Mesnevî-i Şerîf Tercümesi – CİLT 4 (3501 – 3855 Beyitler)

A+
A-

MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi

Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)

CİLT 4  (3501 – 3855 Beyitler)

Evvel de sensin, âhır da sen… bizse arada söze bile gelmeyecek hiçin hiçi!
Böyle söylenip dururken nihayet leğeni damdan düştü… gönlü kendinden geçti.
Dua ederken tekrar kendisine geldi… “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!”
O dua ile meşgulken Kıpti’nin yüreği coştu. Ansızın bir nara attı, bir kükredi.

3505. Dedi ki: “Durma, hemen bana iman ederken ne diyeceğini öğret de derhal eski zünnarımı keseyim!
Canıma bir ateştir saldılar… bir şeytana , candan bir iltifattır ettiler.
Senin dostunum seni görmeden duramam… Tanrıya hamt olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu.
Sohbetlerin bir kimya idi herhalde… gönül evinden ayağın eksik olmasın!
Sen cennet fidanından bir daldın… ona yapıştım da beni cennete dek götürdü.

3510. Bedenimi kapıp götüren bir seldi… bu sel, beni de lûtuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti.
Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim.”
İsrailoğlu ona hadi, şimdi su al diye tas getirdi. Kıpti dedi ki: Yürü git sular gözümde hor hakîr oldu.
“Tanrı müminleri satın aldı” sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben!
Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!

3515. Ciğerim susuzluktan yanıp kavrulmakta, su istemekteydi… şimdi öyle bir himmete nail oldu ki suyu hakir görmede!
“Kaf hâ yâ ayn sâd” vadindeki doğruluğa delil olarak Tanrı, Kâfi adının “Kef”i oldu.
Kâfiyim, sana bütün hayırları, sebepsiz, başkasının yardımını vasıta etmeden veririm.
Kâfiyim, seni ekmeksiz tutuyorum… ordusuz, askersiz sana beylik, padişahlık ihsan ederim…
Bahar olmadığı halde sana nergis ve ağustos gülü verir; kitapsız ustasız sana bilgiler belletirim…

3520. Kâfiyim, ilaçsız sıhhat verir; mezarı, kuyuyu meydan haline getiririm…
Musa’ya bütün âlemin başına indirsin diye bir sopa verir; kuvvet kudret bağlarım…
Musa’nın eline bir nur, bir parlaklık veririm ki güneşe bile tokat atar!
Sopayı yedi başlı yılan haline getiririm… hem öyle bir yılan ki erkek bir yılanın belinden gelmemiş, dişi bir yılandan doğmamış.
Nil suyuna kan karıştırmam; kudretimle suyunu kan haline getiririm.

3525. Nil suyu gibi neşeni gam haline getiririm de bir daha neşeye yol bulamazsın.
Sonra tekrar imanını yeniledim mi yine Firavundan bezersin.
Görürsün ki rahmet Musa’sı gelmiş… kan gibi görünen Nil, onun yüzünden su olmuş!
İçten ipin ucunu bırakmazsan zevk Nil’in hiç kan kesilmez.
Ben, iman edeyim de bu kan tufanından bir su içeyim diyordum.

3530. Ben ne bilirdim ki Tanrı beni değiştirecek, gönlümü başka bir hale koyacak da beni Nil yapacak!
Başkalarının gözünde eskisi gibiyim ama benim gözüme akıp duran bir Nil görünmede!
Nitekim bu âlem de Peygamberin gözüne tespihe gark olmuş görünmede… bize göreyse aptalca durup duruyor.
Onun gözüne bu âlem aşk ve ihsanla dolmuş görünüyor; başkasının gözüne ise ölü ve cansız.
Yukarı olsun, aşağı olsun onca her yer, hızlı hızlı yürümede… o, taştan topraktan nükteler duymada!

3535. Halbuki halka bunların hepsi kapalı… her şey ölü görünmede… ben, bundan daha ziyade şaşılacak bir perde görmedim.
Bütün mezarlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru!
Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi.
İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o.
Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da “Heletâ” daki gülüşleri görün hele!

3540. O ters şey, armut ağacının üstünde öyle görünür… a genç ağaçtan in de bak!
O armut ağacı, varlık ağacıdır… sen orada oldukça sana yeni şey eski görünür.
O ağacın üstünde oldukça âlem pis bir dikenlik, kızgın akreplerle, yılanlarla dopdolu bir yer görünür.
Fakat ağaçtan inersen derhal âlemi gül yüzlü dilberlerle, dadılarla, tayalarla dolu görürsün!

Kötü karının, kocasına o görünen kötü hayaller, armut ağacının üstünden adamın gözüne öyle görünür.. aşağıya in de hayaller gitsin demesi. Birisi, o adamın gördüğü hayal değildi ki derse şu cevabı veririz: Bu misaldir, mesel değil. Misalin bu kadar oluşu da kâfi. Eğer armut ağacına çıkmasaydı ister hayal olsun, ister hakikat gördüklerini görmeyecekti ya!

   Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu.

3545. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi.
Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı.
Dedi ki: A merdut ahlâksız… üstündeki lûti kim?
Karı gibi onun altına yatmışsın… meğerse sen ne ibneymişsin!
Kocası senin başın döndü galiba… çünkü burada benden başka kimse yok dedi.

3550. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç kere daha sordu, söylendi.
Adam,a kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi.
Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti.
Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim?
Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi… kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama.

3555. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak!
Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban!
Aşağıya inde bak… benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!
Şaka ve lâtife bir şey belletmeye yarar… onu ciddi gibi dinle; görünüşte lâtife oluşuna kapılma!
Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır… fakat akıllara göre de lâtifeler, ciddidir.

3560. Aklı kıt olanlar armut ağacı ararlar… fakat bu armut ağacından o armut ağacına uzun bir yol var!
Armut ağacından inde yürümeye koyul… senin gözün de kamaşmış yüzün de!
Bu ağaç, benliktir… evvelki varlıktır. İnsan, bu varlıkla kaldıkça gözü şaşı olur, olmayacak şeyler görür.
Fakat armut ağacından indin mi düşüncede de bir eğrilik, sapıklık kalmaz, gözde de sözde de!
O vakit bu ağacı,dalları yedinci kat göğe kadar yücelmiş büyük bir devlet ağacı olmuş görürsün.

3565. Aşağı indin de ondan ayrıldın mı Tanrı, rahmetiyle o ağacı değiştirir.
Bu aşağıya inme, bu tevazu yüzünden Tanrı gözüne doğru bir görüş kabiliyeti verir.
Doğru görüş kolay ve bedava olsaydı Mustafa Tanrıdan bu görüşü diler miydi?
Dedi ki: “Yarabbi, yukarıda olsun, aşağıda olsun, her cüzü bana olduğu gibi göster!”
Aşağıya indikten sonra yine o ağaca çık… çünkü artık o ağaç, “OL” emriyle değişmiş yeşermiştir.

3570. Musa’nın ağacına dönmüştür bu ağaç! Pılını pırtını Musa’nın bulunduğu yere çekersen görürüsün ki,
Bu ağacı ateş yeşertir, neşeli bir hale kor… dalı, “Şüphe yok ben Tanrıyım der durur!”
Gölgesinde bütün hacetler reva olur… işte ilâhî kimya böyledir.
Artık o benlik, o varlık helâl olur sana… çünkü onda ululuk ıssı Tanrının sıfatlarını görürüsün!
Eğri ağaç doğrulur, Tanrıyı gösterir… “Kökü yerdedir dalları budakları gökte!”

Musa’nın -Allah’ın selamı üzerine olsun- hikayesinin kalanı

Ona mühim vahiyle haber geldi: “Şimdi eğriliği bırak, doğru ol”.

3575 – Bu beden ağacı, Musa’nın asasıdır; ona, “Onu elinden at” diye buyruk geldi.
Böylece onun hayrını ve şerrini görürsün; ondan sonra Allah’ın emriyle onu al.
Atmadan önce o, sopadan başka bir şey değildi; onun emriyle alınca güzelleşti.
O, önce kuzuya yaprak düşürürdü; o aldanmış topluluğa mucize gösterdi.
Firavun’a bağlı olanların başına hakim oldu; sularını kan etti; onları, ellerini başlarına vuran yaptı.

3580 – Yaprak yiyen çekirgeler sebebiyle tarlalarından kıtlık ve ölüm yükseldi.
Neticede gözü yeşilliklere düştüğünde, Musa’dan elinde olmadan dua yükseldi:
“Madem bu topluluk doğru olmayı istemiyor, bütün bu mucize ve çalışmak niçindir?”
Emir geldi: “Nuh’a tabi ol; açıklanmış sonu görmeyi bırak.
Onu görmezlikten gel; çünkü yola çağıransın, “Duyur” emri var; bu boş değildir.

3585 – En az hikmet, senin bu ısrarınla o inat ve asiliklerin ortaya çıkmasıdır.
Böylece Hakk’ın yol göstermesi ve yoldan çıkarması, bütün topluluklara aşikar olur.
Çünkü varlıktan amaç, -gerekleri- açığa çıkarmaktır; onu, öğüt ve azgınlıkla denemek gerekir.
Şeytan azgınlığa ısrar etmekte; şeyh doğru yola götürmekte ısrar et-mekte.
O keder verici iş art arda olunca Nil, baştanbaşa tamamen kan oluyordu.

35120 – Firavun, kendi başına Musa’ya geldi; boyu iki büklüm olmuş ona yal¬varıyordu:
“Ey sultan! Bizim yaptığımızı yapma; bizim söz söylemeye yüzümüz yok.
Senin için parça parça olurum, kabul buyur; ben izzete alışkınım, bana sert davranma.
Ey emin kişi! Haydi; acımayla dudağını kımıldat, bu ateşli ağız kapansın.”
-Musa dedi:- “Ya Rabbi! O, beni aldatıyor; o, sana aldananı aldatıyor.

3595 – Dinleyeyim mi? Veya ben de ona hile yapayım; o parçacı, aslı bilsin.
Zira her düzen ve hilenin aslı, bizim yanımızdadır; toprakta olanın aslı göktedir.”
Hak buyurdu: “O köpek, ona da değmez; köpeğe uzaktan kemik at.
Haydi! O asayı salla, topraklar çekirgenin yok ettiğini geri versin.
O çekirgeler anında kararsın, böylece halk Allah’ın değiştirmesini gör-sün.

3600 – Çünkü benim sebeplere ihtiyacım yok; o sebep, perde ve örtü içindir.
Böylece tabiatçı kendini ilaca verir; müneccim yıldıza yönelir.
Böylece münafık hırsından işsizlik korkusuyla erkence çarşıya gider.
Kulluk etmemiş ve yüzünü yıkamamış cehennem lokması, lokma arar olmuş.
Halkın canı, kuru ot otlayan o kuzu gibi yer ve yenilir.

3605 – O kuzu otlar, kasap “Bizim için murat otunu otluyor” diye sevinir.
Yemek yemede cehennemin işini yapıyorsun; kendini onun için şişmanlatıyorsun.
Kendi işini yap, hikmet rızkını otla, haşmetli gönül şişmanlasın.
Bedenin yemesi, bu yemeye engeldir; can, tacir gibidir; beden de yol kesici gibi.
Tacirin mumu, yol kesen kişi odun gibi yandığında parlar.

3610 – Sen, akılsın ve geri kalanı akla örtüdür; kendini kaybetme, boş yere çalışma.
Bil ki her şehvet/arzu şarap ve afyon gibidir; akla örtüdür ve akıllı ondan dolayı ahmaktır.
Akla sarhoşluk sadece şarap değildir; arzuya bağlı şey, gözü ve kulağı kapatır.
O şeytan şarap içmekten uzaktı; o, kibirlenme ve inkarla sarhoştu.
Sarhoş, olmayanı görendir; bakır ve demir olan şey, ona altın görünür.

3615 – Ey Musa! Bu sözün sonu yoktur; dudağını oynat, bitki yeşersin.”
Musa da öyle yaptı ve o anda da yer, başak ve iri daneyle yeşillendi.
Kıtlık görmüş ve şiddetli açlıkla ölmüş o topluluk, yemeğe üşüştü.
Er kişi, insan ve hayvan, ihsandan birkaç gün doyarcasına yedi.
Karınları doyduğunda, nimete kavuştuklarında ve o zaruret gidince asi oldular.

3620 – Nefis, bir Firavun’dur, dikkat et! O eski küfrünü hatırlamaması için onu doyurma.
Nefis, ateşin harareti olmadan güzelleşmez; kor gibi olmadıkça demiri dövme; sakın!
Beden, açlık olmadan hareket etmez; -açlık olmadan etsin dersen o zaman- bil ki dövdüğün, soğuk bir demirdir.
Ağlasa ve inleye inleye sızlansa da, o Müslüman olmayacak. Dikkat et!
O, Firavun gibidir; kıtlıkta yalvararak Musa’nın önüne öylece baş koyar.

3625 – İhtiyacı olmayınca azar. Eşek yük atınca, çifte vurur.
Onun işi o ah ve ağlamalarla ilerleyince, o zaman bunu unutur.
Yıllarca bir şehirde bulunan bir adam, bir zaman uykuya dalar;
O, iyi ve kötüyle dolu başka bir şehir görür, kendi şehri hiç hatırına gelmez:
“Ben oradaydım; bu yeni şehir, benimki değil; burada rehinim” diye.

3630 – Bilakis daima bu şehirde doğup, buraya alışık olduğunu bilir.
Hayret! Şaşılacak şey midir, ruh da önceden doğup kaldığı vatanları,
Hatırlamazsa? Çünkü bu dünya, rüya gibidir; bulutun yıldızı kapattığı gibi, -insanı- örter.
Özellikle bu kadar şehri dolaşmış, idrakinden tozlar süpürülmemiş -durumdayken-.
İstekle çalışmamış ki gönlü berraklaşsın ve macerayı görsün,

3635 – Gönlü sır deliğinden başını çıkarsın, açık gözü önü ve sonu görsün.

İnsanın başlangıçtan itibaren yaratılış halleri ve konakları

Önce cansızlar ülkesine geldi; cansız oluştan nebat/bitki haline ulaştı.
Yıllarca nebat halinde ömür sürdü; savaştan dolayı cansızlık halini hatırlamaz.
Nebãt halinden hayvanî hale geçince, nebat hali hiç hatırına gelmez.
Sadece nebata doğru özellikle bahar ve çiçek zamanı arzusu olduğunda hatırlar.

3640 – Süt içmeye olan isteklerinin sırrını bilmeyen çocukların, annelerine olan meyli gibi;
Her yeni müridin, bahtı genç yüce şeyhe aşırı isteği gibi.
Bunun cüz’î/parça aklı, o küllî/bütün akıldandır; bu gölgenin hareketi, o gül dalındandır.
Gölgesi, sonuçta kendinde yok olur; o zaman istek ve arayışın sırrını bilir.
Ey talihli! Bu ağaç salınmazsa, diğer dalın gölgesi nasıl salınır?

3645 – Bildiğin yaratıcı, yine onu hayvanî halden insanlığa çekip götürüyordu.
Böylece ülkeden ülkeye gitti, neticede şimdi akıllı, bilgili oldu ve olgunlaştı.
Önceki akıllar hatırında yoktur; yine bu akıldan da -başka hale- dönüşecektir.
Bu hırs ve istek dolu akıldan kurtulunca, şaşılacak yüz binlerce akıl görür.
Uyumuş ve öncesini unutmuş olsa da onu, o unutma halinde hiç bırakırlar mı?

3650 – Yine onu, o uykusundan uyandırırlar; kendi haline alaylı güler:
“Rüyada çektiğim ne üzüntüydü? Doğru halleri nasıl unuttum?
O üzüntü ve hastalığın uyku işi, hile ve hayal olduğunu nasıl bilemedim?”
Dünya uyuyanın rüyası gibidir; uyuyan kişi, bunun sürekli olduğunu sanır.
Sonuçta ansızın ecel sabahı doğar, zan ve hile karanlığından kurtulur.

3655 – Kalış mekanını ve yerini görünce, o üzüntülerinden dolayı kendisini gülme tutar.
Rüyada/dünyada iyi ve kötü gördüğün her şey, mahşer günü birer birer belli olacak.
Bu dünya uykusunda yaptığın, uyanıklık anında sana görünür;
Neticede bu yaptığının, bu rüyada kötü yapmak olduğunu ve senin için yorumu bulunmadığını sanmayasın.
Ey esire zulmeden! Hatta bu gülüş, tabir gününde ağlama ve nefes veriş olur.

3660 – Ağlama, dert, keder ve inleyişini uyanıklığında sevinç bil.
Ey Yusufların derisini yırtan! Bu ağır uykudan kurt olarak kalkarsın.
Senin huyların birer birer kurt olur, öfkeyle uzuvlarını parçalar.
Kan, ölümünden sonra uyumaz; kısas hakkında, “Öldüm ve kurtulurum” deme.
Bu peşin/dünyadaki kısas, hilekarlıktır; o kısasın darbesine göre, bu oyundur.

3665 – Bundan dolayı Allah, dünyaya oyun adını vermiştir; çünkü o cezaya göre, bu ceza oyundur.
Bu ceza, savaşı ve fitneyi söndürmek içindir. O, hadım etmektir, buysa sünnet etmek gibidir.

Cehennem halkı açtır ve Hakk’a, “Bizim rızklarımızı semirt ve bize çabuk rızk ulaştır, çünkü sabrımız kalmadı” diye yakarır

Ey Musa! Bu sözün sonu yoktur. Hadi! O eşekleri çayırda bırak;
O hoş otla hepsi semirsin. Hadi! Bizim öfkeli kurtlarımız var.
Kurtlarımızın ulumasını duyuyoruz; bu eşekleri onların yemeği yapalım.

3670 – Hoş nefeslilik kimyası, senin dudağından bu eşekleri insan yapmak istedi.
Sen, davette çok lütuf gösterdin ve cömertlik yaptın; o eşeklerin talihi ve rızkı yoktu.
Öyleyse nimet yorganını ört de gaflet uykusu onları çabukça alıp götürsün.
Bu kafile böyle bir uykudan sıçrayıp kalkınca, mum sönmüş ve sakî gitmiş olur.
Azgınlıkları seni hayrette bıraktı, o zaman karşılık olarak da hasret içerler.

3675 – Bizim adaletimiz dışarıya adım atınca, karşılık olarak her çirkinin layığını verir.
Kendisini açıkça görmedikleri padişah, yaşayışlarında gizlice onlarlaydı;
Akıl gibi; senin bu görmen, aklı göremese de o, seninledir, bedenine hakimdir.
Ey filan! O ise, imtihandaki duruş ve hareketini görür.
O aklı yaratan da seninle bulunsa şaşılacak şey midir? Sen, bunu nasıl uygun görmezsin?

3680 – -Biri- akıldan gafil olup, kötüye sarılır; ondan sonra aklı onu kınar.
Sen aklından habersiz oldun; akılsa senden habersiz değildir; kınaması, hazır bulunuşundandır.
Hazır bulunmayıp habersiz olsaydı, kınayarak sana nasıl tokat vururdu?
Senin nefsin ondan gafil olmasaydı, hiç öyle delilik ve ateşlilik yapar mıydın sen?
Öyleyse sen ve aklın, usturlap gibidir; bununla varlık güneşinin yakınlığını bilirsin.

3685 – Aklının sana yakınlığı tarifsizdir; sol, sağ, arka veya ön tarafında değildir.
Padişahın tarifsiz yakınlığı nasıl olmaz -peki-? Aklın arayışı, o yolu bulamaz.
Senin parmağında bulunan hareket, parmağın önünde veya arkasında yahut sol ve sağında değildir.
Uyku ve ölüm zamanında senden gider, uyanıklık zamanında sana eş olur.
Parmağına hangi yoldan geliyor? Parmağının, onsuz yararı yoktur.

36120 – Gözünün ve göz bebeğinin ışığı, gözüne altı yönün dışında hangi yönden geldi?
Halk/cisim alemi, yön ve cihetlerle birliktedir; emir ve sıfatlar alemini yönsüz bil.
Ey güzel! Emir/ruhlar alemini yönsüz bil; şüphesiz, buyruk veren daha da yönsüzdür.
Akıl yönsüzdür; öyleyse Allah akıldan daha akıldır, candan daha can.
Bir yaratık, onunla ilgisiz değildir. Ey amca! Bu ilgi niteliksizdir/tarifsizdir.

3695 – Çünkü ruhta ayrılma ve kavuşma yoktur; zan ise, ayrılma ve kavuşmadan başka bir şey bilmez.
Ayrılma ve kavuşmanın dışında bir kılavuz takip et; ancak takip etmek, susuzluğu söndürmez.
Art arda takip et; asıldan uzaksan da erlik damarın, seni kavuşma yönüne getirir.
Akıl bu ilgiye nasıl yol bulur? Bu akıl, ayrılma ve kavuşmaya bağlıdır.
Bundan dolayı Mustafa, bize “Allah’ın zatı hakkında araştırma yapmayınız” diye vasiyet etti.

3700 – Zatı hakkında düşünülen şey, gerçekte zatına bakış değildir.
Zira onun o düşüncesi yoldadır; Allah’a kadar yüz binlerce perde bulunmaktadır.
Her bir kişi, bir perdeye ulaşır özelliktedir; onun, Hakk’ın kendisi olduğunu sanır.
Peygamber, yanlışta sevda oluşturmasın diye bu vehmi kişiden defetmiştir.
Çünkü onun vehminde edebi terk ediş vardır; Allah, edepsizi tepetaklak eder.

3705 – Tepetaklak olmak kişinin aşağıya doğru gitmesi, -ama- kendini üstün sanmasıdır.
Çünkü sarhoşun ölçüsü böyledir; sarhoş, gökyüzünü yerden ayırt edemez.
Onun şaşılacak şeylerini düşünmeye girişin; büyüklükten ve heybetten kaybolun.
Kişi, onun yaratışından dolayı -hayretle- sakal ve bıyığını kaybedince, haddini bilir; yaratandan söz etmez.
O, candan “Seni övemem” sözünden başka bir şey söylemez; çünkü o anlatış, sayı ve ölçünün dışındadır.

Zülkarneyn’in Kafdağına gitmesi ve “Ey Kafdağı, bize Tanrı’nın ululuğundan bahset” demesi, dağın da “Onun ululuğu söze gelmez.. o ululuk karşısında anlayışlar yok olur” diye cevap vermesi, Zülkarneyn’in “Bari hatırında olan ve sence söylemesi kolay bulunan Tanrı sanatlarından bahset” diye yalvarması.

3710.   Zülkarneyn, Kaf dağına gitti… o dağın saf zümrütten olduğunu gördü.
Bütün âlemi halka gibi çepeçevre çevirmişti… Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı.
Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak âdeta!
Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır… onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar.

3715. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır… âlemin çevresi damarlarıma bağlıdır.
Tanrı, bir şehirde yer deprentisi yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım.
O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir.
Tanrı yeter deyince damarım yatışır… durur görünürüm ama daima işteyim ben!
Merhem gibi dururum ama hayli iş görürüm… akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir.

3720. Fakat bunu aklı kavramayana göre yer deprentisi yerdeki buharlardan olur.

Bir karınca, kağıtta giderken kalemin yazı yazdığını görüp kalemi öğmeğe başladı. Gözü keskin olan başka bir karınca, ben görüyorum dedi.. bu hüner parmaklardan;parmakları öğ. Gözü ikisinden de daha iyi gören bir başka karınca dedi ki: Ben,kolu öğerim; çünkü parmaklar, kolun fer’idir saire..

   Bir karıncacık, kâğıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi.
Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi… acayip şekiller yaptı.
O karınca, o sanatı yapan parmaklardır… şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır… onları yapan koldur. Arık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi.

3725. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca,
Dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir.
Suret elbise ve sopa gibidir… bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz!
Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar.

3730. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce,
Dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset.
Kaf dağı dedi ki: Yürü… Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür.
Yahut kalemin ne haddi vardır ki sayfalara o sanatların nişânesini yazabilsin!
Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikâye olsun söyle… Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu âlim dedi.

3735. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur.
Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır… daha da her zaman oraya kar yağıp durmada!
Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada… karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede!
An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada!
Padişahım, böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!”

3740. Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akıllıların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır.
Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi.
Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir… aşağılık kişileri korkutmak için âdeta bir kamçıdır.
Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak… lûtfunun soğukluğu ondan ileri!
Keyfiyetsiz ve mânevi bir ileri oluştur bu… geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör.

3745. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır… zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak!
O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer?
Kuşun dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır… çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir.
Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin!
Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır.

3750.Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur… o hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır.
Şu halde hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin.
Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin!
Bu iş pek büyüktür, pek büyük… fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur.
Çünkü bu büyüklük, münkire göredir… âciz oldun mu lûtuftur, ihsandır o.

Cebrail aleyhisselâm’ın kendisini Mustafa sallallahû aleyhi vesellem’e kendi suretiyle göstermesi ve yediyüz kanadından bir tanesi görününce ufku kaplaması ve bütün parlaklığıyle beraber güneşin görünmez bir hale gelmesi.

3755. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl…
Apâşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım ” dedi.
Cebrail dedi ki: “Takatın yoktur göremezsin… duygu zayıftır, pek yufkadır!”
Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi.
İnsanın bedenine Ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır.

3760. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır.
Ateş, taşla demirden doğar… doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır!
Ateş, bedene ait bir sıfattır… fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır!
Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder!
Hâsılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi.

3765. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür.
İşte insan da görünüşte cihanın fer’i dir… fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil!
İnsan zâhiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır.
Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü… fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu.
Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi… Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti.

3770. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı.
O heybet, yabancıların nasibi… bu lûtufsa dostların kısmeti!
Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur.
Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır… aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler.
Çavuşların seslerinden, çevgânlarından canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar!

3775. Fakat bu yoldaki alelâde, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir.
Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külâhını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir.
Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir.
Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır.
Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür… padişahın heybeti, o kötülüklere mâni olur.

3780. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı?
Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar… âlemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin.
Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır… işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur.
Halka soru, hesap divanı… peri yüzlü güzellere de şarap kadehi!
O zırh, o tulga savaşta giyilir… bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır.

3785. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur… Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü!
Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta…
Saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş… doğruluk makamında!
Değişenler bedene ait sıfatlar… baki olan ruhsa apaydın bir güneş.
O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez… çünkü ne doğudandır ne batıdan!

37120. Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi?
Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alâkası vardı… bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir.
Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi… can bu sıfatlardan arıdır.
Anlatamam… yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, oluş âlemine de!
Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde.

3795. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan!
Aslan kendini öylece uyur gösterir… bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar!
Yoksa âlemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın!
Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı… denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü.
Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın!

3800. Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider.
Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince,
Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!”
Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel… ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi.
Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!”

3805. Bu hikayeler hayret içinde hayrettir… Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler.
Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir… ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır!
Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük… sen ne pervanesin ne de mum!
Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez!
Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap.

3810. İçinden sözler alıp âleme saçtığın tulumun ağzını kapa… saçma sapan sözler dağarcığını açma!
Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir.
Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili.
Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost!
Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçin!

3815. Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek!
Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de!
Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme… yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma!
İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er!
Toprak yemeyi âdet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme… şeker daha iyidir de!

3820. Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen!
Şeker kamışlığına asılakonan şu eşek başı, nice kişileri hor hakîr bir hale koydu!
Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı… hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti.
Harf suretini mâna bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil!
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir.

3825. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin!
İşte bizden suret düzmek, senden can vermek… hayır, yanlış söyledim… bu da senden, o da!
Ey apaçık âlemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen… yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül!
Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar!
Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır.

3830. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar.
Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler… sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar.
Fakat azıcık tanır, bilir de inkâr ederse bu inkâr edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir.
Nice tanıyıp bilenler de sonra yüz çevirdiler… İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya!
Bu yüzden kötü can, Peygamber’in canını tanımadı da tekmeledi ya!

3835. Bunların hepsini okudun, bildin… şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kâfirin inadını, ısrarını bil!
Hazreti Ahmet’in sureti, bu âleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kâfirin muskasıydı.
Böyle bir zat var, gelecek derlerdi… yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı!
Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.
Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler… düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi.

3840. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi.
Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı.
Sureti, gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.
Fakat onun hakikî suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti.
Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar.

3845. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur.
Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu.
Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi… bütün bu sevgiyi âdeta yel aldı, götürdü.
Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı… hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki?
Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar…

3850. Adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir!
Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi?
O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil!
Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru!
Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna.

3855. Ayna değildir münâfıktır…  kudretin yeterse böyle ayna arama sen!

 

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  3501 –  3855 )

B. 3513. “Şüphe yok ki Tanrı, cennet karşılığı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıştır. Tanrı yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler; Tanrı’nın doğru va’dıdır; Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an’da vardır. Kim ahdinde durur, Tanrı’yla olan ahdini yerine getirirse onlara bu alım satımınızdan dolayı müjdeler olsun diye müjde verin. Bu, büyük bir kurtuluştur.” Sure: 9 (Tevbe), âyet: 111.

B. 3516. Kur’an’ın 19 uncu suresi olan Meryem Suresi “Kâf ha yâ ayn sâd” diye başlar. Böyle harflerle başlıyan 29 sure vardır. Eskiler, bunlara mâna vermemişler, Tanrı bilir deyip geçmişlerdir. Sonraki tefsirciler, bu harflerin her birini Tanrı adlarından birine işaret saymışlar ve meselâ bu âyetteki “K” harfinin Tanrı’nın “Kâfi” adına işaret olduğunu söylemişlerdir.

B. 3567-3568. H. Muhammed’in “Yarabbi, bana her şeyi, haddi zatında nasılsa öyle göster” dediği rivayet edilmiştir.

B. 3574. “Görmez misin, Tanrı nasıl misal getirir? Temiz söz, kökü yerinde durur, dalları, yapraklan göklere çıkar bir temiz ağaç gibidir.” Sure: 14 (İbrahim), âyet: 24.

B. 3575. “Emredildiğin gibi dosdoğru ol; seninle beraber tövbe eden müminler de doğru olmalı, azmamalı. Çünkü şüphe yok ki Tanrı, yaptıklarınızı adamakıllı görür.” Sure: 11 (Hûd), âyet: 112.

B. 3637 den itibaren. C. 3, S. 373-376, B. 31201-31206, S. 403, B. 4180-41120 ve S. 405-406, B. 4204-4211 in izahlarına bakınız.

B. 3700.  “Tanrı’nın nimetlerinden bahsedin, bunları düşünün, fakat zâtını düşünmeyin” diye bir hadis rivayet  edilmiştir.

B. 3710 dan sonraki bahis.  C. 2, S. 4, B. 45 in izahına bakınız.

B. 3764. C. 2, S. 283, B. 3056 nın izahına bakınız.

B. 3818. Yine  Mesnevi yazdırılıken ikindi olmuş, akşam yaklaşıyor.

B. 3835. “Tanrı kitaplarına uyanlarla müşrikler, onlara açık bir delil gelmedikçe küfürlerinden vazgeçmediler.” Sure: 98 (Beyyine), âyet: 1.

B. 3839-3840. “Onlarda bulunan kitabı doğrulayan kitap, Tanrı tarafından gelince, önce Peygamber geleceğini kabul etmeyen ve inkâr edenlere galip gelmek için fetih dilerlerken geleceğini bildikleri zat, geldiği zaman ona kâfir oldular… Tanrı laneti kâfirlere!” Sure: 2 (Bakara), âyet: 89.

-DÖRDÜNCÜ CİLDİN SONU- 

destar1

MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi

Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)

divider11