyla ilgili soruşturma başlatır. Normalde yazının yazıldığı dönemde sorumlu yazı işleri müdürü dedemdir. Fakat askerden çağrılır ve vazifesini yapmak için askere gider. O sırada sorumlu yazı işleri müdürü olarak anneannemi bırakır. Tahkikat neticesinde anneannem yazıdan sorumlu tutulur ve hamile olmasına rağmen tutuklanır. Dedem o dönem askerdedir. Anneannem pek çok siyasinin araya girmesi sonucunda serbest kalır. Dedem askerliğini tamamlar ve eve döner. Bir akşam yemeğinin ardından odasına çekilir ve biraz sonra bir silah sesi duyulur. Dedem bu durumu gururuna yedirememiş ve hayatına son vermiştir. Bu, ailede derin bir yara olarak hep kalır. Anneannemin de bu olaydan sonra tüm psikolojisi alt üst olur. Dedemin vefat ettiği günün her sene-i devriyesinde nöbet krizleri tutar ve o da dedemin intihar ettiği bir gün intihar ederek hayatına son verir. Bu olaylardan tabii ki annem de çok etkilenir ve onun da bilinçaltında derin yaralar bırakır bu aile travması.

Akademik kariyeriniz birçok insanın feyz alabileceği ve birçok insana da örnek olacak cinsten başarılarla dolu. Nasıl bir çalışma disiplininiz var? Zorlu yaşantınızın bu başarılarınızdaki etkisi nedir?

Kendimi bildim bileli her gün en az 200 sayfa kitap okurum. Kendimi hep öğrenci olarak tanımladım. Çünkü insan her an öğrenme halindedir. Zorlu yaşantımın bu başarılardaki etkisini şu şekilde açıklayabilirim: İnşirah sure-i şerifesindeki, “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” ayet-i kerimesinin tecellisini her daim gördüm. Zorluklar, yaptığım her işi daha iyi yapmamı sağladı. Kolayı herkes başarır, sıradan olmamak sıra dışı olmak için zorluklarla mücadele etmek gerekir.

Türkiye’de 35 yaşında profesör olarak bu unvanı elde eden en genç kişi oldunuz. Bu başarı serüveninde ne gibi zorluklarla mücadele ettiniz ve bu zorlukların üstesinden nasıl geldiniz?

Hiçbir zaman profesör olmak için okumadım ve yaptığım yayınları da profesörlük payesi almak için yazmadım. Doktoramı aldıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde çalıştığım dönemde üniversitenin rektörü, “Sizin doçentlik için süreniz gelmiş ve yeteri kadar da yayınınız var, başvurun lütfen.” dedi. Yoksa aklımda yoktu. Profesörlük de aynı şekilde oldu. Kitaplarımın çoğunu profesörlüğümü aldıktan sonra yazdım. Türkiye’de genelde tersi olur. Akademik unvanlara sahip olunduktan sonra pek çok insan yazmayı, üretmeyi bırakır.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği Filistin Dairesi’nde çalışmışlığınız var. Bunun yanı sıra Cambridge Üniversitesinde öğretim görevliliği teklif edilmişken siz Türkiye’ye dönmeyi tercih ediyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

Cambridge Üniversitesi’nde lisans eğitimimi tamamladıktan sonra Cambridge ve Sussex Üniversiteleri’nde iki ayrı master yaptım. O dönemde Cambridge Üniversitesi rektörü Uluslararası Adalet Divanı üyesi yargıçlardandı. Beni rektörlüğe davet etti. “Siyonizm ve Filistin sorunu ile ilgili çalışmanı okudum ve çok beğendim. Eğer kabul edersen seni BM Filistin Dairesi’ne teklif edeceğim.”, dedi. 68 kuşağıyım. Anarşinin zirve yaptığı bir dönemde dünyayı kurtarabilmenin silah ile değil, kalem ile olduğuna inananlardanım. Bu idealistliğim beni akademiye yönlendirmişti.

Dünyayı kurtarabileceğime inanıyordum. Birleşmiş Milletler’de çalışmaya başladım. Bir rapor hazırlamamı istediler. Hazırladığım rapor tamamen objektifti ve İsrail’in aleyhine, Filistinlilerin lehineydi. Genel Kurul’a çıkarmadan evvel raporlar görüşülür. Dediler ki, “Raporunuz çok güzel olmuş, tebrik ederiz. Fakat İsrail’in aleyhine bir rapor Genel Kurul’a giremez.” O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Tüm inancımı yitirmiştim, dünyayı değiştireceğime dair… Ondan sonra bana Birleşmiş Milletler’de daimî kadro vermelerine rağmen kabul etmedim ve Türkiye’ye dönme kararı aldım.

“Dünyayı değiştiremiyoruz; belki Türkiye’yi değiştiririz, kurtarırız” dedim. Türkiye’de TRT’ye, Özal’a, Demirel’e ve Ecevit’e danışmanlık yaptım. Sonra baktım ki Türkiye’de de pek bir şey değişmiyor. Bu kadar tecrübeden sonra geç de olsa meselenin sistemden ziyade insan olduğunu idrak ettim. İnsanı değiştirmeden hiçbir sistem işlemez, bu olmadan Türkiye’yi ya da dünyayı değiştirmek mümkün değil. Meselenin özü insan!

Türkiye’nin en genç profesörü olarak çok parlak bir kariyerle hizmet etmek için döndüğünüz Boğaziçi’nde neler yaşadınız?

Boğaziçi’nde her şey hoş, güzel görünür dışarıdan. Ancak Boğaziçi’nde “milliyetçi muhafazakâr” kimliği haiz iseniz barınmanız çok zordur. İlk zamanlar yüzüme kimse gelip bir şey söylemiyordu ama hissettiriyorlardı içten içe. Cuma namazına giderken bir öğrencim gelip, “Hocam sizi fişliyorlar, namaza gitmeyin” demişti. Bir gün bir başka öğrenci geldi ve odamda, “Hocam tarikatlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin de ilginiz var mı?” gibi sorular yöneltti bana. Tabii bir anda konuya girişinden ne yapmak istediğini hissettim. Allah’ın işi, o vakit cebindeki kasetli kaydedicide kaset sona gelmişti, tık diye ses geldi. Çık dışarı, dedim. 28 Şubat sürecine giderken yavaş yavaş maskeler düşmeye başlamıştı. İlk zamanlar üzerimdeki ders yükü azaltılmaya başladı. Ailemi geçindirmem lazım, paraya ihtiyacım var. Bu da mobingin farklı bir tarzı… Herkes yüzünü çevirmeye başladı. Hiç kimse muhatap olmuyor. Ders vermenize engel oluyorlar. En sonunda gelip yüzüme karşı, “Seni burada istemiyoruz, istenmiyorsun, anlamadın mı hâlâ?” dediler. Ondan sonra mecburen Boğaziçi’nden ayrılmak durumunda kaldım.

Bir ifadenizde “Batı İslâm’a düşman değil, Türklerin Müslümanlığına düşman!” diyorsunuz. Batı’nın bu rahatsızlığının kökenleri nelerdir?

Batı, Türk’ün İslâm’ı temsilinden rahatsız. Batı’nın istediği İslâm örneği; IŞİD yani DAEŞ tipi. Batı, bu örgütlerden gayet memnun çünkü onların yapamayacağı çok büyük bir işi yapıyor bu oluşumlar. İslâm’ı Batı bu kadar karalamaya çalışsa başaramazdı. İslâm’ın bugün dahi en güzel temsilcisi Türklerdir.

Siyasetin içinde hem oldunuz hem de olmadınız. Bu nasıl bir dengeydi? Bilinçli sergilenen bir tutum muydu?

Pek çok lidere ve kuruma danışmanlık yaptım. Fakat bu işlerin hiçbirinden para almadım. Bilabedel, vatan millet Sakarya anlayışıyla yaptım her şeyi. Özal’la ilk görüştüğümüzde şart olarak maaş almadan çalışabileceğimi söylemiştim kendisine. O da, “Mim Kemâl, çok tuhaf adamsın, neden?” demişti. Ben de, “Para alırsam herhangi bir yerde hata yaparsanız sizi uyaramam, konuşamam.” demiştim. Yaptığım işleri siyaset gereği yapmadım. Ülkeme ve milletime faydalı olsun diye yaptım. Kimsenin keyfi için herhangi bir söylemde bulunmadım. Bu da beni siyasetin dışında tuttu.

Babalığınız hayatınızın ayrı bir bölümü gibi. Oğlunuz Alihan’ın doğuşuyla değil, ameliyat oluşuyla baba olduğunuzu, kızınız Nazlı’nın doğumunu ise hayatınızın bir kırılma noktası olarak ifade ediyor ve hayatınızı kızınızdan öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayırıyorsunuz. Bu iki dönemi nasıl değerlendirirsiniz? Baba olduktan sonra ve kızınızın doğumuyla hayatınızda neler değişti?

Hep şuna inanır ve söylerim: Anne doğulur, baba olunur ama herkese nasip olmayabiliyor babalık. Oğlum doğduktan sonra dahi baba olduğumu fark edememiştim… Ta ki oğlumla bir gün oynarken, nefesinin kesildiğini, mosmor olduğunu görene kadar. O gün, oğlumun kalbinde problem olduğunu ve ameliyat edilmesi gerektiğini öğrendim. Sonra yurt dışına ameliyat için gittik. Doktorlar oğlumuzun kurtulma ihtimalinin %1 olduğunu söylemişti. O gece eşimle aynı yatakta sırt sırta yatarken ikimiz de hıçkıra hıçkıra ağlıyor fakat birbirimize fark ettirmemeye çalışıyorduk. Bu, babalığı fark ettiğim andı fakat tek başına fark etmek yetmiyor, aynı zamanda idrak etmek gerekiyor.

Nazlı, Down Sendromlu olarak doğdu. Fakat ben ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Hastanede doktorun tesellisini hatırlıyorum! Zaten bağışıklığı düşüktür bu çocukların, camı açık bırakırsınız bir gün ölür, hallolur! İşte, hayatımın en büyük dönüm noktasıydı. Bir taraftan bir babayı çocuğunu öldürmeye teşvik eden doktor! Bir taraftan ben ne yaptım da çocuğum böyle oldu düşüncesi. Nazlı’nın doğumundan sonra eşimin, “Sen Cumalara gidersin, hadi Cuma’ya git.” ısrarıyla gittiğim Cuma’da yaşadığım o an beni babalığı idrakin eşiğine taşıdı. “Camiye girdim, isyan ile geldim sana Allah’ım…” dedim. Hutbe sırasında rüya ile gerçeklik arasında bir perde açıldı gözümün önünde… Karşıda cennet ve bir kız çocuğu, kız çocuğu Nazlı’m. Önümde kocaman bir uçurum ve kaynayan volkanlar ve kıldan ince, kılıçtan keskin bir yol. O sırada Nazlı bana elini uzatıyor karşıdan ve beni kendine doğru çekip karşıya geçiriyor. İşte o vakit “Allah!” diye haykırdım. O sırada camide de iç ezan okunuyordu. Namazı kılıp hemen eve gittim. Nazlı’mı kucakladım. Sarıldım. “Kızım, bundan sonra hiçbir zaman ayrılmayacağız.” dedim.

Nazlı ile her şeyi daha güzel yapmaya başladım. Profesörlüğümü bile. Aradan yıllar geçti. Bir gece bir manada şunu gördüm. Ölmüşüm, cennete girmişim, aksakallı bir zat karşımda. “Mim Kemâl Bey, hoş geldiniz. Cennete tevdi olundunuz. Ne istersiniz?” dedi. “Nazlı’yı…” dedim. “Peki, arızaları giderilmiş mi yoksa aynı şekilde mi?” dedi. “Aynı şekilde!” dedim. İşte o anda bir nida işittim, “Evladım, biz sana dünyadayken cenneti verdik.” diye… O an ene razi, ene razi (Ben razıyım!) diyerek raks etmeye başladım. İşte bu da bana babalığı idrak ettirdi, diye düşünmekteyim. İnsan aynı insan, değişen idrak!

Cambridge Üniversitesi’nde bir papaz vasıtasıyla ilk namazınızı kılıyorsunuz. Bir ifadenizde de, “Tasavvuf yoluna girmesem ayakta duramazdım” diyorsunuz. İslâmî yolculuğunuz ve tasavvufa yönelişiniz nasıl oldu?

Cambridge Üniversitesi’nin ara ara tanışma kokteylleri olurdu. Bir gün katıldığım kokteyle bir papaz geldi ve “Sizi kilisede göremiyorum” dedi. Ben de bir anda Müslüman olduğumu hatırladım ve “Ben Türk ve Müslümanım” dedim. Kusura bakmayın, sizi taciz etmek istemezdim, bilmiyordum” dedi. “Önemli değil” dedim. Dedi ki: “Peki ibadetlerinizi rahat bir şekilde yapabiliyor musunuz?” Evet, dedim. Hâlbuki namaz falan da kılmıyorum. Başımdan savmaya çalışıyorum. “Ama sizin toplu yapmanız gereken ibadetleriniz var; Cuma namazı gibi. Size bir yer tahsis edelim.” dedi. “Ama kim gelecek?” dedim. Dedi ki: “Diğer kolejlere de duyururuz. Pek çok Müslüman var, herkes gelir.” “Peki, imam kim olacak” dedim. “Sen” dedi. “Ben mi?” “Evet, sen.” “Sizin dininizin şartlarına göre imamın akıl sahibi olması, ilim sahibi olması yeterli. Cambridge’e geldiğine göre zekisin, yakışıklısın. Tüm şartları haizsin.” dedi. O andan sonra mescit hazırlanana kadar Şarkiyat Fakültesi’ne gidip İslâm’la ilgili ne kadar kaynak varsa okudum. Arapça kursuna katıldım. Açılış günü geldi çattı. İngilizce, Arapça ve Türkçe olmak üzere üç ayrı dilde hutbe okudum. Sonra namazı kıldırdım. Hayatımdaki ilk namazım, kıldırdığım namazımdı. Bir papaz vesilesiyle mensubu olduğum dinimi öğrendim ve namaz kılmaya başladım. Allah dilediğine hidayet eder. Mü’minden de kâfirden de işler, icraatini yapar!

Bir gün kızım Nazlı’yla ve eşimle birlikte Amerika’nın Orlando eyaletine Down Sendromlularla ilgili bir kongreye gidiyoruz. Atatürk Havalimanı’ndayız. Özallı yıllar. O dönemler Özal’ın dış politika danışmanlığını yapıyorum. Her gören ülke durumunu soruyor. Ellerim dolu, uçak sırasını bekliyoruz. O sırada gölge gibi bir adam beni takip ediyor. Herhalde beni tanıyan, ülke gündemine dair bir şey sormak isteyen biri, diye düşündüm. Sonra bana yaklaştı. “Mim Kemâl Bey” dedi. “Buyurun” dedim. “Allah yolunuzu açık etsin.” dedi. “Sağolun.” “Siz, niçin buradasınız?” Dedi ki, “Kızımızı ve damadımızı uğurlamak için buradayım.” Sonra uçağa binip Orlando’ya gittik. Geri döndüğümüzde bir aile dostumuz, “Tanıdığımız mübarek bir zat var. Bir de ona gidelim, duasını alalım.” dedi. Tamam, dedim. Ama çok yorulmuştum artık. Kalktık, gittik. İçeriye bir girdik ki bizi karşılayan zat havalimanında bizi uğurlayan zat idi. “Gel damat, gel.” dedi. İnanır mısınız, Nazlı Down Sendromlu bir çocuk olarak o zatın önünde namaza durdu, secdeye gitti. Daha küçücük çocuk. O zat Mehmed Faik Erbil Hazretleriydi. Tasavvufla tanışmamız bu vesile ile oldu. O vakte kadar ehl-i şeriat bir adamdım ama doğrusu hep bir eksiklik hissediyordum. Tasavvuf, ibadetleri safa haline getirme sanatıdır. Yaptığınız her ibadeti, her işi farklı bir idrakle, aşkla ve zevkle yapmaya başlıyorsunuz. Hayatınızın o andan öncesini yaşanmamış olarak değerlendiriyorsunuz.

Size göre tasavvuf nedir?

Tasavvuf bize göre; illa ve lâkin güzel ahlâk, Hakk’ın rızası için halka hizmettir. Biz böyle duyduk uludan. Tasavvuf, Hz. Peygamber’in (sas) miracının yeryüzündeki tecelli halidir. Halkın içerisinde Hakk ile birlikte olmak, yaptığın her işi O’nun rızasını kazanmak için yapmaktır. Büyük zatlardan Ebu’l-Alemeyn Ahmed er-Rıfâî Hazretleri cüzzamlıları alır, yıkar, giydirir, yedirir ve bakarmış. Böyle olunuyor ölümsüz olmak! Tasavvuf el-etek öptürme aracı değildir. Tasavvuf, baştan sona, insana hizmeti öğütler!

Yaptığınız konuşmalarda “kalp” kavramı üzerinde çokça duruyorsunuz. Kalbe bu derece ehemmiyet vermenizin sebebi nedir?

İnsanın kalitesi, kalbinin/gönlünün kalibresi, kalitesi ile ölçülür. Allah bir hadis-i kudsîsinde,  “Yere göğe sığmam, mü’min kulumun gönlüne sığarım.” buyurmaktadır. Kalp ama nasıl bir kalp? İnsan Kâbe’ye doğru secde ediyor, Kâbe’ye etmiyor, Kâbe’nin sahibine secde ediyor. Kâbe’ye etmiş olsak putperest oluruz. Allah yukarıdaki hadis-i kudsîsi ile “Benim Kâbem insanın kalbidir.” buyurmaktadır. Kalbi içerisindeki putlar yıkılmadığı zaman her şey nafile ki kalbi Kâbe olarak düşünelim, gönlü de içerisindeki putların yıkıldığı bir Kâbe olarak düşünelim. Yani mesele kalbi gönle dönüştürebilmekte. Kalbin içerisindeki putları yıkabilmektir mesele! Hz. Peygamberin (sas) yaşantısının her aşaması remizlerle örülüdür. Kâbe’nin içerisindeki putların yıkılmasını öyle üç beş taş parçasının yerle yeksan edilmesi olarak algılarsak pek çok şeyi ıskalamış oluruz!

Tasavvufla ilgilenmeye başladınız ve büyük bir dönüşüm yaşadınız. Bu dönüşümün akademik kariyeriniz ve görüşleriniz üzerinde etkileri oldu mu? Bu dönüşümün öncesinde ele aldığınız eserlerinizi bugün kaleme almış olsaydınız aynı çerçevede mi ele alırdınız? 

Tasavvufun insana kazandırdığı en önemli özelliklerden biri, farklılıkların farkına vararak ve onları kabul ederek bir arada yaşamayı öğretmesidir. Tasavvuf, insana tevhidi öğretir. Allah’ın hilkatteki yani yaratılıştaki muradı tevhiddir. Hz. Ali Efendimiz buyuruyor ki: “Fark olmadan cem olmaz. Farksız cem şirktir.” Her şey zıddıyla kaimdir. Farklılıkları zenginlik olarak görmenizi sağlar, tasavvuf. O açıdan bakış açınıza dair, idrak noktasında tabii ki çok büyük değişiklikler söz konusu olabiliyor. Kitaplarım konusundaki sorunuza ise şöyle cevap vermek isterim: Bir konuda kitap yazmaya karar verdiğinizde onu hemen yazmalısınız! Ara vererek yazacak olursanız eğer, yarısına geldiğinizde önceki kısımları beğenmeyebilirsiniz. Çünkü daha önceki sorularda da ifade ettiğim gibi insan sürekli tekâmül halinde olan bir varlık, Allah (c.c.) ayette buyuruyor ya, “O, her an başka bir şandadır.” yani “Her an başka bir tecelli/yaratma halindedir.” diye. Allah kullarına da her an tecellide bulunuyor. Bazısı esfel-i safilin oluyor, bazısı eşref-i mahlûkat! O nedenle her şey anında güzeldir. Dün yaptıklarımı dünkü idrakim ile bugün yaptıklarımı bugünkü idrakim ile değerlendirmem gerekir. İnsan, tarihin ta kendisidir. Dönemin şartları içerisinde ele alınmalı ve öyle değerlendirilmelidir.

“Yaralı Ceylanlar Kulübü” adıyla andığınız ve aslında tasavvufun özünü temsil ettiğini düşündüğünüz ve ceylan motifi üzerinden sürdürdüğünüz çalışmalarınız mevcut. Özellikle son birkaç yıldır hayatınızın odak noktasını teşkil eden bu bağlam üzerine konuşmak isteriz. Yaralı ve yararlı ceylanlar kimdir, burada kimin ve neyin hikâyesi anlatılmaktadır, asıl “engel” nedir?

Ceylan/geyik/ahu/maral motiflerinin bizim Türk-İslâm kültürümüzde ve kültlerimizde, destanlarımızda, mesellerimizde önemli bir yeri haiz olmakla birlikte bu kültürleri şekillendiren ana çerçeve olan tasavvufta da oldukça fazla meseleyi remzeder bu motifler. Nitekim bir İbrahim bin Edhem yahut Abdal Musa menkıbesini, alan ile ilgili olan çoğu kişi hatırlayacaktır. İşte biz bu manevî sembolizasyondan yola çıkarak zamanında “Yaralı Ceylanlar Kulübü” olarak tabir ettiğimiz meseleyi, dünyanın yüzü suyu hürmetine döndürüldüğü saf gönülleri baz alarak, “Yararlı Ceylanlar Kulübü”ne doğru genişlettik. Daha doğrusu onlar sayesinde olduruldu bu. Kimdir bu sâfiler? Elbette, bizim amiyane tabirle engelli addettiğimiz özel çocuklarımız. Yıllar yılı çocukların gıyaplarında, “Beni dinlemezsen sen de böyle olursun.” diye konuşularak engel addedilen nadidelikleriyle korkutulduğu ve yetişkinlerin de, “Hepimiz birer engelli adayıyız.” gibi cümlelerle kalıplaştırdığı bu özel insanlar değil aslında engelli olanlar, asıl engelliler bizleriz. Gözlerimizdeki perdeleri, yüreklerimizdeki engelleri kaldıramadığımız sürece de öyle kalıyoruz. İnsanın kalite belgesi yüreğidir, yüreğinin içine koyduğudur ve işte asıl engel, yumuşamamış bir kalp ve onun içine yerleşenler kalıplardır.

Kızım Nazlı’nın bana en güzel meslek olan babalık mesleğini öğretip bu mesleğin profesörlüğüne terfi ettirdiğini her fırsatta söylüyorum. İşte biz bir grup gönüllü olarak, Nazlı’nın ve benim yıllar yılı aldığımız eğitimler çerçevesinde çoğu yetim ve öksüz özel çocuklarımızla ritim ve dans dersleri yapıyor, ilahileri meşk ediyor, türlü yöremizden kadim halk oyunlarımızla hem öğreniyor hem eğleniyoruz. Çocuklarımız sandalyede olsun ayakta olsun sema’a duruyor artık, var mıdır ötesi?

Tasavvufun getirdiği o güzel “İlla ve lâkin güzel ahlâk” düsturu doğrultusunda onların saf gönüllerinden sirayet edenlerle biz, kendi engellerimizi kaldırmaya çalışıyoruz. Bir ceylanın hem av hem avcı olması motifi etrafında, bu çocuklarımız avmış gibi görünürken bizi avlamış bulunuyor aslında. Öyle değil midir? Peki, biri sultan biri külhanbeyi, İbrahim bin Edhem’in de Kaygusuz Abdal’ın da avıymış gibi görünen o ceylanlar, geyikler aslında onları avlayıp da, “Sen dünyaya bunun için gelmedin!” diyerek hakikatin yolunu açmamışlar mıdır onlara? İşte bizim yaralı ceylanlarımızın yararlı ceylanlara dönüşmesi de bu şekildedir. Yararlı Ceylanlar, ne bir vakıftır ne de dernektir. Muhabbet ilmini marifete dönüştürebilme yolunda meşk eden bir ceylanlar topluluğudur.

Orta Doğu ve Filistin sorunlarıyla, Ermeni Meselesiyle ilgilendiniz ve bu alanda kaynak mahiyetinde eserler verdiniz. Bu çalışmalarınızın devamı gelecek mi?

Bu alanlarda yapmış olduğumuz çalışmalar, arşiv taraması ve raporlamadan tutun tarihî vesikaları gerekçelendirmeye kadar, alanındaki ilklerdi ve çok geniş kapsamlılardı. Bu zamana kadar, sağ olsunlar, akademisyenlerden öğrencilere birçok kişi tarafından birçok kez atıfta bulunuldular. Elbette, bu kitaplar tekrar baskılara giderken hem de üzerine koyduğumuz çalışmalarda yeni bulgular, belgeler ve metotlar ışığında gerekli güncellemeleri yapıyoruz. Benzer alanlarda çalışan genç arkadaşlar da emek edip takdire şayan çalışmalar yapıyorlar zira “araştırma” ve “yazma”, öyle söyleniverdiği gibi kolay bir mesele değildir; kendini vakfetmeyi, hatta bir nevi itikâfa çekilmeyi gerektirir.

Hayatınızda iz bırakan kitaplar ve yazarları sorsak ve bir de okuduğunuz ve beğendiğiniz kitap isimlerini…

Hayatımda iz bırakan ve başucu kitabı olarak addedebileceğim en önemli kitaplardan biri elbette Hz. Mevlana’mızın Divan-ı Kebir’idir, baştan sona “aşk”ın terennümüdür. Bu nedenle çoğu kitabın bilgisini zaten içerir. Beğendiğim birkaç kitaptan bahsetmek yerine, bu satırları daha çok gençlerin ve genç hissedenlerin okuyacağını düşünerek, fakir, şöyle naçizane bir tavsiyede bulunmak isterim: Gençler fakire soruyorlar, “Hocam, ben tasavvuf ile ilgileniyorum. Okumaya nereden başlamalıyım?” diye. Onlara tavsiyem yıllarca Uzak Doğu dövüş sanatlarıyla, binicilikle uğraşmış biri olarak şudur: Bireysel sporlarla, binicilikle ilgilenebilirler. “Kendini bilen Rabbini bilir.” düsturunca bireysel sporlar da aslında manevî gelişime ve tekâmüle, nefis terbiyesine müthiş bir kapı aralar. Keza binicilik, at gibi zarif ve ne latif ama özgürlüğüne de düşkün bir hayvan ile kurulan bağ ile şekillenen bir terbiye düsturu kazandırır insana.

Röportaj: Deniz Demirdağ

“Mim Kemal Öke: İlla ve Lâkin Güzel Ahlâk” Kitabın Ortası dergisi, Temmuz 2019, sayı 28.