Hz. Mevlâna’nın Hayatı

A+
A-

destar1

Hz. Mevlâna’nın Hayatı

Dr. Mehmet ÖNDER 

Bilginler Sultanı Bahaeddin Veled

Ortaasya’da Türkistan, bugün Kuzey-Batı Afganistan’ı da içine alır. Yağız atlı, yağız benizli Türkmenlerin at koşturduğu bu yaylalarda hemen herkes Türkçe konuşur. Aral Gölü’ne dökülen Amu Derya’nın bu kesiminde, İran sınırına yakın eski ticaret yolu üzerinde Belh şehri vardır. Horasan’ın bu ihtiyar şehri binlerce yıllık tarihi içerisinde pekçok siyasî ve sosyal olaylara sahne olmuş, Zerdüşt’ün doğduğu ve Mecûsî’liğin (ateşe tapanların dini) kurulduğu bir şehir olarak tanınmıştır. Yüzyıllar boyunca, çeşitli istilâlar altında ezilen, her gelenin yeni bir kültür, yeni bir din aşıladığı Belh, Emeviler zamanından itibaren İslâm devletlerinin göz diktiği bir belde olur. Putperest, Mecusî, Şaman, Budist, Hristiyan tapınaklarının yerini cami ve mescitler alır. Hatta Belh’e kadar uzanan muharip İslâm sahabelerine izafeten, şehre Kubbe-t-ül İslâm (İslâm Kubbesi) adı verilir. Bazıları da Belh’e, beldelerin anası anlamına gelen (Ümmül-bilâd) derler.

Belh’i bir süre sonra Büyük Selçuklu Devleti’nin elinde önemli bir ilim ve irfan merkezi olarak görüyoruz. Devletin başveziri Nizamülmülk’ün açtırdığı medreseler, kütüphane ve rasathaneler, Belh’te yaygın hale gelir. Yıllar yılı birbiri ardından gelen istilâlar, her istilânın sonunda meydana gelen fikrî buhranlar, açlıklar, sefaletler, halkı bezgin ve bedbin yapar. Artık dünyada huzur ve sükûnu bulamayanlar, bunu öte âlemde aramayı, düşünce ve inançlarına gömülmeyi tercih ederler. Bu dünyevî bunalım, tasavvufî düşüncelerin kolayca yayılmasını sağlar. Çoğu Belh’te toplanan, sırtları abalı, coşkun ve cezbeli sûfîler “vahdet-i vücud” felsefesinin, çeşitli görüş ve düşünüşte temsilcileri olarak halk arasında itibar görmeye başlarlar. İslâm dininin geniş hoşgörüsü içinde tasavvufî sohbetler yapılır, ilâhî okyanuslara dalınır, sesler, hayaller ve fevkalâdelikler içinde yaşanır, Allah’a vuslat yolunda, manevî bir sarhoşluğa garkolunur, cennet nimetleri, manevi güzellikler tahayyül edilir. Selçuklulardan sonra Harezmşahların eline geçen ve başşehir olan Belh, yine bu ortamdadır. Bugünlerde de Belh, canlı, hareketli bir şehirdir. Medreseler tanınmış bilginlerle dolup taşmakta, her biri az – çok bir diğerinden farklı inancın mümessili olan şeyhler, bunların etrafını çeviren müridler, dünyadan elini eteğini çekmiş veya tevekküle boyun eğmiş dervişler, başıboş seyyahlar, talebeler zaviyeleri, hanları doldurmaktadır.

Zaman zaman çarpışan fikirler, şahlanan manevî heyecanlar, insan sellerini peşinden sürüklemekte, bazan bir şeyh, bir bilgin, bir hatip bir sultan gibi bunlara hükmedebilmektedir. İşte bu günlerde Belh’te bir bilgin vardır ki, gönülleri kendi inancı etrafında toplamasını biliyor, sözleri ve dersleriyle, insanları, herkesten daha kolay cezbedebiliyordu. Tesiri, dikkati çekecek ve şeyhleri kıskandıracak kadar kuvvetliydi. O kadar çok seviliyor ki, medresesi yalnız müridlerinin değil, sultanların, prenslerin de uğrağı oluyordu. Hangi toplulukta görünürse, orası mahşere benziyordu. Sözleri ezberleniyor, hattâ yazılarak elden ele dolaşıyor, dinleyen ve okuyan aylarca tesirinde kalıyordu. Bütün bunlara rağmen o, tevazu ile Hak’ka kulluk ediyor, insanlara en açık bir ifadeyle, Hak’kı ve hakikat yollarını, doğruluğu ve iyiliği telkin ediyor, halkın gösterdiği saygı ve itibarı, gene halka bağışlıyor, düşküne halince yardımda bulunuyor, çaresize çare arıyordu.

Belh şehrinin bu tanınmış bilginine Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled derlerdi. Belh’in Hatiboğulları soyuna mensup, yedi ceddi bilgin, özü, sözü, doğru bir insandı. Bazı kaynaklar O’nun anasının Ha-rezmşahlar hanedanına mensup, Sultan Alâeddin Muhammed Harezmşah’ın kızı olduğunu kaydederler. Her ne olursa olsun Bahaeddin Veled, babası Hüseyin Celâleddin Hatibi’yi çok genç yaşında kaybetmiş, dirayetli ve kültürlü bir hanım olan annesinin eli altında tahsil ve terbiye görmüştü. Üstün zekâsı ve kaabiliyeti ile genç yaşında müderris olmuş, tasavvuf mesleğinde kademe kademe ilerleyerek merhaleler aşmıştı. Ondan feyz almak için gelenlerin haddi hesabı yoktu. Her taraftan akın eden öğrenciler, müridler, bu genç bilginin medresesini dolduruyordu. Dedeleri din uğruna çalışmış, ahiret saltanatı kurmuşlardı. Şimdi kendi de o yolda yürüyor, insanlara, manevî âlemlerin ihsanını saçıyordu.

İlmine ve kerametine izafeten bir gün Bahaeddin Velede Sultan’ül-Ûlema, yani (Bilginlerin Sultanı) dendiğini de görüyoruz. Bu unvanın verilişi, kaynaklarımızda şöyle anlatıla gelmektedir:

“Bir gece, Belh’in ileri gelen üçyüz bilgini, hep birden aynı rüyayı görmüşlerdir: Bir sahrada kurulan ulu bir çadırın ortasında, Hazret-i Muhammed (S.A.V.) sahabesiyle oturmaktadır. Tam bu sırada, Belh’li Baha Veled edeb ve hürmetle selâm verip çadıra girmiştir. Peygamber, Baha Velede iltifat ederek, sağ yanına oturtmuş, orada hazır bulunan müftü ve imamlara:

— Bugünden itibaren Baha Veled’e, Sultan’ül-Ûlema deyiniz ve öyle hitabediniz! buyurmuşlardır. Sabah olunca, rüyayı gören bilginler, doğruca Baha Veled’in medresesine gitmişler. Onlar daha rüyalarını anlatmadan, Baha Veled gördükleri rüyayı aynen anlatıverince bilginler:

— Allah ve Resûlullah şahittir, biz de şahidiz ki, sen Sultan’ül-Ûlema’sın, bugünden itibaren bu namla tanınacaksın, diye söylemişlerdir.”

Böylece O Sultan’ül-Ûlema olarak tanınmıştı.

Başta Fahreddin Râzî gibi O’nu çekemeyen, O’nun şöhretini kıskanan bazı bilginlerin itirazına rağmen bu unvan O’nun ebediyete kadar adı olarak kalacak ve yaşayacaktır.

Bahaeddin Veled, olgunluk çağlarına girdiği bir sırada, Belh emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatunla evlenmiş, bir yıl sonra da nur topu gibi bir oğlu dünyaya gelmişti. Baha Veled, çocuğun adını Alâeddin Muhammed koydu. Bu oğlundan sonra, ikinci bir çocuğu daha dünyaya geldi. Yüzünde gün ışığı gibi celâl nurları parlayan bu ikinci oğlunu pek sevmişti. Lohusa yatağında, şefkat damarlarından annelik sütünü emziren Mümine Hatunun kucağından alarak:

— Mübarek olsun Muhammed Celâleddin. Bu çocuk hiçbir çocuğa benzemez. O’na iyi bak Mümine demiş ve adını böylece “Muhammed Celâleddin” koymuştu.

Geleceğin büyük Mevlâna’sı, küçük Celâleddin böyle bilgin bir babanın ikinci oğlu olarak, annesinin, yetişkin müridlerin terbiyesi altında büyüyor, O’nun her hareketi dikkatle takip ediliyordu.

Belh’te Bir Fikir Ayrılığı Doğmuştu

Sultan’ül-Ûlema Baha Veled’in iki yakın dostu ve müridi Semerkandlı Şerefeddin Lala ve Tirmizli Seyyid Burhaneddin küçük Celâleddin’in terbiyesini üzerine almışlar ve daha beş yaşındayken okuyup yazmayı öğretmişlerdi. Küçük Celâleddin zekâsı ve terbiyesiyle herkesi cezbediyor, omuzlardan omuzlara geziyordu. Bazan babasının medresesine gider, edeple bir köşeye çekilir, söylenen sözleri hayran hayran dinlerdi. Büyük bir teslimiyet içinde, işittiği her sözü tahlil eder, bazan çocuksu gibi görünen sualleri ile etrafındakileri şaşırtırdı.

Bir gün ağabeyi ve Belh’in ileri gelen ailelerinin çocuklarıyla toprak damlar üzerinde oynuyorlardı. Bu sırada bir çocuk, küçük Celâleddin’e:

— Gel bu damdan öteki dama atlayalım… dedi. Celâleddin gülümseyerek:

— Hayır, bu iş, kedi ve köpeklerin kolayca yapabileceği bir iştir. Eğer gücünüz yetiyorsa, böyle damdan dama değil, geliniz göklere uçalım, âlemleri seyredelim… diye cevap verdi.

Derler ki, küçük Mevlâna bu sözleri söyledikten sonra bir anda göğe sıçramış, çocuklar korkudan çığlığı basmışlardı.

O, daha çocukken, bu heyecanı yaşıyor, kabına sığamıyordu.

Baha Veled’in vaaz ve dersleri, çevrede derin tesisler yapıyor, bu dersler talebeler tarafından not edilerek Maarif adı verilen üç ciltte toplanıyordu. Bu dersler pek heyecanlı oluyor, dinleyenleri coşturuyordu. Bazı kereler, felsefe gibi önü ardı boş vesveseli ilimlerle uğraşanlara çatıyor, onları halkın önünde yeriyordu. O günlerde sufiye ile felsefeciler arasında geniş fikir ayrılıkları vardı. Belh’in tanınmış filozoflarından Fahreddin Râzî ve Sultan Muhammed Tekiş Harezmşah gibi bazı ileri gelenler, kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir anlayışın içindeydiler. Sûfîler ise gerçeğe ancak ilâhi cezbe ile erişilebileceğini, bunun için de riyazatla ruhun saflaştırılması ve nefsin öldürülmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı.
Bu iki zıt anlayış, ister istemez Baha Veled’le Fahreddin Râzî’yi karşı karşıya getirmişti. Fırsat buldukça birbirlerine iğneleyici sözler söylüyorlardı. Bir vaazında yine Baha Veled coşmuştu:

— Ey Fahri Râzî! Ey Harezmşah! Ey bunların taraftarları!. Sizler, huzur içinde gönülleri, ilâhi keşifleri bırakmış, karanlığa gömülmüş kişilersiniz. Bir takım hayaller peşindesiniz. Bu hayalleriniz, sizleri nefislerinizin esiri yapıyor. Can gözlerinizi kapamış, hakikati göremiyorsunuz. Bu sebepledir ki, hem kendinize, hem başkalarına kötülük etmektesiniz. Vesveseleriniz ve boş hayallerinizden sapıklıklar ortaya çıkıyor…

Bu tok sözler ve hücumlar, Belh’te hemen yayılıyor, dedikodular saraya kadar ulaştırılıyordu. Birgün Fahreddin Râzî ve adamları Sultana şu şikâyeti yaptılar:

— Baha Veled, Belh halkını tamamiyle kendisine bağladı. Bize ve size asla itibar etmediği gibi, açıktan açığa da kötülemeye başladı. Korkarız ki, bir gün saltanat tahtına da kasteder. Halk, Onunla beraberdir. Tedbirli olmak lâzım…

Sultan Muhammed Harezmşah, bu sözlerden incindi. Baha Velede çok büyük saygısı vardı. O’nun saltanat tahtında gözü olmadığını bilmekle beraber, bir kere niyetini yoklamak yerinde olurdu. Sadık bir adamıyla şu haberi gönderdi:

— Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederlerse, bugünden itibaren padişahlık da, ülkeler ve askerler de O’nun olsun. Bana da başka bir ülkeye gitmek üzere müsaade etsin. Çünkü, bir ülkede iki padişahın bulunması münasip değildir.

Bu manâlı teklife Baha Veled şu cevabı verdi:

— Belh Sultanına selâm söyleyiniz. Bu dünyanın fânî ülkeleri, askerleri, hazineleri, tahtları padişahlara yaraşır. Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat münasip değildir. Biz gönül hoşluğu ile sefer edelim de. Sultan, kendi uyrukları ve dostlarıyla başbaşa kalsın.

Esasen bu sıralarda, Cengiz’in orduları Belh sınırlarına kadar dayanmış, geçtiği yerleri amansızca yakıyor, yıkıyor, yağma ediyordu.

Bu vahşetin acı haberleri ulaştıkça, Horasan illerinde huzur kalmamış, umutsuz halk, kafile kafile batı memleketlerine, İran’a, Irak’a, “Diyâr-ı Rûm” denilen Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardı. Baha Veled, gerek bu sebeble, gerekse Harezmşahların, kendi şöhret ve ilmine karşı takındıkları menfî tavır ve kıskançlıktan, Belh’i, bir daha dönmemek üzere, terke karar vermişti. Bu kararını, Sultan’ın imalı sözleri kamçılamış, gösterişten uzak, hele vesvese, hased ve dedikodudan hiç hoşlanmayan, Allah yolunda O’nu vecdle teşbih eden, sultanlara adalet, halka iyi hareket tavsiyesinde bulunan, devletten on para almayan, aza kanaat ederek, verdiği fetvaların karşılığı emekle geçinen. Hakka kulluğu gereği ile yerine getiren Baha Veled, herhangi bir fitneye meydan vermeden Belh’ten uzaklaşmayı doğru buldu:

Bu kararını dostlarına:

— Sefere hazırlanıyoruz… Bu hakkımızda hayırlı olacaktır… diye duyurdu.

Baha Veled’in Belh’i terkedeceği haberi, bir anda duyulmuştu. Belh halkı küme küme medresesine geliyor, kendilerini yalnız bırakmaması için yalvarıyor, gözyaşı döküyorlardı. Bu ısrar ve ricalar Baha Veled’i kararından çeviremedi. Neredeyse bir karışıklık çıkacak, bu göçe sebep olanlara karşı isyan başlayacaktı. Fahreddin Râzî ve adamları, sokağa çıkamaz olmuşlar, korkularından titriyorlardı. Göç günleri yaklaştıkça, halk büsbütün galeyana geliyordu.

Durumun aleyhine dönmüş olduğunu sezen Sultan, veziri ile birlikte Baha Veled’i ziyaret ederek özür dilemiş, kararından vazgeçmesi ve halkı yatıştırması için yalvarmış, Baha Veled’in göçe kararlı olduğunu görünce de hiç olmazsa, büyük bir nümayiş olmaması için gizlice hareket etmesini rica etmişti. Kendi yüzünden kimsenin incinmesini istemeyen Baha Veled, bir Cuma sabahı, namazdan sonra, küçük kervanını hazırlatarak, kitaplarını ve bazı lüzumlu eşyasını yanına aldı ve yola düştü. Belh’de yalnız süt annesi ihtiyar Nesibe Hatun kalmış, ailesi ile birlikte, sevdiği müridlerini de beraberine almıştı. Bu sırada oğlu Mevlâna Celâleddin birçok kaynakların ifade ettiği gibi, üç veya altı yaşlarında bir çocuk değil, yaşı onun üzerinde, fakat yaşından beklenmeyen bir olgunluk içinde genç bir bilgin olarak, babasına refakat ediyordu.

Belh, vahdet işareti gibi görünen minareleri ile gerilerde kalmış, kervan güneye doğru yönelmişti.

Öyle bir kervan ki, yükü ne altın, ne gümüş, ne dünya nimetlerini, ne Hind’in amberini, ne Çin’in ipeklisini taşıyordu. Bir kervan ki, kitap yüklü, ilim yüklü, ne muhafızı, ne kılıcı, hattâ ne de kılavuzu vardı. Muhafızı Allah, kılıcı imân, kılavuzu ilim. Bir kervan ki, dağlan, bayırları, korkusuzca aşıyor, yollarda takım takım insanlar, kervanın geçtiği topraklara yüz sürüyor, Baha Veled’in eline, eteğine sarılıp öpüyor, bu ak sakallı, nur yüzlü, özü sözü “Allah” olan ihtiyarın hayır duasını niyaz ediyorlar. O’nun Belh’ten ayrılırken son sözü şu oluyor:

— Ben artık gidiyorum. Benim ardımdan çekirge gibi dünyaya yayılan Tatar askerleri, Horasan ülkesini zaptedecek, Belh ahalisine, ne yazık ki, ölümün acı içkisini tattıracaktır.

Nitekim, Baha Veled’in, Belh’ten göçüşünden kısa bir süre sonra, Belh, 1214 yılında, Cengiz’in hışımlı orduları tarafından kuşatılmış, şehir baştan başa yağma edilmiş, yıkılmış, yakılmış, masum halkı aman verilmeden kılıçtan geçirilmişti…

Baha Veled, bu tehlikeyi önceden sezmiş, Belh’ten göçüşünün en büyük sebeplerinden biri de bu olmuş, fikirlerini kolayca yayabileceği huzur içinde bir ortam aramıştı.

Yollar, menzil menzil duruluyor, nereye varsalar, oranın din ve dünya büyükleri karşı çıkıyor, Baha Veled ve yanındakilerini, evlerinde, saraylarında misafir etmek istiyorlar, fakat Baha Veled, kendisine gösterilen bu derin ve içten saygıyı, yine saygı ile karşılıyor, medreseden başka hiçbir yerde konaklamıyordu.

Bu yolun sonu nereye çıkardı? Kafile hiçbir şey sormuyor, tevekkülle, Baha Veled’in işaret ettiği menzillere ulaşıyordu, ilk büyük menzil Nişapur olmuştu.

Devrin büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişapur’da tanınmış mutasavvıf Ferideddin Attar oturuyordu. Necmeddin Kübra ve Mecdeddin-i Bağdadî gibi büyük bilginlerin yetiştirdiği Ferideddin Attar, Kübreviye tarikatının ulularından sayılır ve saygı görürdü.

Büyük bilgin Ferideddin Attar da. Sultan ül-Ûlema Bahaeddin Veled’i gözlüyordu. Daha bir şehre varmadan diğer şehir kafileyi haber alıyordu. Nişapur’da iki İslâm kutbu, birbirleriyle kucaklaştılar. Uzun uzun sohbetler yapıldı. Hikmet incilerinin saçıldığı bu ilmî sohbetlere, o sıralarda oniki yaşlarında olduğu sanılan genç Mevlâna Celâleddin de katılmıştı. Şeyh Ferideddin Attar, bu genç fakat yaşına bakılırsa çok olgun Celâleddin’i takdir etmiş, o günlerde yazdığı “Esrarnâme” adlı eserinin bir nüshasını da armağan etmişti.

Sonraları, Mevlâna Celâleddin özellikle Mesnevinde bu eserden çok faydalanacak, sırası düştükçe Şeyh Attar’ı övecekti. Bir sohbette babası Baha Velede şöyle demişti:

— Umarım ki, senin bu oğlun, âlemde yanacak gönülleri, yakın zamanda ateşleyecektir.

Nişapur’da kaç gün kalındığı bilinmez ama, bilinen şey, Baha Veled’in burada da uzun zaman durmadığıdır. Kervan yine düzülmüş, yola koyulmuştu. Şeyh Attar’ın yaşlı gözlerle kervanı uğurladığı ve babasının arkasından yürüyen Mevlâna’yı kastederek:

— Hayret! Bir ırmak, koca bir ummanı peşine takmış, sürükleyip gidiyor, dediği rivayet edilir. Bu sözün Baha Veled’i küçültmek değil, bir ırmağın icabında koca bir umman meydana getirebileceğini ifade için söylendiğini düşünmek lâzım. Yoksa, Bahaeddin Veled de ayrı bir okyanustur.

Kervan Bağdad’a doğru yol alıyordu. Günler ve haftalar geçti. Uzaktan Bağdad’ın kubbe ve minareleri görünmüştü. Tam bu sırada, şehrin muhafızları dört nal kafileye doğru at sürmüş, kafileyi durdurmuştu. İçlerinden bir muhafız:

— Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz? diye sordu. Baha Veled başını mahfesinden (devenin sırtına konan çadırlı oturak) çıkararak şu cevabı verdi:

— Allah’dan geldik. Allah’a gidiyoruz. Allah’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur ki. bizi durdursun. Biz mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gidiyoruz.

Bu cevap, Arap muhafızları şaşırtmıştı. Dört nal geri dönerek durumu ve işittiklerini Halifeye bildirdiler. Halife, Bağdad’ın tanınmış bilginlerinden Şeyh Şehabeddin Sühreverdî’yi sarayına davetle, bu sözün hikmetini sordu. Sühreverdî:

— Bu sözleri, ancak Belh’li Bahaeddin Veled söyleyebilir, çünkü bu asırda ondan başka biri, ne bu çeşit söz söyler, ne de bu tarz da bir dil kullanabilir. cevabını vererek, hemen müridleri ile birlikte Baha Veled’i karşılamak üzere şehrin dışına çıktı. Karşılaştıkları zaman Sühreverdî, Baha Veled’in dizini öpmüş ve kendi konağına davet etmişti. Baha Veled:

— İmamlara medrese daha münasiptir, diye bu daveti kabul etmemiş, bir medreseye inmiştir. Herkes hizmetine koşuyor, ziyaretlerin bir türlü sonu gelmiyordu. Nihayet, Bağdad’ın büyük camilerinden birinde bir vaaz vermek suretiyle Baha Veled, halkın arzusuna cevap verebildi.

Bir Cuma günü, başta halife olmak üzere, bütün Bağdad halkı camii doldurmuş, omuz omuza namaz kılınmıştı. Kürsüye gelen Bahaeddin Veled, halkın gözyaşları arasında saatlerce konuşmuş, hikmetli sözleriyle cemaati coşturmuştu.

Derler ki, halife, Baha Veled’in Bağdad’a geldiği gün “hoş geldin” hediyesi olarak bir tabak içinde üç bin altın göndermiş, Baha Veled:

— Halifenin malı haram ve şüphelidir. Kendini zevk ve eğlenceye veren bir adamın hediyesini kabul edemem…
diyerek iade etmiştir. Ayrıca Cuma vaazında halifeye ağır sözler söylemiş:

— Moğol askerleri etrafı yakıp yıkarak geliyorlar. Seni de işkence ile öldürecekler. Vaktine hazır ol. gaflet perdesini gönül gözünden aldırarak Allah’a dönmeye çalış… demişti. Gerçekten de, birkaç ay sonra, Belh’in Cengiz’in askerleri tarafından işgal edildiği, halkın kılıçtan geçirildiği, kütüphanelerin yakıldığı haberi Bağdad’a ulaşmıştı.

Belh’ten göçün isabeti bir kere daha anlaşılmıştı. Bir süre sonra da Bağdad aynı akıbete uğrayacak, halife, Moğolların elinde can verecekti.

Baha Veled, Bağdad’ta da çok durmadı. Mekke’ye (Beytullaha) gidip ihrama bürünmek üzere yola düştü.

Bizim Durağımız Konya Şehridir

Kervan ağır ağır Küfeye, oradan Mekke’ye hareket etmişti. Her mümine, bülûğuyla ihtiyarlığı arasında bir kere farz olan Hac borcu eda edilecekti. Baha Veled’le Mevlâna, baba ve oğul Mekke’ye varmış, derin bir huşu içinde Kabe’yi tavaf etmişler, tekrar yola koyulmuşlardı. Şimdi, yol kuzeye doğru uzanıyordu.

Mekke’den Medine’ye, burada Resulullah’ın türbesini ziyaretten sonra, kona göçe Kudüs’e geldiler. Yolculuk aylarca sürmüş, kızgın çölleri sabır ve sükûnet içerisinde asarak Şam’a yönelmişlerdi.

Şam halkı, Baha Veled’i şehrin dışında karşıladı ve şehirlerinde konaklamasını rica ettiler. Baha Veled:

— Allah yurdumuzun Rûm (Anadolu) topraklarında olmasını buyuruyor. Bizim durağımız Konya şehri olacaktır.Bu belde bizi çekiyor, diyerek kabul etmedi. Anadolu’ya: Selçuklu Devleti’nin sınırlarına girdi. Halep… Oradan Malatya. Hiç bir konakta bir iki günden fazla durulmuyordu. Kervan, Erzincan’a doğru yöneldi. O zaman Erzincan Mengücüklerin elinde bulunuyordu. Erzincan ve Mengücüklerin şöhretli sultanı Fahreddin Behramşah ve karısı İsmeti Hatun, Baha Veled’in kendi diyarlarına doğru gelmekte olduğunu öğrenince, karşılamak üzere, Erzincan yakınlarındaki Akşehir kasabasına kadar geldiler, kafileyi burada karşıladılar. Baha Veled, burada da bir medreseye inerek, bir süre oturdu. Daha sonra, bu civarın da sınır olması dolayısiyle, huzursuzluğunu bahane ederek, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende (Karaman)’ye geldiler…

Baha Veled’in Lârende’ye gelmekte olduğu haberi, birkaç gün önceden duyulmuştu. Selçukluların emiri ve Lârende şehri valisi Emir Musa Bey, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, yaya olarak şehrin dışında çıktı, Baha Veled’i karşıladı ve sarayına davet etti:

Hiç bir şehirde, hiç bir kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Baha Veled, burada da Emir Musa Beyin teklifini reddetti ve bir medresede yer gösterilmesini rica etti. O’nun bu isteğini canla başla kabul eden Musa Bey, Baha Veled için derhal bir medrese yapılmasını emretmiş, şehrin ortasında münasip bir arsa seçilmişti. Kısa bir zaman sonra yapılan medreseye, Baha Veled, ailesi ve müridleri ile birlikte yerleşti, orada ders ve vaazlarına başladı.
Bu sırada Mevlâna Celâleddin, genç ve bilgin bir delikanlı olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz çalışıyor, araştırıyordu.

Baha Veled’le birlikte, Belh şehrinden göçen, onun has bir müridi olan Semerkandlı Serefeddin Lalanın, Gevher Hatun adında güzellikte eşi bulunmayan, melek huylu bir kızı vardı. Mevlâna ile birlikte büyümüş, yedi yaşına kadar Baha Veled’in rahlesi önünde diz çökmüşlerdi, Baha Veled, sevgili müridinden, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti. 1225 yılı baharında, mütevazı bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı. Bu mutlu evlenmeden kısa bir süre sonra, Baha Veled’in tek zevcesi Mümine Hatun vefat etti. Onu, Mevlâna’nın ağabeyi Muhammed Alâeddin takip etti. Baha Veled, biri vefakâr eşi, diğeri sevgili oğlu olan iki kıymetli varlığını. Karaman topraklarına böylece armağan bıraktı…

Bu iki büyük kayıp Baha Veled’i can evinden yaralamıştı. Serefeddin Lâlâ’nın eşi ve Mevlâna’nın ebesi de kısa bir süre sonra, bu iki mezarın yanında yer aldı.

Bunları alan Allah, vermesini de biliyordu. Bugünlerde Mevlâna’nın ilk çocuğu Sultan Veled, daha sonra da ikinci oğlu Alâeddin Çelebi, birer teselli güneşi gibi dünyaya geldiler. Mevlâna ilk oğluna babasının, ikinci oğluna da çok sevdiği ağabeyinin adlarını vermişti. Bu iki sevimli yavru, acılan unutturmuştu. Büyük babalan Baha Veled’in şefkat dolu kucağında büyüyor. Lârende bahçelerinde gezip oynuyorlardı.

Günler geçtikçe Baha Veled’in şöhreti yayılıyor, medresesi gönül sahipleriyle dolup taşıyordu.

O günlerde Anadolu’ya Selçuklu Devleti hâkimdi ve devletin en parlak ve göz kamaştırıcı devresi idi. 1219 yılında kardeşi Sultan Keykâvus I’in yerine geçen Alâeddin Keykûbad I iyi bir asker olduğu kadar, dine ve ilme karşı derin ilgisi ve sevgisi ile tanınmış zarif, fikir ve dâva adamı bir hükümdardı. Devletin başşehri olan Konya, sanat eserleri ve ilim müesseseleri ile donatılıyor, Selçuklu saray ve medreseleri, devrin ilim adamları ile dolup taşıyordu.

Alâeddin Keykûbad I. Konya’dan sonra. Kayseri, Sivas gibi birçok şehirleri sağlam surlarla çevirtmiş, doğuda beliren Moğol tehlikeleri için önceden tedbirler almış, güneyde önemli bir liman olan Kalonoros kalesini fethettikten sonra, adını “Alâiye” koymuştu. O, bir yönden devletin sınırlarını genişletir ve emniyet altına alırken, diğer yönden yazlık ve kışlık saraylar yaptırmış, bunları devrin en ünlü nakkaş ve ressamlarına süsletmişti. Beyşehir Gölü’nün batı sahillerinde kurduğu Kubâd-âbâd, Kayseri yakınlarındaki Kûbadiye yazlık saraylarından ayrı olarak, Alâiye’de bir kışlık saray yaptırmıştı.

Bu çağlarda, din ve mezhep meselelerindeki didişme ve çekişmeler, bu arada Moğol akınlarından doğan huzursuzluk halkın moralini bozmuş, dünyasından bezdirmişti. Anadolu’ya, doğudan sürekli göçler oluyordu. Gelenler arasında bilginler, şeyhler, dervişler vardı. Bunlar ebedi huzurun bu dünyada değil, ölümden sonra var olacağı telkinini yayıyorlardı. Bezgin halk. kolayca bunların etkisi altında kalıyor, bu düşüncelerin çevresinde halka oluyorlardı. Böylelikle tasavvuf! fikir akımı, Anadolu’da kök salmış, yayılmak için uygun bir ortam bulmuştu. Halkın tasavvufa olan bu eğilimi, bir kısım zahit hocaların direnmelerine rağmen, sultanları, vezirleri ve beyleri de bu inanca doğru sürüklüyordu. Sultan Alâeddin Keykûbad, tahta oturduktan sonra rnu-tasavvuf Şeyh Sehabeddin Sühreverdî, Abbasi Halifesi tarafından Konya’ya yollandı; padişaha at ve imame gönderildi. Sultan, Şeyhi Aksaray’da karşılamış, dönüşte de uzak mesafelerden uğurlamıştı. Ayrıca “Mirsad-ül-İbâd” adlı eserin sahibi mutasavvıf Necmeddin Dâye, Muhid-din İbn ul-Arabî, Sadreddin Konevî gibi bilginler, Konya şehrinde saraydan ve halktan büyük itibar görüyorlardı. Konya bir ilim ve kültür merkezi olarak, bilginlere, şeyhlere, dervişlere, kapılarını ardına kadar açmıştı. Nerede bir bilgin, bir şeyh, bir şair, bir sanatçı adı duyulursa, onum Konya’ya davete edilmesi olağandı. Şimdi Sultan’ül-Ûlema Bahaeddin Veled gibi, halk tarafından sevilen, sayılan bir bilginin Konya’ya davet edilmemesi düşünülemezdi.

Baha Veled ise, Konya’nın yakınındaki Lârende şehrinde oturuyor, dersleri, vaazları ile halkı aydınlatıyordu. Emir Musa hizmetindeydi. Bu saf, temiz yürekli insan, Baha Veled’in derslerini büyük bir heyecan içinde dinliyor, onun sözlerinin neşesi içinde kendinden geçiyordu.

Fakat çekemeyenleri vardı. Birkaç fesatçı Emir Musa’yı gözden düşürmek amacıyla Sultan’a şu haberi ulaştırdılar:

— Belh’li Baha Veled, Rûm diyarına geldi, bu vilâyeti velilik nurlarıyla aydınlattı. Devrin kıtalara hükmeden padişahı ise onun gelişinden habersiz kaldı. Çünkü Sultan hazretlerinin Lârende’deki valisi, Baha Veled’in yolunu kesmiş ve müridi olmuş. Onu Lârende’de alıkoymuş, üstelik bir de medrese yaptırarak emrine vermiş. Emir Musa, bu cüret ve cesareti nasıl gösterebilir? Sultan buna ne diyecektir?

Kervan Konya’ya Doğru Ağır – Ağır İlerliyordu

Sultan Alâeddin Keykûbad, bu haber karşısında. Emir Musa’ya kırılmış, böyle bir bilginin Lârende şehrinde alıkonmasma içerlemişti. Emir Musa, Sultan’ın en sadık adamlanndandı. Bunu yapmaması gerekirdi. Sultan, adamları ile dokunaklı bir haber gönderdi:

— O ulu kişinin halinden bir parça olsun bize bildirmedin. Bu derece unutkanlık ve gafleti niçin gösterdin? diyor, âdeta tehdit ediyordu. Emir Musa ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Baha Veled’in ellerine kapanarak, Sultan’ın gönderdiği haberi anlattı.

Baha Veled:

— Kalk, Konya’ya git. Çekinmeden Sultan’ın huzuruna gir. Ne olup, bitmişse olduğu gibi ona anlat, diyerek teskin etti, Konya’ya gönderdi.

Emir Musa, Konya’ya gelir gelmez, doğruca saraya gitti. Baha Veled’in kendi arzusu ile Lârende’ye yerleştiğini, yedi yıldır da oturmakta olduğunu, kendisinin bu işte suçsuz bulunduğunu, uzun uzun anlattı. Sultan:

— Eğer bizim başkentimize zahmet eder, gelir de Konya şehrini kendi evlâdının makamı yaparsa, bundan çok memnun olurum… Kulu ve müridi olur, izini izlerim. Konya şehri, Sultan’ı ve emirleriyle onu beklemektedir.

Emir Musa’ya hediyeler verildi, tekrar Lârende’ye gönderildi.

Baha Veled Sultan’ın davetini, bir ilâhî emir saymıştı. Fazla düşünmedi. Hemen yol hazırlıklarının yapılmasını söyledi.

1228 yılının ılık bir bahar günüydü. Lârende halkı, üzüntülerini gönüllerine akıta akıta yollara dökülmüştü. Baha Veled, Lârende’de toprağa verdiği aziz sevgililerinin mezarlarını bir kere daha ziyaret etti. Ruhlarına Fatiha’lar yolladı. Genç Mevlâna, bir saygı sembolü gibi, yine babasının peşindeydi. Bu sefer kucağında biri Sultan Veled, diğeri Alâeddin Çelebi olmak üzere iki yavru taşıyordu. Yedi yıllık bir konaklamadan sonra, kervan yine hazırlanmış, son menziline doğru ağır ağır ilerliyordu.

Konya şehri, ağızdan ağıza yayılan ve kısa zamanda bütün şehri saran bir haberle çalkalandı. Büyük bilgin Belh’li Baha Veled, Konya’ya, kendi şehirlerine geliyordu.
O gün Konya sarayında da olağanüstü bir durum vardı. Şehrin ileri gelen bütün bilginleri, şeyhleri, kadıları davet edilmiş, padişahın atı eğerlenmişti. Bahaeddin Veled, şehrin dışında karşılanacaktı. Halk, kafile kafile şehir dışına.     Filobâd denen Karaman yolu üzerindeki çayırlığa dökülüyordu.

Beş-on kişiyi geçmeyen küçük kervan uzaklardan göründü. Baha Veled önde, atının üzerinde bir haşmet âbidesi gibi dimdik duruyor, gerisinde Mevlâna Celâleddin, onun ardından da kadınlar, dervişler geliyordu. En gerideki birkaç deveye kitaplar yüklenmişti. Kervan şehre yaklaştığı zaman, Sultan Alâeddin atından inip, koşarak Baha Veled’in atının dizginlerini tuttu, inmesine yardım etti. Koca Sultan birdenbire küçülüvermişti o gün. Önce Baha Veled’in elini öpmek istemişti. Fakat el yerine bir asa uzanmış, Sultan, yanmdakilerin hayret dolu bakışları arasında, uzanan asayı saygıyla öpmüştü. Maneviyat Sultan’ı, dünya sultanına böylece ilk dersi vermiş, onun dünyevî gururunu bir anda kırmıştı. Sultan Alâeddin, Baha Veled’in heybetinden ve keskin bakışlarından titremeye başlamıştı.

Manzara görülmeye değerdi. Anadolu’nun büyük fâtihi, keskin kılıcı ile küf farı defalarca dize getiren ünlü sultanı I. Alâeddin Keykûbad önde ve yaya olarak Baha Veled’in atının dizginlerini çekiyor, arkada, atı üzerinde Baha Veled, sağa sola selâm veriyordu. Birisi iklimler, diğeri bilginler sultanı idi. Konya’ya böyle girildi.

Halk hayretler içindeydi. Sultan’ın şimdiye kadar alışık olmadıkları bu tevazuu halk üzerinde iyi bir tesir yapmıştı. Sultan, atın dizginini saraya çekmek istedi. Baha Veled:

— Ey kudretli sultan! Maksadınızı anlıyorum. Fakat imamlara medrese, şeyhlere hankâh, emirlere saray, tüccarlara han, başıboşlara zaviye, gariplere kervansaraylar münasiptir. Müsaade buyurunuz da biz medreseye inelim, dedi… Sultan, bu arzuya uydu ve fazla ısrar etmedi. Şehrin en büyük medresesi, Altun-Abâ hazırlanarak, oraya misafir edildiler.

Baha Veled, saraydan gönderilen hediyeleri de geri çevirdi:

— Bizim, dünya malında gözümüz yoktur, daha ecdadımızın gaza suretiyle elde ettikleri dünyalığımız duruyor. Onlar bize yeter. Sultan, zahmet edip, hakkımız olmayan malları bize göndermesin.

Zaten hiç kimseden, hiçbir şey kabul etmez, hele gelen hediyelere haram karışıktır şüphesiyle asla el sürmezdi. Yalnız yazıyla verdiği fetvalar için küçük bir ücret alırdı, o kadar… Konya şehrinin ortasındaki Altun-Abâ Medresesi’nin birkaç hücresini işgal etmiş, oğlu ve torunları ile birlikte yerleşmişti. Kısa zamanda Konya’da derslerine ve vaazlarına başladı, etrafına birçok talebeler toplandı. Ders ve vaazlarında, Kur’an-ı Kerim’den âyetler okuyor, bunları gayet açık ve veciz bir şekilde şerhediyordu.

Gönlü yalnız Allah’la dolu olan bu gerçek Allah adamı, bu Horasan’dan Diyâr-ı Rûm’a göçmüş büyük Sûfî, Allah sevgisini bir aşk ilmi haline getirmiş, insanlardaki zulmü ve kötülüğü giderecek tek düşüncenin, tek inancın bu olduğuna inanmıştı:

— Gönül yaprağından bir sahife ezber etmeye gayret et ki, onun mânası, ebediyete kadar senin ruhunla bağdaşsın. Öldükten sonra elini tutan ancak aşk ilmidir. diyordu.
O bir tarikat kurucusu değildi. O’nun yolu, gerçek yolu, Hak yolu idi. Şeriata tam mânâsiyle riayet eder, bu arada bâtın ilmini ve Hak sevgisini esas tutar, felsefeden hoşlanmazdı. Kuvvetli seziş ve görüşleri, hitabet kaabiliyeti ile bazen toplulukları coşturur, heyecana getirir, kendisine bağlardı. O Horasan erlerinin bir ulusu olarak Konya’ya gelmiş ve bu şehirde yerleşmişti.

Birkaç gün sonra Sultan Alâeddin Keykûbad, büyük bir tören hazırlattı. Bu törene, Baha Veled’le birlikte; şehrin ileri gelen bütün bilginlerini, fütüvvet erbabını, emirleri ve vezirleri davet etti. Selçuklu sarayı hınca hınç doluydu.

Sultan, Baha Veled’i, sarayın kapısında karşıladı, büyük salona götürdü. Salonda herkes, saygı duruşunda Baha Veled’i selâmlıyor, birer birer gelerek ellerini öpüyorlardı. Sultan Alâeddin, sesini yükselterek:

— Ey din padişahı! Düşündüm ve karar verdim. Bugünden itibaren dedelerimden bana miras kalan bu tahtı size terkediyorum. Siz sultan, ben kul. Zira bütün zahir ve bâtın sultanlığı sizindir, dedi ve davetlilerin önünde, Baha Velede saltanat tacını uzattı.

Baha Veled, Sultan’ın bu sözleri karşısında ayağa kalkarak onu kucakladı, gözlerinden öptü ve:

— Ey melek huylu, mülk sahibi hükümdar! Dünya ve âhiret mülkünü kendine mal ettin. Bunda şek ve şüphe yok… Tahtında rahatça otur. Biz dünya malına gözlerimizi çoktan kapamışız. Şimdi Allah’a kulluk ediyor, O’nun emirlerini yerine getirmeye çalışıyoruz. diyerek karşılık verdi. Bu sözler meclistekileri ağlattı, cümle davetliler, Baha Veled’in has müridi oldular.

Baha Veled, her ne kadar Altun – Aba Medresesine yerleşmişti ama; içi rahat değildi. Medresede başka müderrisler de oturuyordu. Üstelik kendisi için ayrılan bölüm çok küçüktü. Mevlâna Celâleddin, delikanlılık çağına girmiş, evlenmiş, çoluk çocuğu olmuştu. Ayrıca, bazı yoksul müridler de medreseye yerleştirilmişti. Sultana söylense, şüphesiz, derhal yeni bir medrese yaptırırdı ama, böyle bir teklifin, Sultan veya emirleri tarafından yapılmış olması gerekirdi. Elbet bir “zuhurat” olacaktı. Nitekim oldu da… Şöyle ki: Bir gün, Cuma Mescidi denilen Alâeddin Camii’nde vaazediyordu. Cami, mahşer gibi kalabalıktı. Sultan mahfilinde, Sultanla birlikte emirler de vardı. Herkes can kulağı ile dinliyor, Baha Veled, her âyetin iniş sebeplerini, onun tahkikini bütün incelikleri ve teferruatıyla tefsir ediyordu. Sultan’ın lalası Emîr Bedreddin Gevhertaş da dersi dinliyor, Baha Veled’in belagat dolu sözlerine hayran oluyordu. İçinden “Mâaşallah, Hazretin ne parlak bir zihni, ne kuvvetli bir hafızası ve ne geniş bir mütalâası var ki, bu kadar güzel konuşuyor. Acaba önceden hazırlanıyor mu?” diye geçirdi.

Yeni Bir Medrese Yapılıyor

Bu sırada, Baha Veled, bunları işitmiş gibi, minberden haykırdı:

— Emir Bedreddin, bir aşîr oku!

Emir Bedreddin, bu âni hitaptan irkilmiş, yerinden doğrulmuştu. Hemen aklına gelen bir âşiri okudu. Baha Veled, bu sefer okunan âşîrin de her âyetini ayrı ayrı tefsir etti: Bedreddin hayretler içinde kaldı. Vaazın sonunda gidip Baha Veled’in ellerini, kürsüsünün ayaklarını öptü. O günden itibaren, bu halin şükranesi olarak, Baha Veled ve kaldırılmış, Mevlâna’ya daha az yüksek, mermer ve üzeri puşideli ayrı bir sanduka yaptırılmıştır. Ziyaretçilerin “Oğlunun, ilmine, yüceliğine hürmeten babasının sandukası ayakta” diyerek efsaneleştirdiği sanduka aslında Mevlâna’ya aittir.

Baha Veled, can ve bekâ yurduna göçmüştü, ama geride kendisinden daha parlak bir yıldız bırakmıştı: Mevlâna Celâleddin.. Kutup yıldızı gibi ışıldayan bu ilim ve irfan cevherinin yanında, daha sonra nice yıldızlar sönük kalacaktı.

Şimdi hikâyemizin asıl yıldızına, âşıklar ve gönüller sultanı Mevlâna’ya dönelim.

Mevlâna Celâleddin

– Bilginler Sultanı Bahaeddin Veled’in kendisinden sonra kürsüsüne varis olarak bıraktığı sevgili oğlu Mevlâna Celâleddin’in doğum tarihi, birçok araştırıcıları düşündürmüştür. Tarihçi Willy Durant, Mevlâna’nın doğumunun 1201, Maurice Barres ise 1203 olarak kabul eder. XIV. Yüzyılda Mevlâna’ya ait menkıbeleri toplayan Mevlevî bilgini Eflâkî Ahmed Dede’nin (Menâkıb-ül-Ârifîn) adlı eserinde, Mevlâna’nın 6 Rebî’ül-evvel 604 (30 Eylül 1207) tarihinde doğduğu yazılıdır. Son yıllarda, bu konuda geniş araştırmalar yapanlar, Mevlâna’nın 1207 yılından çok önce doğduğu tezini ortaya koymuşlardır. Şöyle ki, Mevlâna”Fîhi-Mâfih” adlı eserinin bir yerinde, Semerkand’ın Harezmşahiar tarafından kuşatılmasına dair bir hatırasını anlatırken, “Semerkand’ta idik ve Harezmşah, Semerkand’ı muhasara etmiş, asker çekmiş savaşıyordu” demektedir. Anlatılan tarihî olayın 1207 yılında olduğu düşünülecek olursa, Mevlâna’nın bu tarihlerde hatıralarını unutmayacak bir yaşta, hiç olmazsa 7-8 yaşlarında olması ihtimali vardır. Şu hale göre, onun doğum tarihinin. 1207 yılından çok önceye, en azından 1200 yılına alınması lâzım gelir. Bu böyle olunca, birçok kaynakların bildirdiği gibi, Mevlâna, babası ile birlikte Belh’ten göçtüğü sıralarda, bir çocuk değil, çocukluk yıllarını aşarak delikanlılık çağına basmış bir genç olmalıdır. Mevlâna’yı, Konya topraklarına ayak bastığı yıllarda da en azından 24 yaşlarında, babası Bahaeddin Veled’in kendisine miras bıraktığı kürsüde, herkesin saygısını ve güvenini üzerinde toplayan genç, heyecanlı, fakat olgun bir bilgin olarak görmekteyiz.

Onun Belh’teki çocukluk günleri, yetişkin dervişlerin ilâhî nağmeleri arasında geçmişti. Mevlâna’nın hayatını yazan Myriam Harry o günleri söyle tasvir eder:

“Belh’te. Baha Veled’in dervişleri sık sık ilâhî meclislerinde toplanıyorlardı Mevlâna’nın annesi, küçük oğlunun bu meclislere girmesinden çok hoşlanıyordu. Küçük Celâleddin, elinde ipek mendili, basında elmaslarla süslü kırmızı takkesi, başı sağ omuzuna düşük, yanakları al al uzun kirpikli ışıklı gözleri süzgün, kendisini ilâhilerin âhengine kaptırıyor, durmadan semâ ediyordu…”

Babasının derslerine devam eden. olgun müridlerin terbiyesi altında yetişen Mevlâna, babası ile birlikte, bütün göç yollarını izlemiş, bu yollarda devrin tanınmış bilgin sûfileriyle tanışmıştı. Bahaeddin Veled’in vefatından sonra, durağın Konya şehri olduğuna, O’nıın mübarek cesedinin bulunduğu bu topraklarda kesin olarak yerleşmek gerektiğine artık inanmıştı. Konya’yı seviyor ve şöyle diyordu:

— Bundan sonra Konya’ya Velîler şehri deyiniz. Zira, Konya’da doğan çocuk veli olur. Sultan’ül Ulemanın mübarek cesedi, evlât ve ahfadı bu şehirde kaldığı müddetçe, burada harp olmaz, düşmanlar galip gelemez. Nihayet helak olurlar. Konya âhir zaman âfetlerinden de mahfuz kalır Zira maddî ve manevî varlığımız artık Konya’dadır.
Mevlâna. eşi ve çocukları ile birlikte. Emir Eedreddin Gevhertaş’ın yaptırdığı medresenin mütevazi birkaç hücresine yerleşmişti-. Babasının ölümünden sonra, O’nun müridi ve talebeleri, bu sefer kendi etrafını çevirdiler. Veled’in bıraktığı kürsünün tek varisi olarak görüyorlar, ondan feyz almak istiyorlardı. Fakat Mevlâna, kendisini babasının yerine lâyık göremiyor, bu kürsüye oturmanın henüz zamanının gelmediğine inanıyordu. Baha Veled, sevgili oğluna bütün bilgileri kademe kademe vermiş, hakikat yollarını birer birer açmıştı. Bilgiye ve durmaksızın okumaya susamış Mevlâna, babasının ölümünden sonra, yalnız kaldığını, onsuz hiçbir şey yapamayacağını sanıyordu. Bu sıkıntılı günlerde, yeni bir irfan güneşinin Anadolu’ya gelmekte olduğu haberi geldi. Bu. Tirmizli Seyyid Burhaneddin’di.

Babasının Vefatından Sonra Burhaneddin Konya’ya Geldi

Eski kitaplarda “Seyyid-i Sırdan”, “Muhakkik”. “Fahr’ül Meczubin” gibi unvanlarla tanınan Seyyid Burhaneddin. Belh şehrinde iken Sultan’ül-Ulema Bahaeddin Veled’in müridleri arasına girmiş, Mevlâna’nın terbiyesini üzerine almıştı. Bir süre sonra, coşkunluğu ve cezbesi yüzünden. Mecnûn misali, başını alıp çöllere düşmüş, birkaç yıl dolaştıktan sonra sükûn bularak Tirmiz şehrine gelmiş, orada inzivaya çekilmişti. Baha Veled, Belh’ten Anadolu’ya göçtükten sonra, mürşidinin Konya’ya yerleştiğini öğrenmiş, Moğol akınları yüzünden huzuru kaçan birçok insanlar gibi. o da Anadolu’ya yönelmişti. Bu yönelişin sebepleri üzerine şöyle söylenir:

Birgün Seyyid Burhaneddin, Tirmiz’de bir toplulukta ayağa fırlamış.-

— Eyvah! Eyvah! Şeyhim Baha Veled, bu fâni âlemden öte âleme göçtü. Haydi namazını kılalım.

Diye bağırmış, o gün Konya’da vefat eden Baha Veled’in cenaze namazını aynı gün, Tirmiz’de kılmış, sonra da:

— Benim Şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed yalnız kaldı, beni beklemekte… Diyar-ı Rûma (Anadolu’ya) göçmek, yüzümü şeyhimin temiz toprağına sürmek ve O’nun emaneti olan Celâleddin’i teslim almak borcumdur…

Diyerek yollara düşmüştü.

Seyyid Burhaneddin, Konya’ya ulaştığı zaman Mevlâna, annesinin ve kardeşinin mezarı bulunan Lârende (Karaman) şehrinde idi. Seyyid, şeyhi Baha Veled’in mezarını ziyaret etmiş, acele Konya’ya dönmesi için de Mevlâna’ya haber salmıştı. Hemen o gün Konya’ya dönen Mevlâna, Seyyid Burhaneddin’i bularak elini öptü. Kendi medresesinde misafir etti. O günden sonra, Mevlâna, tekrar, Seyyid’in manevî terbiyesi altına girdi. Babasından boşalan kürsüye, kendi eliyle oturtarak, önünde saygı ile diz çöktü.

Seyyid Burhaneddin, Mevlâna’nın bilgi ve görgüsünü yoklamak için, onu şöyle bir imtihan etti. Bazı eksiklikleri olmasına rağmen mükemmeldi:

— Bilgide eşin yok. Din ve yakıyn ilminde babanı hayli geçmişsin. Oysa babanın hem “hâl” ilmi tamamdı, hem de o, “kaal” (söz) ilmini tamamen biliyordu. İstiyorum ki. hâl ilmine sûfîlik yoluyla başlayasın, şeyhimden bana erişen o mânayı sen de benden alasın. Bugünden sonra senin hâl ilmine girmen gerek. Bu, Peygamberlerin, velilerin ilmidir. O ilme, (Ledün ilmi-Gerçeği bilme) derler. Buna çalış da güneş gibi âlemleri aydınlat… diye nasihatta bulundu. O günden sonra, Seyyid Burhaneddin şeyh, Mevlâna da müridi olmuştu artık. Önce, kırk gün bir odaya kilitlemiş, Mevlâna’ya halvet çıkartmıştı. Her gün yeni bir şey öğretiyor. Allah gerçeğinin sırlarını birer birer Mevlâna’nın önüne seriyordu.

Onun “zahir” ilimerini de öğrenmesini istemişti. Zamanın en yüksek medreseleri Halep’te ve Şam’da idi. Mevlâna. bu şehirlere gitmeli, bir -iki yıl tahsil etmeliydi. Kararını Mevlâna’ya açtı. Hemen yol hazırlıklarına başlanarak Mevlâna’yı birkaç dervişle birlikte Halep’e yolcu etti. Kendisi de kısa bir süre için Kayseri şehrine giderek istirahata çekildi.

Mevlâna, Halep yoluna düşmüştü. Dağarcığında birkaç kitaptan başka hiçbir şeyi yoktu. Ama gönlü… Gönlü öğrenme, bilme, okuma aşkıyla kaynıyordu. Halep’e geldi.
Halep’te devrin tanınmış Hanefî fakihlerinden Kemaleddin ibn-ül-Adîm’in müderrisi olduğu (Halâviyye Medresesine yerleşti. Müderris Kemaleddin, Mevlâna’nın babasını tanıyordu. Ona özel bir muamelede bulundu. Kısa zamanda, Mevlâna’nın zekâ ve kaabiliyetinden çok memnun olmuştu.

Mevlâna Halep’te ancak bir iki yıl kalmıştı. Niyeti Şam’a gitmekti. Sam, Moğol akınlarından kaçan bilginlerin sığınağı olmuştu. Üstelik burada, devrin ünlü bilgini Muhyiddin-i Arabî de vardı. Tekrar yola düştü, Şam’a gelerek (Mukaddemiye Medresesi)ne indi.

Gece gündüz okuyor, öğreniyor, ilim dağarcığını her gün biraz daha dolduruyordu. Sanki ilim bir okyanustu da Mevlâna küçücük yelkenlisiyle, bu okyanusta sahil sahil dolaşıyordu. Mesafe, her gün biraz daha kısalmakta. Okumak, öğrenmek, sormak, araştırmak için günler birer birer geçip gitmekte, yıllar birbiri peşisıra uzanmakta. Sık sık devrin bilginlerini, sûfilerini ziyaret ediyor, onlarla konuşuyor, sorularına cevap arıyordu. Bu arada Fıkıh’ta “Hidâye” kitabını, Muhyiddin Arabi’nin eserlerini, tahlil ede ede okumuştu.

Şam’da geniş bir muhit yapmıştı. Bilginler, sûfiler O’na saygı gösteriyor, zekâsı ve irfanına hayran kalıyorlardı. Şam’da 4 yıldan fazla oturdu. Artık Konya’ya dönmeliydi. Bu düşünceler içindeyken bir olay onun dönüşünü çabuklaştırdı.

Günlerden bir gün, Şam’ın kalabalık bir pazar yerinde, dalgın dalgın dolaşıyordu. Burada dünyanın dört bucağından gelmiş, çeşit çeşit insanlar vardı. Dilleri gibi, renkleri ve giyimleri de başka başkaydı. Kimi seyyah, kimi tüccar, kimi derviş olan bu kalabalığın içinde, garip kılıklı bir adam kolunu çekti. Mevlâna. ansızın irkilerek dönüp baktı. Hiç tanımıyordu. Derken adam. Mevlâna’nın elini tuttu, saygıyla öptü. Mevlâna”—Kimsin?” demeye kalmadan:

— Ey dünya sarrafı Mevlâna beni anla…

Diyerek, kalabalığa karışıverdi. Çağırmak, arkasından koşmak istedi. Olmadı. Adam, kalabalıkta kayboluvermişti.

Mevlâna, yıllar sonra öğrenecekti ki, bu belirsiz kişi. en büyük can dostu Şemseddin Tebrizî’dir.

Artık, bu olaydan sonra, Şam’da çok durmadı. Anadolu’ya döndü. Önce, Kayseri’ye uğrayarak şeyhi Seyyid Burhaneddin’i ziyaret etti. Sonra da, onunla birlikte Konya’ya geldi.

Seyyid memnundu. İstediği olmuştu. Ona, “ledün” yolunda mürşidlik ediyor, onu her bakımdan tam bir “insan-ı kâmil” yapmak için çaba gösteriyordu.

Seyyid’in “Maarif” adlı eserinden öğreniyoruz ki, o da Bahaeddin Veled’in yolundan gitmede ve izini izlemede. Bu eserde (Maarif-i Baha Veled) de olduğu gibi filozoflar, hâkimler kınanmakta. Allah dostu, âşık ve ârif erenler övülmektedir. Bunlar, (Varlık levhinden Ene-1-Hak sözünü) okumuş bilgin kişilerdi. Seyyid Burhaneddin, Baha Veled’in Maarifini pekçok kere okumuş, Mevlâna’ya da okutmuştu.

Mevlâna artık Seyyid’e bağlanmış, “sülük” devresini sabırla geçirmekte, çileden çileye gererek “Kemal’e ermektedir. Günlerce süren “riyâzat” oruçları Mevlâna’nın rengini soldurmuş, nâzik bedeni büsbütün zayıflamıştı.

Seyyid, riyâzata çok önem veriyor ve müridlerine şöyle diyordu:

— Eğer Allah’a hiçbir ibâdette bulunamıyorsanız, hiç olmazsa orucu ihmâl etmeyiniz. Kamınızı aç tutunuz ve açlık acısına önem veriniz. Oruç hikmet hazinelerinin anahtarıdır. Peygamberlerin ve velilerin, son derece anlayışlı ve sezişli olan bâtınlarından hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırtmıştı. Oruç tutmaktan daha iyi ibâdet yoktur.

Söylendiğine göre, Seyyid Burhaneddin’in onbeş gün, ağzına lokma koymadığı aylar olurmuş. Nefsinin isteği arttığı zaman, onu öldürmek, isteğini körletmek için, kalkar, aşçı dükkânına gider, köpekler için hazırlanmış bulaşık sularının başında durarak:

— Ey kör nefis, ben bundan fazlasını bulamam, beni özürlü bil, beni fazla üzme… Eğer içmek istersen işte önünde, şu yalakta… der, içmez, nefsiyle böylece savaşırmış.
Mevlâna,böyle bir hocanın, böyle bir terbiyecinin elinde en çekin oruçlara katlanıyor, Seyyid’in kızgın potasında yana yana pişiyordu.

Seyyid’in Manevi Vazifesi Bitiyordu

Böylece, aylar, yıllar geçti. Her geçen yıl Mevlâna’yı bir kat daha olgunlaştırdı. Oruç ve çile günleri atlatıldı. Seyyid’e pek çetin bir imtihan verildi. Seyyid de çok memnundu. Mevlâna’yı istediği gibi yetiştirmişti. Vazifesinin bittiğine kanî olunca, Konya’dan ayrılmak. Kayseri şehrine giderek, ömrünün son yıllarını inzivade geçirmek istiyordu. Fakat Mevlâna bırakır mı? Bir kere Seyyid’in eteğinden tutmuş, dokuz yıl onun sözünü dinlemiş, onun önünde diz çökmüş, her biri hakikat incisi olan sözlerini teşbih gibi çekmiş, tekrarlamıştı. Bu alışkanlıktan sonra. Mevlâna elbette çok yalnız kalacaktı. Seyyid ise. mutlaka ayrılmak istiyor, açıkça bu fikrini Mevlâna’ya söyleyemiyordu. Bir gün katıra binmiş. Konya bağlarını seyre çıkmıştı. Yolda, içinden, “Buradan doğruca Kayseri’ye gitsem…” diye geçirdi, o anda katır, birden bire sıçrayarak Seyyid’i yere attı ve ayağını kırdı. Yanındakiler, Seyyid’i kucaklayarak tekrar katıra bindirdiler ve geri döndüler. Mevlâna haberi işitince koştu, hocasının ayaklarından çizmesini çıkardı. Bir de ne görsün? Bütün kemikler hurdahaş olmuş… Seyyid, Mevlâna’nın yüzüne bakarak sitemli:

—Aferin, ne de güzel mürid. şeyhinin ayağını kırıyor!. dedi. Mevlâna, ses çıkarmadı, kırıkları sararak bir kaç ay içinde tedavi etti.

Hâdiseden sonra, Mevlâna. ısrarın doğru olmayacağına inanmıştı. Bir gün baş başa sohbet ediyorlardı. Mevlâna sordu:

— Niçin gitmek istiyorsun?

Seyyid. aylardan beri söylemek istediğini söyledi.

— Sen artık yetiştin oğlum.. Nakli, aklî, kisbî ve keşfi bütün ilimlerde eşi. benzeri bulunmayan bir arslan oldun. Ben de kendimce bir arslanım. İki arslan bir sahrada oturmaz. Onun için gitmek istiyorum. Hem benden sonra senin yanına büyük bir dost gelecek. Birbirinizin aynası olacaksınız. O. seni iç âlemin en mahrem noktalarına kadar çekecek, sen de, ona. aynı âlemi yaşatacaksın. Birbirinizi tamamlayacak ve yeryüzünün en büyük iki dostu olacaksınız…

Seyyid, sözlerinin burasında susmuştu. Mevlâna gözleri dolu dolu dinliyordu. Bu konuşmada Seyyid: Şemseddin Tebrizî’nin zuhur’unu haber vermişti. Sözlerine söyle devam etti:

— Dünya ve ahirette Allah’a hamdolsun ki. zayıf ve nahif olan bu kul. senin esi bulunmaz bir er olduğunu görmek saadetine erişti. Haydi, yürü de insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt…

1239 yılının tatlı bir bahar günü. Mevlâna. Şeyhinin mübarek ellerini doya doya öptükten sonra, birkaç müridle birlikte onu Kayseri’ye yolcu etti.

Seyyid Burhaneddin Kayseri’ye geldiği zaman, şehrin valisi Vezir Sahip Şemseddin İsfahanî tarafından saygıyla karşılandı, bir zaviyede misafir edildi. Şehrin ileri gelenleri, Seyyîd’in huzuruna gelerek tazimde bulunuyor, beraberlerinde getirdikleri hediyeleri veriyorlardı. Seyyid, bu hediyelerin hiçbirine el sürmeden, fakirlere, meczuplara dağıtılmasını emretti. O, artık inzivaya çekilmişti. Bu sırada, Mevlâna, birkaç defa Kayseri’ye gelerek Şeyhinin gönlünü aldı. Kayseri halkı, Seyyid’e büyük bir saygı gösteriyor, bir dediğini iki etmiyorlardı. Hattâ bir keresinde, Seyyid’i camiye imam yapmışlardı. Fakat Seyyid, namaz kıldırırken, bazen saatlerce ayakta kalır, rükû ve secdeye vardığı zaman da, gene saatlerce yerinden doğrulamazdı. Cemaat, O’nun bu hareketlerinden âciz kalmıştı. Seyyid:

— Mazur görün beni.. Ben heyecanlı bir adamım.. Allah’ın huzurunda kendimden geçiyor, sizleri unutuyorum. Ben imamlık edemem. Siz temkinli bir imâm bulun… diyerek bu vazifeden affını istemiş, tekrar hücresine çekilmişti. Bir süre sonra Bağdaddan mutasavvıf Şeyh Şihabeddin Ömer Sûhreverdî’nin Kayseri’ye geleceğini, kendisini ziyaret edeceğini haber verdiler. Bir iki gün sonra, Sûhreverdî Kayseri’ye geldi, Seyyid’i zaviyesinin önündeki bir toprak yığını üstünde bularak yanıbaşına çömeliverdi. Saatler geçtiği halde ne Seyyid, ne Sûhreverdî, tek kelime konuşmamışlardı.

Nihayet Sûhreverdî, Seyyid’in yanından ayrıldı, bu garip ziyareti şaşkın şaşkın seyreden müridleri, Seyyid’e:

— Bu nasıl görüşme böyle. Aranızda hiçbir sual ve cevap vakî olmadı. Tek kelime konuşmadınız. Buna sebep nedir? diye sordular. Seyyid şu cevabı verdi:

— Hâl ehli yanında “kaal” dili değil, “hâl” dili lâzım. Kur’an-ı Kerim’de “Susunuz” hitabı varid oldu. Hakikati görenin huzurunda susmak gerekir. Zira “hâl” olmaksızın “kaal” ile gönül müşkülleri çözülemez.

Seyyid, Kayseri’ye geleli bir yıl bile olmamıştı. Ömrünün son günlerini yaşamakta olduğunu hissediyordu. Bir gün hizmetçisine bir testi sıcak su hazırlamasını emretti.

İstediği su hazırlanınca, kalkıp abdest aldı. Sonra da hizmetçisine:

— Git kapıyı muhkemce kapa ve dışarıda: “Garip Seyyid dünyadan göçtü” diye sâla ver! dedi. Odasının bir kösesine çekilerek son duasını şöylece yaptı: “Ey Büyük Allah, ey dost, beni kabul et ve canımı al.. Beni mesteyle ve bu dünyadan al götür.. Sensiz, her ne ile gönlüm rahatsa, onu benden al” diyerek ruhunu teslim etti…

Hizmetçi çığlıklar atarak. Sahip Semseddin’e koşmuştu. Seyyid’in ölüm haberi Kayseri’de kısa zamanda duyulmuş, büyük bir kalabalık, hücresinin önünde toplanmıştı. Sahip Şemseddin, cenaze merasimini hazırlarken, Mevlâna’ya da haber ulaştırdı. Cenaze, dua ve tekbirlerle musallaya götürülmüştü, namazı kılındı, hatimler indirildi.

Mevlâna, şeyhin ölüm haberini alınca derin bir üzüntü içinde hemen Kayseri’ye gelmiş, mezarı başında saatlerce niyazda bulunmuştu. Sahip Şemseddin, Mevlâna’ya kitaplarını teslim etti ve Mevlâna, hocasının kitaplarıyla birlikte Konya’ya döndü. Bu kitaplar arasında Seyyid’in “Maarif” adlı meşhur eseri de vardı.

Mevlâna’nın Hayatında Parlayan Güneş: Tebrizli Şemseddin

Selçuklu Devleti’nin başşehri Konya, bir ikindi güneşinde pırıl pırıldı. Mevlâna Celâleddin, Altun-Abâ Medresesinde dersini vermiş, evine dönüyordu. Bindiği katırı iki molla çekiyor, Mevlâna başı önünde tevazu ve hiçlik duygusundan iki büklüm, ağır aheste gidiyordu. Yolun yarısında ve caddenin tam ortasında, birdenbire iki çıplak kol. katırın dizginlerine yapıştı. Mevlâna katırın birdenbire silkinerek durması üzerine, daldığı tefekkür âleminden sıyrılarak, başını kaldırdı. Esmer, yanık benizli, hiç tanımadığı bir adam, yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sımsıkı sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlâna’yı süzüyordu. Mevlâna irkildi. Bu saçı sakalı karmakarışık, ihtiyarca, derviş adamın birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, yakıcı gözleri ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak, ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa, fakat korkunç sükûtu, adamın tunç, ağır, tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddî, yüksek bir tonla soruyordu:

“— Sen Belh’li Sultan’ül-Ûlema oğlu Mevlâna Muhammed Celâleddin’sin değil mi?”

— Evet.

— Bir müşkülüm var, söyle bana. Hazreti Muhammed mi büyüktür. Beyazıd-ı Bestâmi mi? Ne dersin?..

Mevlâna böyle cadde ortasında, etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu soruyla, tekrar irkildi. Sorunun taşıdığı geniş mânâyı hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılır bir kişi olmadığını anlamıştı. Cevap verdi:

— Bu nasıl soru? Elbette Hazreti Muhammed büyük…

Adamın bakışları tatlılaştı. Dudaklarında, bir tebessüm halesi dolaştı.

Bu sefer de şöyle sordu:

— İyi ama. Hazreti Muhammed, “Yarabbi. Seni tebcil ederim, biz seni lâyık olduğun veçhile bilemedik” buyurur. Halbuki Beyazıd-ı Bestâmî “Ben kendimi tebcil ederim, benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok” demekte. Buna ne buyrulur?

Mevlâna, sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap verdi:

— Çünkü Hazreti Muhammed, günde sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında, evvelki bilgi ve hayalinden istiğfar ediyordu. Böylece Peygamber, hiçbir makamda ve hükümde kalmayarak ebediyyen tenzih edilmesi gereken Rabbi. Onu bütün tecelli cilveleri içinde dahi, tecrid ve tenzih edebilmenin mukavemetine malik bulunuyordu. Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestâmî ise, vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendinden geçdi. O makamda kaldı ve hemen bu sözü söyledi.

Adam, cevabın azameti karşısında dayanamadı, sendeledi, bir çığlık atarak yere düştü. Mevlâna da heyecanlanmıştı. Katırından inerek dervişi kucakladı, kaldırdı.

Sanki iki umman, burada birbirine kavuşuvermişti. Derviş, kendine gelir gelmez, biri diğerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaşıverdiler. Mevlâna. dervişin koluna girdi. Hiçbir şey konuşmadan eve, Mevlâna’nın Medresesine doğru yöneldiler.

Bu durumu, hayret ve endişe içinde seyreden talebeler ve halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir mânâ verememişlerdi. Birbirini kucaklayan, birlikte yürüyüp giden iki adamın ardından bakakaldılar.

Mevlâna’yı Mevlâna Yapan Tebrizli Şems

Kimdi bu adam. Mevlâna’nın hem de cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı cevap karşısında kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?

Mevlâna’yı böyle cadde ortasında durduran, attığı okla kendisi vurulan derviş. Tebrizli Muhammed Şemseddin’di. Mevlâna gibi bilgin, temkinli bir sûfi’yi uçsuz bucaksız âşk denizine salıveren, onu pişiren, potasında yakan, kavuran kısacası Mevlâna’yı Mevlâna yapan Tebrizli Şems..

Dediklerine göre Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu.. Tebriz’de doğmuş, orada büyümüş. Küçük yaşından beri değişik halleri, üstün yaratılışı ile dikkati çekmekte. Daha çocukken babası ile birlikte bir dere kenarına varmışlar. Bir tavuğun altındaki yumurtalardan çıkmış ördek yavruları, dereye dalıp yüze yüze karşı sahile geçtikleri halde, tavuk karada çırpınıp duruyor. Bu manzarayı gören, küçük ve mağrur Şemseddin, babasına şöyle demiş:

— Şu hale bak baba!.. Tıpkı, seninle benim aramızdaki hale benziyor. Tavuk karada çırpınıp durduğu halde, yavruları suya dalıp karşıya geçti. Meslekler meşrepler nasıl da ayrıldı, gördün değil mi?

Birçok Mevlevi kaynakları, Şemseddin’i Necmeddin Kübra’nın halifelerinden Baba Kemal’in veya Halvetiye silsilesinden Kudbeddin Ebher’in halifesinin dervişi olarak kaydederler. Halbuki Şems, bizzat “Makalât” adlı eserinde, “Benim, Tebriz’de Ebubekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte onu, Hüdavendigârım Mevlâna gördü..” demekte, ilk şeyhinin (Selebaf-Sepet Ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir.

Bir süre sonra şeyhini bırakan, Tebriz’den ayrılarak diyar diyar gezen Şems artık, bundan sonra kimseye yâr olmamış, hiçbir şeyhe bağlanamamıştı. Kendine inanmış, kimseyi beğenmeyen bir tavrı vardı. Birisinden bahsedilirse:

— Dün anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrâk etmesi gerekirken, Allah’lık taslıyor. Allah mukallidlerinden bıktım, usandım… Bir adam tanıyorum ki, filân şeyhin adını, sanını duyup uzun bir sefere katlanıyor; onu görmeye geliyor. Şeyh ona, niçin geldiğini sorunca, Allah’ı aramak gayesiyle geldiğini söylüyor. Şeyh ona Allah’ın semâlarda hüküm sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, biçare yolcu kalkıp gidiyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum görmüyor, diyor, bu sözlerle kendisini kasdettiği anaşılıyordu. Yine diyordu ki:

— Herkes kendisinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nisbet iddia ederek hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize, bizzat Allah Resulü, mânâ âleminde hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil. Bu hırka, sohbet ve hakikat hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın üstünde.. Ne dünü var, ne bugünü, ne de yarını.. Aşkın, zamanla, mekânla ne işi var..

Tanınmaktan Korkuyor, Yokluğa Yol Alıyordu

Bununla Şems aslı astarı olmayan söylentilerle, bir şeyhi tarif edenleri kastediyor, aslında bu söylentilerin, gerçekten çok ipe sapa gelmez lâflar olduğunu ifade etmek istiyordu. Gerçeğe lâfla, hattâ ilimle varılamazdı. İlâhi visal, ancak şeriata uymak, ölçülere başkesmek, olgun bir mürşidin, bir yol göstericinin tapusuna girmek, aşkla, muhabbetle yol almakla mümkündü. Bunun içindir ki, felsefecileri kınardi:

— Filozofcuk, on akıl vardır, bunlar kâinatı kaplamıştır, der. Sonra da. hiçbir aklın gerçeği bulamaması karşısında sersem sersem başını kaşır, yine de ders almaz.

Şems, bilgilerin bilgisi olan ilâhî bilginin, binlerce yıl tahsil edilse dahi, öğrenilemeyeceğini, hiçbir bilginin bir kerecik Allah vuslatı ile elde edilen feyze denk olamayacağını söyler, bu hikmet ve gerçeğin kaynağını da gönülde, arınmış temiz gönüllerde arardı. Derdi ki:

— Herşey insana fedadır, insan ise kendisine, kendi hakikatına fedâ.. Allah, insanoğlunu ululadığını söylediği halde, gökleri ve arşı ululadığını buyurmadı. Arşa varsan da, onun üstüne çıksan da fayda yok.. Keza, yedi kat yerin dibini geçsen de faydasız. Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak lâzım. Bütün peygamberlerin, gayesi gönüldür. Ve insan kendisini bilince herşeyi bildi, demektir.

Şems’e göre, kulluk, gönül kulluğudur. Hizmet, gönül hizmetidir. O da, insanın Tann’sında istiğrakıdır. Şeriat, bu istiğrakın temel taşıdır. Bunsuz olmaz. “Bir an düşünmek, murakabeye varmak, gönüle eğilmek, altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır” hâdisindeki düşünmekten maksat da, sadık dervişin gönül huzurudur. Hak’ka dönüş, Hak’ka teslim oluştur.

Şems, bir hakikat ehli. bir gönül eri arayıp durmada, bunun için uzun yolculuklar yapmadaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk tanınıyor, etrafını, bir sürü mürid sarıveriyordu. O zaman, durmanın, tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete göçüyordu. Çoğu zaman, Şam’a uğrardı. Şam’da bir hana iner, hücresini sıkıca kilitler, günlerce yalnız başına kalır, kimseyi içeri almaz, kimseyle görüşmezdi. Daima riyâzat yapar, bir somun, bir testi suyla günler geçirirdi. Şam’dayken bir ahçı dükkânına gitmişti. Ahçı, eski müşterisini hemen tanımış, biraz iltimas olsun diye yağlıca bir baş suyu ile sıcak bir somunu eline tutuşturmuştu. Şems, kendisinin tanındığını anlayınca, kâseyi yere koymuş, ellerini yıkamak bahanesiyle dükkândan çıkmış, o gün Şam’ı terketmişti. Bir defasında da Erzurum’a yerleşmiş, mektep hocalığı ile meşgul olmuştu. Fakat kısa bir zamanda halk onu tanımış, etrafını çevirmişti. Oradan da uzaklaştı.

Tebrizli Şemseddin, ulaştığı makam ve mertebelerde durmuyor, daha derin, daha hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşmıştı. Ona, bu halinden dolayı “Şems-i perende-Uçan Şems”, demişlerdi. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, “şeyhim” diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu. Diyordu ki:

— Büyük şehirlerde oturmak, bir mürşid’in tapusunda kayıtlı olmaktır. Hele bu mürşid’in kuvvet ve sohbeti eksik olursa, bu mıhlanıp kalmanın felâketini siz hayal edin…

Bir zaman, yolu Bağdad’a uğramıştı. Tanınmış sûfilerden Şeyh Evhadüddin Kirmanî’yi ziyaret etti. ne âlemde olduğunu sordu. Şeyh Evhadilddin “Güzellerde Cemâl-i Mutlak-ı görüyorum” mânâsını kastederek:

— Ay’ı leğendeki suda seyrediyorum, dedi. Bu cevap üzerine Şems:

— Ense kökünde çıban yoksa, başını kaldır da göğe bak! O zaman Ay’ı leğende değil, kendi zatında seyretmiş olursun. Bu iş varken ne diye leğenlere abanıp, kendini aradığın şeyin aslından mahrum edersin? deyince, Evhadüddin, Şems’in ellerine sarıldı, müridi olmak istedi. Şems:

— Bizim sohbetimize dayanamazsın… cevabını verdi. Evhadüddin ısrar edince, bu sefer Şems sordu:

— Pekâlâ, bir şartla. Bağdad pazarında, halkın karşısında şarap içebilir misin?

— Estağfurullah, bunu yapamam.

— Peki, bundan vazgeçtim, pazardan şarap alır, ben içerken, benimle sohbet edebilir misin?

— Bunu da yapamam..

— O halde uzaklaş erenlerin yanından! Benimle arkadaşlık edemezsin sen.. Şunu da bil ki, ben mürid değil şeyh arıyorum. Hem de rastgele değil… Gerçekten, gerçekleri bilen, olgun bir şeyh, bir mürşid.. Bunu şöyle anlatır:

— Ben kendi diyarımdan, gerçek bir mürşid bulmak amacıyla çıktım, ama ne gezer. Nereye gittim ve kime rastladımsa, hepsi bomboş.. Vardır elbet, âlem bu kadar boş değildir ya. diye düşündüm, ama bulamadım. Bir yerde bir şey söylüyorlardı: Bir şeyh varmış, insana haberi olmadan hırka giydirirmiş, devlet ve saltanat ihsan edermiş. Vefat etmiş ama ben görmedim. İşte hep bu boş sözler… Kâmilce bir şeyh hakkında, sırası gelmişken bir ölçü vermek isterim… İnsana, aleyhinde bir söz nakletseler, kat’iyyen incinmemeli, ona gücenmemeli. Böylesine bile rastlayalamadım. Kaldı ki. bu kadar küçük bir kemâl ile. hakiki kemâl arasında daha nice mesafeler var. Hasılı ben şeyhliğe lâyık kimseyi bulamamıştım.

Bunu şu misalle anlatır:

Bir adam balığı anlatmada, büyüklüğünü tarif etmedeydi.

Birisi:

— Sen balık nedir bilir misin ki, anlatıyorsun? dedi. Adam:

— Nasıl bilmem!.. Yıllarca deniz seferlerinde bulundum.

— Anlat bakalım, nasıl? Adam anlatmaya başladı:

— Balığın deve gibi iki boynuzu vardır..

— Sus, yeter artık. Sen evvelâ öküzle devenin farkını bilmiyorsun. Kaldı ki balığı tarif edeceksin.

Belliydi ki Şems, bir tekke sahibi sözüm ona şeyhlerden olmak istemiyordu. Birçok şeyhleri denemiş, onların şeyh değil, mürid bile olamayacaklarını görmüştü. Şöhretin, malın, mülkün, kâr değil, zarar getireceğini .dünyaya çivileyip kalacağını biliyordu. Halk, devamlı harpler, yağmalar yüzünden dünyasından bezmişti. Bu dünyada bulamadığı huzuru hiç olmazsa öte âlemde aramak için maneviyata yönelmiş, tasavvufa meyli artmıştı. O’nun bu temiz duygularını istismar edenlerden, ben böyleyim, ben şöyleyim diyenlerden nefret ediyor, memleket memleket dolaşıyor, gerçek bir şeyh, bir mürşid arama yolunda, yıllardan beri koşuyordu.

Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında keçeden bir cübbe, elinde bir alem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı. Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini temin ederdi. Kimseden bir şey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç kalır, nefsiyle alay ederdi.

Şems. Anadolu’yu bu halle geziyor, birer ikişer gün şehir ve kasabalarda konaklıyordu.

Bir seyahati sırasında yolu Konya yakınlarındaki Aksaray’a uğramıştı. Münasip bir han bulamadığı için mescidde gecelemeye karar verdi. Mescide gelip bir köşeye büzüldü. Yatsı namazından sonra, müezzin kapıyı kilitleyeceği zaman Şems’i gördü, sert bir dille çıkıştı:

— Hey, kimsin sen? Çık buradan, git başka bir yerde pinekle.. Şems:

— Beni bu gecelik mazur gör. Garip bir yolcuyum. Yatacak yerim yok, sizden hiçbir şey istemem. Müsaade et de şuracıkta geceyi geçireyim, dedi.

Müezzin büsbütün kızdı. Bağırıp çağırmaya, acı sözler söylemeye başladı. Şems incinmişti, dayanamadı:

— İnşallah dilin şişer! diyerek uzaklaştı. O anda müezzinin dili şişmeye, boğazını tıkamaya başlamıştı. Hırıltılara, imam yetişti:

— Ne var, ne oluyor? diye sordu. Müezzin, eliyle uzaklaşmakta olan Şems’i göstererek güçlükle:

— Beni bu hale getiren O.. Koş O’ndan af dile. İmam koştu. Şems’i yolda yakalayarak:

— Aman efendim, o miskin müezzin, sizin kim olduğunuzu bilememiş, kusuruna bakmayın, onu kurtarın… diye yalvarmaya başladı.

— İş işten geçti artık. Hüküm Allah’ındır, ben birşey yapamam. Yalnız, onun imânla ölmesi, âhiret azabını görmemesi için dua ederim..

Ve yoluna devam etti. İmam geri döndüğü zaman müezzin çoktan ölmüştü.

Şems Konya’ya doğru gidiyordu.

O’nun Konya’ya gelişi sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlâna’dan bahsedilmiş, onun Konya’ya yerleştiği söylenmişti. Bir defasında:

— Allah’ım beni dostlarımla buluştur, görüştür, diye sabahlaradek niyazda bulunmuş, bu hal ile uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:

— Başımı!..

diye cevap vermiş, uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadolu’yu gezdikçe, Mevlâna’nın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konya’ya gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.

Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya’ya gelmişti. O, Konya minarelerini tâ uzaklardan gördüğü zaman heyecanlanmıştı. Ne ulu, ne büyük şehirdi Konya.. Etrafını kalın bir sur kuşatıyor, altın yaldızlı kulelerden çeşit çeşit heykeller, arslanlar sarkıyordu. Kal’anın etrafına derin hendekler açılmış, oniki kapısından hendekler üzerine asma köprüler kurulmuştu. Büyük bir kapıdan şehre girdi. Akşam yaklaşıyordu. Bir han sordu. Şekerciler Hanı’nı tarif ettiler. Hanın bir odasına yerleşti. İstirahat etti.

Ertesi gün Kasım ayının 25’ci günüydü.

Şems, o gün han kapısı önünde taşlığa oturmuş, gelip geçenleri seyre dalmıştı. İkindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini görmüştü. Herkes:

— Mevlâna Celâleddin geliyor?

diye ayağa kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, bir defasında da Şam’da gördüğü Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan.. Hoşuna gitti hali, tavrı..

Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, daha önce bahsettiğimiz, soruları sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki, dayanamadı, düşüp bayıldı.

Şemsle Mevlâna’nın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere mevlevîler sonradan Kur’an-ı Kerîm Rahman sûresinin 19 âyetinden alınan ve “iki denizin karıştığı yer” anlamına gelen (Merac’el Bahreyn) adını vermişler ve bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfuruş Hanının önüne isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline getirilmişti.

Mevlâna. Şems’le bu şekilde karşılaştıktan sonra, onu yerden kaldırmış, yıllardan beri birbirlerini tanıyan, birbirini arayan iki dost gibi, hasret ve heyecanla kucaklaşmışlar, birlikte Mevlâna’nın Medresesi’ne gitmişlerdi. Gidiş o gidiş olmuş, Mevlâna ve Şems, artık mânâ âleminin sırlanmış hücresinde, aylarca sürecek sohbetlere başlamışlardı.

Mevlâna Şems İle Başbaşa

Mevlâna daha ilk gün:

— Ey Şemseddin Tebrizî, ey mânâ âleminin incisi, gerçi evim sana lâyık değil ama, sadık bir bendenim şimdi. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin; çocuklarım, oğulların ve kızlarındır, demiş, hizmetine koşmuştu.
Şems, Mevlâna’yı bir kere daha denemek istiyordu. Bir zamanlar Evhadüddin-i Kirmâni’ye yaptığı gibi Mevlâna’ya da şarap getirmesini söylemiş, Mevlâna herkesin hayret ve dehşet nazarları arasında Şems’in bu arzusuna boyun eğmiş. O zaman Şems:

— Biz seni tecrübe ettik, sen bizim tahminimizin de üstünde bir ermişsin. Meğer sen hiçbir ferdin taşıyamayacağı yükü. kılın titremeden omuzlayabilecek kâmil insanmışsın. Şende bu kudret ve tahammül varken, sana bu dünyada kimse denk olamaz. diyerek şarabı döktürmüş, Mevlâna’ya sarılmıştı. Mevlâna ise birkaç günlük bir sohbetten sonra. Şems’in eşi bulunmaz bir mürşid olduğuna kanaat getirmiş, onda mutlak kemâlin varlığını, cemâlinde Allah nurlarını görmüştü.

Mevlâna’nın ev olarak kullandığı küçücük medresesi sırlanmış, aşk ve mânâ ile dolmuştu.

O güne dek, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaazlariyle sevilen bir hatip, fetvalariyle şer’i müşkülleri halleden bir halk müftüsü olan Mevlâna Celâleddin, şimdi herkesten, herşeyden uzak, Şems’in sohbetiyle donanan aşk sofrasına bağdaş kurmuş, kana kana içiyordu.

— Doğu olsam, batı olsam, göklere çıksam, senden bir nişane bulmadıkça, dirilikten bir nişane bile yok bana. Ülkenin zahidiydim, minbere sahiptim, kürsüm vardı. Şimdi ise gönül kazası, sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni!.. diyordu.

Şems, önce Mevlâna’yı mütalâadan, kitaplarından sıyırmıştı. Derler ki, bir gün medresedeki havuzun başına oturmuş, Mevlâna’nın kitaplarını birer birer suya atmaya başlamıştı. Bu sırada Mevlâna içeri girivermişti. Baktı ki. yıllarca göz nuru döktüğü kitapları birer birer havuza atılmış, havuz mürekkep deryası haline gelmişti. Bu kitapların arasında Belh’ten göçtükleri sırada. Nişapur’da Feriddün-i Attar’ın hediye ettiği “Esrarnâme” adlı eseri de vardı. Şöyle ki: Sulan’ül Ulema Bahaedin Veled, beraberinde henüz çocuk yaşında olan oğlu Mevlâna Celâleddin ve ailesi olduğu halde, Belh’ten göçerlerken Nişapur’da konaklamışlar,burada devrin büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar’la görüşmüşlerdi. Feriddüddin-i Attar. küçük Mevlâna’nın zekâ ve bilgisine hayran olmuş. “Esrarnâme” adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti. Mevlâna. bu eseri defalarca okumuştu. Şems’in onu da havuzdaki suya atmasına gönlü razı olmadı. Şems bunu hisseder hissetmez, elini havuza daldırmış:

— Al istediğin kitap bu kitap değil mi? diye Mevlâna’ya uzatmıştı.

Hayret. Esrarnâme tozuyla duruyordu. Sanki bir havuz dolusu su içinden değil de, kütüphane rafından alınmıştı. Şems:

— Aşk ilmi medresede öğrenilmez, diyor, Mevlâna’yı okumaktan menediyordu. Hattâ babası Baha Veled’in “Maârifini bile okumasına müsaade etmiyordu.

Hele Mevlâna’nın çok sevdiği Mütenebbi Divânı’na kızıyordu.

— Mütenebbî de kim oluyor? O, senin atına seyislik bile edemez! diyordu.

Mevlâna. Şems ne derse onu yapıyor, her hareketinde Şemse uyuyordu. Oğlu Sultan Veled, onun bu halini şöyle tarif eder:

— “Ansızın Şemseddin çıkageldi. O’na ulaştı. Mevlâna’nın gölgesi O’nun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona, maşuk halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise yeni baştan başladı. Evvelce Mevlâna’ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems’e uydu. Şems maşuk erenlerindendi.”

O’nu da o âlemde mâşukluk cihanına davet etmiş, bu cihanda her ikisi de yanıp kavrulmuştu. Onsuz huzur bulamayan, neşesi kaçan Mevlâna, can gözüyle âlemi görmeye başlamış, aylarca başbaşa sohbet etmişlerdi.

Şems, Mevlâna’ya “semâ”nın zevkini tattırmış, O’nu bu yolda irşada başlamıştı. Semâ varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek, mutlak fânilik içinde beka zevki almaktı. Semâ, âşığın gıdasıydı. Zira semâda sevgiliye kavuşmanın tatlı hayâli vardı. Bu vuslatın zevkini alan âşık. artık zaman ve mekân kayıtlarından kurtulmaktadır. Mesnevi’de “zamandan, zaman kaybından kurtuldun mu, keyfiyet kalmaz. Keyfiyetsiz Allah’a mahrem olursun” deniliyordu.

Şems, Mevlâna’yı, semâ etmesi için teşvik ediyor ve diyor ki:

— Semâ ediniz, Hakkı isteyen ve O’na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları ve mânevi halleri çoğalır..

Çok eskiden beri, filozofların, mutasavvıfların, hattâ peygamber ve velilerin semâ ettikleri, semâ’da Hak’kı zikrettikleri biliniyordu.

— Semâ ediniz. Hakk’ı isteyen ve O’na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları da yoktu. Âşık ve maşuk vardı. Yol eri, kendisine yol gösterene temiz bir itimatla bağlanır, onun izini izlerdi .Bu yolda bazan, âşıkla, maşukun hangisi olduğu dahi ayırt edilemez, ilâhî irşad karşılıklı olur, bu aşk remizlerle ifade edilirdi. İşte bu ilâhi aşk ve cezbe. Allah sevgisi, Mevlâna’yı da. Şems’i de kendilerinden geçirmişti. Bu cezbeyle semâ ediyorlardı. Feleklerin onlarla beraber her zerrenin güneş etrafında ilâhi bir cezbeyle döndüğü gibi. kendilerinden geçerek semâ ediyor, yalnız Allah’ı zikrediyorlardı. Şems:

— Allah’ın tecellisi. Allah erlerine semâda daha çok vakî olur. Onlar kendi varlık âleminden çıkmışlardır. Semâ onları maddî âlemden sıyırır. Hakk’ın likasına ulaştırır,
diyordu.

Semâ esnasında her hareketin bir ilâhî mânâ ve ifadesi vardı. Semâ’da çark atmak, ani dönmek. Allah’ı her yönde görmeyi ve her yönden feyz almayı, ifade eder. Ayak vurmak, nefsini ayaklar altında ezmek ve ona galebe çalmak demekti. Kollan yana açmak, kemâle yöneliştir. Semâda secde, kulluğun ta kendisidir.

Düne kadar, ardına dek açık olan Mevlâna’nın evi. bugün iki can dostun üstüne kapanmış duruyor, arasıra “Hakk” nidaları, “dost!” haykırışları, rebâp ve ney sesleri duyuluyordu.

Şems geleli üç-dört gün olmuştu. Bu üç-dört gün içinde odalarına yalnız Sultan Veled girmiş, yalnız o hizmetlerini görmüştü. İki dost. tek sözle Hak’kın kapısında. Hak’ka yönelmiş sohbet ediyor, bu soh bete kulak misafiri olan Sultan Veled, bazen kendini tutamayarak ağlıyor, inliyordu.

Medresenin küçük odası sanki bir arş evi idi. Bu arş evinin mânâ yükü ağırdı. Kimse bu sohbete dayanamaz, bu mânâyı kavrayamazdı. Bu bir âşk potası idi. yanan, yakılan bir pota…

Bu potada Mevlâna, Şems’Ie birlikte yanıyorlardı.

Şems irşadlarına devam ediyordu.

— Arif o kişidir ki, dostun zikrinden geri kalmaz, onun dostluğuna doymaz. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemek yoktur.

Şems, mânevi ilimler bahsinde şunları söylüyordu:

— Mânevi ilim, üç şeyle elde edilir. Zikreden dil, şükreden kalb. sabreden ten. İlimsiz bir vücud. susuz bir şehre benzer. Nihayet kuru bir kalıptır. Vücudu, perhizle , ahlâkla, cehid ve gayretle sulandırmalı ve bezemelidir

Mânevi cömertlik için de diyor ki:

— Zahidlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan da can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise gönül cömertliğidir. Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz, başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz.

Peygamberlerin izzeti peygamberlikte, bilginlerin izzeti tevazuda, velilerin izzeti ilimde, fakirlerin izzeti kanaatte, zenginlerin izzeti cömertlikte, ibadet edenlerin izzeti de halvettedir. Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla.
Dostluk için de şöyle buyuruyordu:

— Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur.

Şems, bir taraftan irşadlarına devam ediyor, diğer taraftan günlerce devam eden riyazatlarla Mevlâna’yı pişiriyordu. Zaten bu gelişmeye hazır olan Mevlâna, Şems’le tanıştıktan sonra Şems’i bile geçmişti. Şems bunun farkındaydı. Mevlâna bir gazelinde şöyle diyordu:

— Seher çağı. gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay, beni kaptı, gökyüzüne uçuverdi.. Kendime baktım göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can âlemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezelî tecelli sırları, tamamiyle anlaşıldı.

Yine bir gazelinde Mevlâna, bu değişikliği şu beyitlerle terennüm eder:

— Âşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum sarhoşum, kendimden geçmişim, ne bilirim ne yaptığımı. Koruktum, üzüm oldum şimdi. Artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem ki. Halk, “Böyle olmamak gerek” diyor. Böyle değilim ben de, beni, o böyle yaptı. Ve yine:

— Çöp atlayamazdım. zahittim, dağ gibi ayağımı diremiştim. Fakat, hangi dağ var ki, senin anısın, onu saman çöpü gibi kapıp gitmesin. Seni övmek gerçekten de adamın kendisini övmesidir. Çünkü, güneşi öven kendini övüyor demektir…

Bir gün Mevlâna, hane halkına Şems’in büyüklüğünden, onun Allah’a olan yakınlığından ve sayısız kerametlerinden uzun uzadıya bahsetmiş, hürmette kusur etmemelerini, arasıra gidip gönlünü almalarını tenbih eylemişti. Bu sözler üzerine oğlu Sultan Veled, Şems’in hücresine giderek elini öpmüş, hizmetinde bulunmuştu. Şems ansızın yapılan bu ziyarete bir mânâ veremeyerek:

— Veled ne oldu sana böyle? Fazla lûtufta bulunuyor, gönlümü almak için sevgiler gösteriyorsun… demişti.

Sultan Veled:

— Efendim, babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki hepimiz deli olduk. Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerin hepsi de kabul edilse, yine bu muhlis kulunuzun kalbinde lâyıkıyla hizmet edememekten dolayı bir ukde kalır.

— Mevlâna teveccüh buyurmuşlar. Yüzbinlerce benim gibi Şems-i Terbizî, onun büyüklük burcunda bir zerreden başka bir şey değildir. Ben mükâşefelere nail olduğum, sülük padişahlarını seyrettiğim, ilahî nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, gayb âlemlerini gördüğüm halde, Mevlâna’ya ulaşamadım. Artık, O’nun hakikatına kim erişebilir?..

Şems ve Mevlâna her ikiside büyüklük burcunda birbirlerine hayran, birbirlerini seyrediyorlar, karşılıklı irşad günlerce devam ediyordu.

Onlar böyle bir hücrede, bir âlemi aydınlatır, susuz gönüllere pınarlar akıtırken, öte yandan, ruhsuz bir dünya için için kaynıyordu.

Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi dinlenen Mevlâna’nın böyle birden bire ortadan kayboluşu, medreseyi, talebelerini terkedisi, müridlerine yüz çevirişi, önce herkesi şaşırtmıştı. Mevlâna’yı bir müddet kendi haline bırakmışlar, fakat aradan birkaç ay geçince, dedikodular başlamıştı. Mutaassıp zümre, bunca yıldır hembezm oldukları Mevlâna’nın, Şems gibi ne olduğu henüz lâyıkıyla bilinmeyen bir dervişe uyarak, her şeyden elini eteğini çekişine bir mânâ veremiyorlardı. Mevlâna’ya karşı duydukları aşırı sevgi, onları kıskançlığa sevketmişti:

— Bu ne haldir? Mevlâna’yı bütün eski dostlarından, yüce durağından çekip alan, kendisi ile meşgul eden bu adam kimdi? Nereden geldi, ne yapmak istiyor? diyor, hattâ bazen çok ileri gidiyorlardı:

Şems denen bu derviş geldi. Mevlâna’mızı bizden alıp başka âleme sürükledi. Bu Şems dedikleri adam kimdir ki, Mevlâna’yı bunca yıllık müridlerinden soğutsun, onu mütalaadan, kitaplardan ayırsın. Olacak şey mi bu? Büyücü mü bu adam, sihir mi yaptı da bizden ayırdı. Halkı vaazından, talebeyi medresesinden mahrum etti.

Mevlâna’nın Cezbe Devresi

Zaman geçtikçe, dedikodu ve kıskançlık artıyordu. Bu acı sözler Mevlâna’ya ulaştırılınca, dudaklarında acı bir tebessüm belirdi, gözleri dolu dolu olmuştu. Şöyle dedi:

— Sizin, Şems hakkındaki hükümleriniz, onu sevmemenizdendir. Eğer onu, siz de benim gibi sevmiş olsaydınız, onda tamah edilecek bir şey ve söylediklerinizin hiç birisinin olmadığını, hoşa gitmeyecek bir hali bulunmadığını görürdünüz.

Şems. Konya’ya geleli aylar olmuş, bu müddet içinde Mevlâna, bir gün olsun medresesine uğramamış, müridlerine görünmemişti. Üstelik Şems, Mevlâna’yı hiç kimse ile temas ettirmemeye başlamıştı:

— Allah’ın dostları, Allah’ın velileridir. Mevlâna da gerçek bir Allah velisidir. Hiç şüphe yok ki, onun yüzü Mevlâna’ya karşıdır. Çünkü Mevlâna’nın yüzü ona karşı… diyor, yüzünü Mevlâna’nın yüzünden ayırmıyordu. Biliyor ki, Mevlâna, gelişiyle hayat seyrini değiştirmişti. Ne var ki, onu bir gün hicran potası içinde de pişirmek, tam olgunluğa ulaştırmak istiyordu. Bunun için hayatını bile verebilirdi,

Şems’in Mevlâna üzerindeki tasarrufu, türlü kıskançlıklara, hasedlere yol açmıştı. Birgün Şems, Mevlâna’nın kapısı önünde oturmuş, bekliyordu. Bu sırada mödreseye gelen bir talebe. Mevlâna’yı görmek istediğini söyledi. Şems:

— Ne getirdin, şükrane olarak ne vereceksin ki, onu sana göstereyim? demişti. Bunu işiten talebe kızmış, şöyle demişti:

— Sen ne getirdin ki, bizden istiyorsun? Şems:

— Ben kendimi getirdim, başımı onun yoluna feda ettim, az mı? cevabını vermişti. Bu sözler, talebeleri büsbütün kışkırtmış. Şems aleyhine şiddetli bir cereyan başlamıştı. Artık, açıktan açığa, hem de Şems’in yüzüne karşı konuşuyorlar, Şems’i gördükçe kılıçlarına el atıyorlardı. Şems, Konya’ya geleli onaltı ay olmuştu. Onun hiçbir tarafta bu kadar uzun süre kaldığı görülmemişti.

Hele bir gün vezir Nusratüddin’in hanıkâhımda bir tören yapılmıştı da Mevlâna ile Şems, birlikte gitmiş bir köşeye oturmuşlardı. Salonu dolduran bilginler, sûfîler herbiri bir geçmiş bilginin sözünü nakletmeye veya bir evliyanın kerametini sayıp dökmeye başlamıştı. Bütün bunları sessiz sedasız dinleyen Şems, birara dayanamamış, yerinden fırlayarak haykırmıştı:

— Ne zamana dek, şunun bunun sözüyle vakit geçirip duracaksınız? Ne zaman kalbim Rabbimden rivayet etti diyeceksiniz? Neden başkalarının asasıyla yürüyorsunuz? Hani sizin sözleriniz, hani sizin eserleriniz?

Herkes başını önüne eğmiş, tek lâf edememişti ama. Şems’e karşı duyulan kin ve hasedi de körüklemişlerdi.

İşin çığrından çıktığı, olayların tehlikeli bir şekilde kendi aleyhine döndüğü bir sırada, 1246 yılının Mart ayı başlarında Şems, ansızın Konya’dan kayboluvermişti.

Onun Konya’ya geldiğini kimse görmemişti, gittiğini de gören olmadı.

Mevlâna, Şems’in boş kalan hücresine girdiği zaman içinin boşaldığını, yüreğinin tâ derinliklerinden birşeyin koptuğunu duydu. Bir süre, hiçbir şey söylemeden durakladı. Şems yoktu, kaybolmuştu. Kaybolacaktı. Bu kaderin ilâhi hükmüydü.

Şems’in kayboluşu Mevlâna’yı can evinden yaralamıştı. O’nun gitmeşine sebep olanlara kırgındı. Hücresine kapanmış, hicranının ateşinde yanıp yakılıyordu. İçindeki volkanın alevi ile “Gel. gel” diye inliyor, aşkla dolu en içli gazellerini yazıyordu. Bu mukadderdi, Mevlâna’nın Mevlâna olabilmesi için bu lâzımdı. Bu gaybubet onu coşturuyor, pişiriyor, verimli bir hale getiriyordu. Azgın sellerden sonra, köpürerek çağlayan ırmaklar, dereler gibiydi, şimdi Mevlâna. Birbiri ardına yazdığı gazeller, divânlar dolduruyor, okuyanları büyülüyor, elden ele dolaşıyordu. Bu gazellerin içinde: “Ey münâdi, nerede bir topluluk görürsen bağır, ey Müslümanlar, hiç kaçmış bir kul gördünüz mü diye? Ondan bir nişane bildirene, ondan bir nükte söyleyene, müjde olarak canımı vereceğim…” diye inliyor, yahut:

“Gel, gel ki, ayrılığınla ne akıl kaldı bende, ne din. Şu yoksul gönülden, karar da gitti, sabırda.. Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, canevimdeki yanışı sorma.

Çünkü, anlatmaya sığacak şey değil bunlar, gel de gözünle gör.

Senin sıcaklığınla pişmiş, bir somun gibi al oldu yüzüm. Simdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım, gel de yollardaki topraklardan topla beni,

Ayna gibi yüzünden hayaller toplardım. Şimdi ise, bak da gör yüzüm, nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk…” diye içli gözyaşları döküyordu. Yine bir gazeli O’nun bu halini şu içli beyitlerle süslüyor:

“Aşk padişahı, her zaman binlerce saltanat, binlerce ülke bağışlamada. Fakat, cemâlinden başka bir dileğim yok ondan, yüzünden başka bir şey istemiyorum.

Sevgisinin kemeri, aşkının külahı iki âlemde de yeter bana. Külahım düşerse ne çıkar, kemerim olmasa ne gam.

Sevgili bir seher çağı, hasta gönlümü öyle bir yere götürdü ki. geceden de geçtim, gündüzden de. Seherden de yok bir haberim artık…

Aşk delidir ama, biz delinin de delisiyiz. Nefis kötülükler emreder ama, biz onu çoktan buyruğumuz altına almışız. Ey Tebrizli Şems! Bu seferden dön, gel Allah’aşkına… Biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz. O aşkla oyalanmadayız,.”

Mevlâna’nın coşkun devresi… Aşk ve cezbeyle yüklü olduğu devre. O’nu dalga dalga coşturmak için. Şems’in bir anlık olsun kaybolması yetrnis. Mevlâna aşkla birlik, aşkın ta kendisi olmuştu:

“Aşk geldi; adetâ damarımda derimde kan kesildi, beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüz ‘lerini sevgili kapladı. Benden kalan bir ad. Ondan ötesi hep o…”diyordu.

O’nun iniltilerinden, oğlu sultan Veled de perişandı. Şems’in nereye gittiği bilinmiş olsaydı, herhalde oraya gider, yalvarır, yakarır, tekrar Konya’ya getirirdi. Oysa, nereye, nasıl gittiği öğrenilememişti.

Mevlâna’nın sınırsız üzüntüsü, evvelce. Şemse karşı olanları da açındırmış, birer birer gelerek Mevlâna’dan özür dilemişlerdi. Mevlâna, çoğu eski müridleri ve talebeleri olan bu kalabalığa, hiç bir dargınlık göstermeden affetmişti:

— Kadere rıza göstermek lâzım… Sizin gerçekten de suçunuz yok. Allah böyle istedi. O’nun dediği olur… demişti.

Tebrizli Şemseddin’in doğduğu ve büyüdüğü Tebriz şehrine gittiği söyleniyordu. Mevlâna bu habere de sevindi, haberciler gönderdi, en içli gazellerini yazdı.

“Bize Tebriz’den bir habercik salarsan,”

“Sana kalk bu yana gel, kalk gel derim”

“Kalk gel derim seni doğuran, büyüten toprağa” diyordu. Bir süre sonra, bu söylentilerin de doğru olmadığını anlıyor:

“Nerede hani o canım sözlerin şimdi?”

“Nerede hani o sırları çözen akıl?”

“Nerede hani o gül bahçesine giden ayak,”

“Elimizi tutan el nerede hani?” ‘ diye inliyordu.

Şems’i aramak için birkaç kere Şam’a gitmişti. Bu aramalar bir teselliydi.. Bulamayacağını biliyor ve diyor du ki:

“Biz Şam’ın âşıkı ve delisiyiz. Biz, Şam’a canımızı vermiş, gönlümüzü bağlamışız. Üçüncü kez, Rûm’dan Şam’a koşuyoruz. Çünkü biz, Şam’ın gece gibi karanlık zülfünden kokular sürünmüşüz. Hak güneşi Tebrizli Şemseddin, eğer oralarda ise, biz Şam’ın efendisiyiz, hem de ne efendisi..”

Mevlâna Şam’da Şems’i görememiş, bulamamıştı ama, manen onu varlığını gönlünde görmüş, bulmuştu. İster O’nu gör, ister beni. Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben..” diyordu.

Bir rubaisinde de:

“Olduğun yerlere uğrayamam korkumdan”

“Kıskanırlar sana âşıklık edenler birden”

“Gece gündüz yaşıyan gönlüm içinde sensin”

“Seni görmek diledikçe bakarım gönlüme ben” diye sesleniyordu.

Sultan Velede göre Şam’a bir keklik gibi giden Mevlâna, Konya’ya alıcı bir doğan gibi dönmüştü. Eğer Mevlâna Şems’i bulmuş olsaydı, bu onun için bir kayıp olacak, coşkunluğundan eser kalmayacaktı. Ya şimdi?.. Şimdi, daha coşkun ve cezbeliydi. Sultan Veled, O’nun bu halini şöyle ifade ediyordu:

“Damlaydı, coşup deniz aldı. Yüceydi aşkla daha da yüceldi. Aradığı kendinde göründü. Naralar atıyor, feryatlar ederek coştukça coşuyor, aşk denizi köpürüp çağlıyordu. Ayrılık derdiyle karar kılmıyor, herkes de ona uyup, genç ihtiyar yıldızlar gibi o aşk güneşinin karşısında canla başka semâ ediyordu..”

Şam’da bulunduğu sıralarda Konya halkı endişeli günler geçirmişti.

Ya Mevlâna olup bitenlere gücenerek Konya’ya bir daha dönmez. Şam’da yerleşir kalırsa?.. O zaman, Mevlâna’sız tadı-tuzu olmazdı bu şehrin. Koca başkent. Onsuz pek yavan, pek sönük kalırdı. Bu endişelerini Konyalılar, saraya kadar duyurdular. Mektuplar yazıldı, ricalar edildi.

Mevlâna, Konya’ya dönmekte asla tereddüt göstermedi. Kısa bir süre sonra. Konya’ya gelerek gönül hücresine gömüldü.

Mevlâna Mektuplar Yazıyordu

Birkaç ay sonra, Şems’ten ilk haber alınmıştı. O’nu, Şam’da görenler vardı. Bu haber Mevlâna’yı çok sevindirmiş, hemen o gün manzum ilk mektubunu yazmıştı:

Ey gönlümün nuru, gel!
Ey dileğim, ey maksadım, gel!
Ey seven, ey sevilen
Bilirsin ki yaşamamız senin elinde…
Sıkıntı etmeden n’olurgel.
İnat etmeden gel..
Gel ey hüthütlere sahip Süleyman
Gel ey el-aman!
Lûtfeyle, bize gel…
Ey uefalar gösteren,
Ey seven, sevilen dost
Kerem eyle, gel..
Ayrılığın bitirdi bizi, Sözünde dur, lütuf sahibi, Kusuru ört, iyilik et… Gel! Araplar, “taal” der, farslar “biyâ” Gel demektir bunlar. İşte gel! Gelirsen, murada erer, açılır, gülerim, Gelmezsen perişanım, mahvolurum. Gel, ey candan, gönülden gel dediğim Gel artık, durma, gel.
Ey Tebrizli Şems
Gel, çabuk gel, n ‘olur
Dur! Hayır deme,
Sana evet-hayır demek yaraşmaz
Gelmek yaraşır.

Mektup özel bir ulakla gönderilmiş, fakat aylar geçtiği halde, hiçbir cevap alınamamıştı.

Şems’in de aradığı, istediği buydu zaten.. Mevlâna yalvaracak, o direnecekti. Böyle bir ayrılık, Mevlâna’yı çok daha pişirecek, kavuracaktı.. Cevap vermemişti ilk mektuba..

Bir süre sonra, Mevlâna ikinci mektubu yazdı: “Ey dünyanın zarifi, selâm sana.. Şüphe etme, sağlığım da, hastalığım da senin elinde.. Derde düşenin ilâcı nedir söyle?..” diye başlayan, gözyaşları ve yakarışlarla dolu bir mektup.. Taş olsa çatlar, dillenir, ses verirdi bu mektuba.. Cevap yok.. Yollar, haberciler gözlendiği halde cevap gelmiyordu. Mevlâna mum gibi erimiş, sararıp solmuştu.

Üçüncü mektup, kınk-dökük bir gönlün hıçkırıklarıyla bezendi: “O yüce efendinin ömrü uzun olsun.. Allah O’nun koruyucusu olsun..” diye niyazlarla başlıyor, onun ikbâl ve devletine dua ediliyordu.

Ohh.. Şükürler olsun Allah’a, hesapsız şükürler.. Şems’ten ilk haber gelmiş, mektubu alınmıştı. O da aynı coşkunluk, aynı özleyişle cevap veriyordu. Mevlâna sevinç içindeydi:

yürüyün ey erler, cananı getirin…

Bizden kaçan o müstesnayı getirin… diye gazeller yazıyor, divânlar dolduruyordu.

Mevlâna; Şems’in mektubunu alır almaz, oğlu Sultan Veled’i çağırarak:

— Durma Şam’a git, şeyhimizi al getir!

Emrini vermiş, dördüncü mektubunu yazmıştı. Bu mektubunda şöyle diyordu:

“Siz buradan ayrıldıktan sonra, mumun baldan ayrılması gibi, ben de lezzetten cüda kaldım. Bütün gece, mum gibi, muhabbetinizle yanıyorum. Ateşle enis, baldan tatlı sohbetinizden mahrumum. Cemalinizin ayrılığıyla cismimiz, viran.     Canımız ise baykuş gibi viranede. Artık, dizgini; bu tarafa çeviriniz, neş’e ve zevk filinin hortumunu uzatınız.

Ah, sensiz huzurum olmadan semâ helâl değildir. Neş’e ve eğlence şeytan gibi taşlanıp sürüldü..”

Sultan Veled, para-pul, hediyeler ve yirmi kadar müridiyle Şam’a hareket etmişti. Babası kadar, Şems’i seven Veled bu zahmetli yolculuğa canla başla katılmış, durup dinlenmeden yol almışlardı. Biran evvel Şam’a varabilmek, Şems’i bulup Konya’ya getirebilmek için çırpınıyordu, yirmi kişi. Yollarda, hemen hemen hiç konaklanmamış, dağlar bayırlar gece gündüz demeden aşılmıştı.

Nihayet Şam şehri görünmüştü. Şam’ın Cebel-i Salihiye denen bir semtindeki handa Şems’i biriyle sakin sakin santraç oynarken bulmuşlardı. Anadolu’nun ortasında yüzlerce fersah uzakta, bir yanardağ gibi için için kaynayan; lâvlanyla hem kendini, hem çevresindekilerini yakan Mevlâna’dan sanki haber yokmuş veya bu halden memnunmuş gibi, bir hali vardı. Sultan Veled’i görünce sadece tebessüm etmişti, o kadar. Veled Şems’in ellerine koynunda taşıdığı, babasının mektubunu uzatmıştı. Sonra da Konya’daki arkadaşların başkoyup tövbe ettiklerini, hadsiz hesapsız istiğfarda bulunduklarını, yaptıklarına çok pişman olduklarını ve bundan böyle saygısızlık yapmayacaklarını, kıskanmayacaklarını, hepsinin O’nun gelmesini beklediklerini söylemiş, beraberinde getirdiği hediyeleri ayaklarına sermişti. Şems:

— Bizi altın ve gümüş elde edemez.. Muhammed huylu Mevlâna’mızın daveti kâfidir. Onun kelâm ve emrinden harice çıkmak mümkün müdür? diyerek, varını – yoğunu fakirlere dağıtmış, sefer hazırlıklarına başlamıştı.

Birkaç gün sonra. Sultan Veled, atını binek taşına çekmiş ve Şems’i bindirmişti. Kendisi de özengisinin yanında yürüyordu. Şems, kendisinin de bir ata binmesi için ricalarda bulunmuşsa da Veled:

— Padişah atlı, kul atlı, bu hiç yakışmaz. Sen efendimsin. ben ise kul, sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, senin maiyetinde başımı ayak yapıp yürümem gerek. diye reddetmiş, yolculuk boyunca yaya yürümüştü.

Yaya yürümek de bir şey değil.. Şems’in üzerine titriyorlardı. Yollardayken, kervansaray ve medreselerde konaklıyorlardı. Başta Sultan Veled olmak üzere yirmi kişi Şems’in istirahatini temin hususunda, birbiriyle yarış etmişlerdi.

Kervan Konya civarındaki Zincirli Han’a gelmiş, konaklamıştı. Bu sırada Sultan Veled adamlarından birini, dörtnal Konya’ya göndermiş, Mevlâna’ya Şems’in gelmekte olduğu haberini tezce ulaştırmıştı.

Altun Tenlim, Gümüş Bedenlim, Dilim, Dilberim Geldi

247 yılı Mayıs ayının sekizinci günü, Konya’da baharın en güzel günleri.. Herkes şen-şatır, herkesin yüzü güleç. Ama asıl şenlik, asıl bahar Mevlâna’nın Medresesi’nde. Şems geliyor! Aylardır gözlenen, taa içten özlenen Tebrizli Şems bu!..

Mevlâna, üstünde başında ne varsa müjdeciye vermişti:

— Daha ne varsa verin! diyor ve en güzel gazellerinden biriyle şöyle sesleniyordu:

Yollara sular dökün.
Bahçelere müjdeler verin..
Bahar kokuları geliyor,
O geliyor, O!..
Ay parçamız, canımız, yârimiz geliyor.
Yol verin, açılın, savulun,
Beri durun, beri!
Yüzü apaydınlık, akpak
Bastığı yerleri aydınlatarak,
O geliyor, O!

Her ağızdan tek ses: “O geliyor!” Bu söz. sarı benizlerde pembe hareli akisler yapıyor. Tellâllar, caddelere dökülmüş bağırıyor: “Şems geliyor!,” Ve Şems geldi. Mevlâna kükremiş aslan gibi sesleniyor yine…
Geldi, dostlar,
Güneşim, Ay’ım geldi.
O gümüş bedenlim
Gözüm, kulağım, canım geldi,
Başım sarhoş
İçim bir hoş bugün..
Sabahlara dek öldüğüm,
Bir demet gül gibi yoluna döküldüğüm,
Servi hıramanım geldi.
Bak Allah’aşkına!
Bak şu baharın şevkine
Ey güneş, dökül – saçıl serapa
Sevgilim gibi cömert,
Bir tohum gibi fışkıracak,
Bedenimdeki kuvvet,
Kükremenin tam çağı,
Arslanırn geldi.
Dert dindi, acılar unutuldu, birer birer,
Şu er,
Şu güle benzeyen!.
Ni bileyim şekere, bala benzeyen,
Cananım geldi.
Ey Tebrizli Şems!.
Ey gözümdeki nur.
Beni benden aldılar bugün,
Kurulsun dernek – düğün,
Altun tenlim,

Gümüş bedenlim.

Dilim, dilberim geldi.

Şehrin ileri gelenleriyle birlikte Mevlâna, Şems’i istikbal için kal’adan dışarı çıkmışlardı. Kuşluk vaktine doğru, Şems ve Sultan Veled görünmüşlerdi. Sultan Veled atın başını çekiyor. Şems bir ehrama bürünmüş, başı önünde, ağır ağır at üstünde ilerliyordu. Bu muhteşem manzara, herkesi heyecanlandırmıştı. Kervan yaklaşır yaklaşmaz, Mevlâna ilerledi. Şems’in atının dizginine yapıştı. Şems başını kaldırdı, göz göze geldiler.

Aylar öncesi aynı manzara Konya’da, cadde ortasında olmuş. Şems, ilk defa gördüğü Mevlâna’nın yolunu kesmiş, atının dizginlerini tutmuştu. Şimdi, dizginlere sarılan Mevlâna idi, iki deniz bir defa daha birbirine kavuşmuş, ikinci bir “Meracel’bahreyn” olmuştu.

Bu ilâhî sahne cereyan ederken, hafızlar Kuran okuyor, müridler semâ ediyorlardı. Ney, kudûm sesleri ayyuka çıkmıştı. Mevlâna, Şems’in inmesine yardım etti. İki büyük insan, iki Allah velisi biri diğerinin elini öperek görüştüler. Bir müddet sustular, “hâl” diliyle halleştiler.

Şimdi kafile şehre giriyordu.

İkinci defa Konya’da buluşan, görüşen Şems’le Mevlâna, bu iki dost, bu hangisi can, hangisi canan bilinemeyen, birbirini tamamlayan, bu iki Allah âşığı, Konya’ya giriyorlardı. Onları, emirler, beyler, dervişler, müridler, talebeler, tüm Konya halkı izliyordu. Kafile, Mevlâna’nın Medresesi önünde durdu. Mevlâna Şems’i buyur etmişti. Şems, önce Mevlâna’ya, sonra kalabalığa baktı. Bir an duraklar gibi olmuştu. Yarın bu kalabalık yeniden aleyhine dönerse ne olurdu? Ne olacak, kaderin hükmü neyse o… Medreseye adımını attı. Ardından Mevlâna… Kapı ağır ağır kapandı. Daha önce de böyle kapanmıştı.

Şems, Mevlâna’ya Sultan Veled’in yolculuk günlerindeki zahmet ve hizmetinden bahsediyor:

— Benim, Allah vergisi iki halim vardır: Bir başım, öteki sırnmdır. Başımı, tam bir samimiyetle senin yoluna fedâ ettim. Sırrımı da Velede verdim. Veled oğlumuzun Nuh Peygamber kadar ömrü olsaydı ve hepsini ibadet ve riyazata harcasaydı, yine bu yolculukta, benden ona ulaşan sır kadar, sırra müyesser olamazdı… diyordu.

Gerçekten, bir ay kadar süren yolculuk sırasında Sultan Veled, Şems’i gözü gibi korumuş, yolculuğun mümkün olduğu kadar zahmetsizce geçmesi için elinden geleni yapmıştı.

Yolculuk günlerinde Şems ilâhi sohbetleriyle. Sultan Veled’in gönlünü süslemiş, gerçekten de sırlarını vermişti.

Mevlâna memnundu.

“Garkolmaktan korkup gönlünü tahta parçasına veren, yol eri değildir. O, aslında isyan eden bir adamdır ancak.

Ey Tebrizli Şems, sen hem denizsin, hem inci. Senin varlığtn baştanbaşa Allah’ın güneşinden, nurundan başka birşey değil ki.”

“Tebrizli Şemseddin, Allah övgüsü Semseddin Hak’kın güneşi Şems” mahlasları ile söylenen bu gazellerin çoğu, Mevlâna tarafından hemen o anda söyleniyor ve çevresindekiler de yazıyor, bir divanda toplanıyordu. İlerde “Divân-ı Kebîr” olacak, hattâ bu divan Şems’e izafeten “Divân-ı Şems-i Tebrizi” adıyla tanınacak, binlerce gönlü, ilâhî aşkla büyüleyecekti.

Bu nasıl bir aşktı böyle: Mevlâna, coşkunluğun da ötesinde bir vecdle kükrüyor, ateşiyle yanıp yakılıyordu. O nasıl Şems’ti ki hiçbir bulut altına girmiyor, hem kendi yanıyor, hem de Mevlâna’yı yakıyor, akseden ışığı ile de bir güneş gibi etrafını aydınlatıyordu.

Şems, Mevlâna’yı Meylâna yapmak için manen vazifeliydi. Vazifesini yapıyordu.

Mevlâna bu sefer Şems’i devamlı olarak Konya’da alıkoyma kararındaydı. Ona, yanıbaşında bir ev, bark kurmak, onu bir aile ocağına bağlamak, böylece Konya’da yerleşmesini sağlamak… Konya ve muhitini çok iyi tanıyordu Mevlâna. Yarın birgün Şems için yine ileri, geri söz edeceklerdi. Dünya ham insanlarla doluydu. Onlar böyle ilâhî bir sohbeti hazmedecek, bu sohbete girecek, burada pişecek kişiler değillerdi. Onlar, işin yalnız dış yönünü gören, Mevlâna’ya sahip olmak isteyen kişilerdi. Şems uzaklaşırsa herşey yoluna girer, Mevlâna yine kendileriyle birlikte olur, sanıyorlardı. Halbuki hiç de böyle değildi. Mevlâna’ya, Şems can gibi. ruh gibi gerekliydi. Canı tenden ayırmak ne ise, onları birbirinden ayırmak da oydu. Fakat bu, kime anlatılır, kime dinletilirdi? Mevlâna bu düşünceyle, bu endişeyle, Şems’i tekrar yitirmekten korkuyor, O’nu Konya’da alıkoymanın çarelerini arıyordu.

“Kimya” adında, yanında büyümüş, terbiye almış., melek huylu zahir ve bâtın edepleri ile süslü, güzel bir evlâtlığı vardı. Üstelik bu kızda, hâl ehline yaraşır bir safiyet, bir gönül zenginliği mevcuttu. Küçük yaşından beri, O’nu kendi çocuklarından ayrı tutmamış, öz evlâdı gibi sevmişti. O’nu Şems’le evlendirerek, Şems’in de ev – bark sahibi olmasını, böylelikle Konya’da yerleşmesini uzun uzun düşündü. Gerçi Şems yaşlıydı, kız genç… Ama bu. Kimya gibi ezel terbiyesi almış bir kız için sebep teşkil etmezdi. Şems’in ilâhî kudreti karşısında o kız, kısa zamanda “hal ehli” bir hatun olurdu.

Meseleyi, önce eşi Kerra Hatuna açtı. sonra da O’nun aracılığı ile Kimya’nın rızasını aldı. Şimdi asıl mesele, Şems’i böyle bir izdivaca ikna etmekti. Bir sohbet sırasında, bu mümkün oldu. Şems, Mevlâna’nın hatırından vazgeçemiyordu.

Mevsim kıştı, medresenin sofası, perde ile bölünerek, bir oda haline getirilmişti. Mütevazi bir nikâh merasiminden sonra, yeni evlilere bu sofa verildi. Sofa, medresenin avlusuna bakıyordu. Mevlâna’nın ailesi ve çocuklarıyla birlikte oturduğu bir küçük medrese, hepsine konaklık ediyordu, tüm aile bir arada oturuyorlardı.

Emir Bedreddin Gevhertaş’ın Mevlâna için özel olarak yaptırdığı medrese, şimdi Şems’in yerleşmesiyle büsbütün kapanmış, zaman zaman gelen ziyaretçiler artık, içeri alınmaz olmuşlardı.

Mevlâna’nın Sultan Veled’den birkaç yaş küçük, ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, o günlerde genç bir delikanlıydı. Evin bu teklifsiz oğlu, bazen arkadaşlarıyla birlikte medreseye girip, çıkıyor, bu haller. Şems’i üzüyordu. Bir gün yine, medrese avlusuna açılan Şems’in oturduğu sofanın önünden geçmişti. Şems haremin yarı açık sofası önünden geçmesini, ne de olsa münasip görmemiş olacak ki, Alâeddin Çelebiye şöyle bir ihtarda bulunmuştu.

— Ey gözümün nuru… Zahir ve bâtın edepleriyle bezenmişsin amma, benim odamın ve penceremin önünden geçerken biraz hesaplı hareket etmen icap eder.

Genç Alâeddin Çelebi, bu sözlere kırılmış, biraz sertçe cevap vermişti:

— Kimin evini kimden kıskanıyorsun şeyhim..

Bu söz o günden itibaren aralarında bir soğukluğun doğmasına sebep olmuş, Şems’in gönlü incinmişti.

Önceleri Şems’e karşı gelen, onun Konya’dan uzaklaşmasına sebep olan topluluk, aslında yatışmış değildi. Şems, Konya’ya döndükten sonra, ondan özür dilemelerine rağmen pusuda bekliyor, fırsat gözlüyorlardı. Bu sefer aralarına, şehrin ileri gelen birkaç softasını da almışlardı. Alâeddin Çelebiyle, Şems arasında geçeıi kısa tartışmayı fırsat saydılar. Olay şehre yayılır yayılmaz. Alâeddin Çelebiyi bir kenara çekerek:

— Bu ne cüret. Yabancı bir adam gelsin, kırk yıllık baba ocağına evlâdını sokmasın, bu görülmüş şey mi? diye kışkırtıyor. O’nun toyluğundan faydalanmaya çalışıyorlardı.

Şems’le, Alâeddin Çelebi arasında geçen kırgınlık olayı, belki de Şems’in karısı Kimya Hatun’u, fazlaca kıskanmasından ileri gelmişti. Zira Kimya Hatun, evden dışarı çıkmıyor, gece, gündüz, O’nun hizmetinde bulunuyordu. Bir defasında konu-komşu. Kimya Hatun’u biraz eğlensin, hava alsın diye Meram bağlarına götürmüşlerdi. Şems, o gün Kimyayı evde bulamayınca kızmış, derhal eve getirilmesini, bir daha kendi izni alınmadan bir yere götürülmemesini söylemişti.

Bir yandan bunlar olurken, öte yandan Şems ve Mevlâna bir başka âlemde, sohbet ve irşâd demlerinin en güzel günlerini yaşıyorlardı.

Şems Olayı Ve Düşünceler

Mevlâna’nın, semâ esnasındaki vecd ve cezbe halleri hiç bir zaman asaletini, vekarını kaybetmemiş coşkunluklardı. Allah huzurunda baygınlıktan, sapık cezbelerden uzaktı. Bu gibi aşırı haller, taşkınlıklar, olgun kişinin harcı değildi.     Bundan dolayı semâ, vuslat zevkini almamış ham ervaha haram edilmişti. Nitekim Şems:

— Semâm halka haram olması onların nefis hevasıyla meşgul olmalarındandır. Onlar semâ ettikleri zaman nefisleri kabarır. Hak ve hakikatten gafil olarak hareket ettikleri için semâ kendilerine haram olur. Halbuki, Hak’kı istiyen ve ona âşık olanlar semâ ettikleri zaman, aşkları ve manevî haleri çoğalır demektir.

Mevlâna âşk ve cezbe âleminde kanat açar, bu yolda merhaleler aşarken, taassup çamuruna saplanmış gafiller de için için kaynıyordu. İşte bugünlerde. Kimya Hatun kısa bir rahatsızlıktan sonra, vefat etmişti. Haber şehirde duyulur duyulmaz, Şems’i çekemeyenler bu sefer:

— Kızcağız kahrından öldü. Şemse kim tahammül edebilir ki?.

Diyerek yeniden dedikodu ve haset kapılarını açmışlardı.

Kimya Hatun’un vefatından sonra. Şems üzgün, odasına kapanmış kalmıştı. Tek teselli edeni, Mevlâna’ydı. Mevlâna Şems’i oyalayabilmek, acısını dindirebilmek için gece gündüz yanından ayrılmıyordu.

Beri yandan muhalifler işi büsbütün azıtmış, ne pahasına olursa olsun, Şems’i uzaklaştırmaya karar vermişlerdi. Şems, bunları görüyor, işitiyordu. Birgün, Sultan Velede dert yanmıştı:

— Gördün yâ Veled. Yine ne hale geldiler! Beni Mevlâna’dan ayırmak için, nasıl da sözbirliği ettiler. Ama, bu sefer öyle bir kaybolacağım ki kimse izimi dahi bulamayacak.

Sultan Veled, Şems’i teselliye çalışmış, ham kişilerin ileri geri sözlerine aldırış etmemesini, onların ne kendisini, ne de Mevlâna’yı anlayabildiklerini söylemişti.

Şems, biliyordu ki bu yolda, yokluğu varlığından daha kıymetliydi. O bu yola, bu yolun menzili Mevlâna uğruna başını koymuştu. İcabederse seve seve verecekti. Yeter ki, Mevlâna ulu mertebelerden daha ululuklara erişsin. O zaman ne Şems, ne Mevlâna kalırdı. Âşk mertebeleriydi bu ululuk.. Aşkta ölmeli, yok olmalıydı ki, gerçek dirilik olsun.

O pervane ki, şavka âşıktı. Şavka atılır, şavkta yanardı.

Âşk da, âşık da, ezelde birdi, ebedde de.

Vuslat için, hicran gerekti. Bu hicran, âşkı pişirecek, âşığı kendinden geçirecek gözyaşı döktürecek, mâşuğa ulaştıracaktı. Mevlâna’nın Mevlâna olabilmesi için bu merhaleler lâzımdı.

Muhalifler için için kaynıyor, Şems’i yok etme pahasına plânlar kuruyorlardı. Bu iş için yedi kişi seçilmişti. Bu yedi kişi Mevlâna’nın müridleri, yakınlarıydı. Akıl, havsala almazdı bunların bir gün böyle hareket edeceklerini..

1247 yılının Aralık 5’inci günü Perşembe gecesiydi. Yedi kişi Mevlâna’nın medresesi avlusunda ve civarında pusuya girmişlerdi. Konya’ya korkunç bir sessizlik çökmüştü o gece.

Şems’le Mevlâna’nın bulunduğu hücrenin penceresinden soluk bir mum ışığı sızıyordu. Her iki dost derin bir sohbete dalmışlardı. Şems, mânâlar saçıyor, gayb hazinelerini birer birer Mevlâna’nın önüne seriyordu. Geceyarısına doğru, sohbetin eh tatlı bir yerinde, hücre kapısı hızlı hızlı vuruldu. Her ikisi de daldıkları âlemin tatlı sarhoşluğundan sıyrılarak kendilerine gelmişlerdi:

— Kim o?

Dışardan bir dervişin sesi geliyordu:

— Hazreti Şems! Uzaklardan bir derviş ziyaretinize gelmiş, halvetinizi bozmak istemiyor. Elinizi öpüp yoluna devam edecek. Lütfen dışarıya kadar geliniz..

Şems, ateşli bakışlarını Mevlâna’nın yüzüne çevirdi.

— İşitiyor musun, beni çağırıyorlar? Hem de şimdi çağırıyorlar. Belki dönüşü olmayan bir davet bu…

Mevlâna irkilmişti. Şems’in eteğine sarılmak istedi. Şems ayağa kalkmış, kapıya doğru ilerlemişti. Mevlâna ardından koşmak istedi. Dizleri tutuktu sanki. Yerinden bile kıpırdayamadı. Dudaklarından, “Güneş, ay ve yıldızlar onun fermanına tâbidir, İyi bil ki yaratmak da, buyurmak da O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne kadar yüce!” mealindeki şu âyeti kerime dökülüyordu:

— “Ve’ş-şemse ue’l-kamera ve’n-nucûme musahharetin biemrihî ilâ lehül halku ve’l emru tebırek Allahü Rabbül-âlemin.”

Bu sırada Şems, dışarıya çıkmış, pusuda bekleyen yedi kişinin hücumuna uğramıştı. Gecenin zifiri karanlığında, kınından sıyrılmış hançerlerin şimşek parıltıları görülebiliyordu ancak. Sessizliği, canhıraş bir nara, bir “Allah” nidası yırtmış, sonra birden bire hiçbir ses işitilmez, hiçbir şey görülmez olmuştu. Şems’in attığı nara ile yerinden fırlayan Mevlâna dışarı fırlamış, kapı eşiğinde kan lekelerinden başka hiçbirşey görememişti. Bundan sonra, büyük bir heyecan ve telâş içinde, oğlu Sultan Veled’in hücresine koşarak kapıyı yumruklamış:

— Bahaeddin, ne duruyorsun, kalk şeyhini ara. Yine can burnumuz onun lâtif kokusundan uzak kaldı. diye inlemiş, sonra da olduğu yere yığılıvermişti.

Şems, sonunda Mevlâna aşkına fedâ olmuş, bu uğurda getirdiği başını sahibine teslim etmiş, böylece Allah’ın takdiri yerini bulmuştu.

Çeşitli Mevlevî kaynaklarına dayanarak yazdığımız bu olay, acaba gerçekten böyle midir? İzniniz olursa bu konu üzerinde biraz duralım.

Mevlâna’mızın ve oğlu Sultan Veled’in uzun yıllar hizmetinde bulunan ve menkıbelerini yazan derviş Feridun Sipehsâlâr, “Menakıb-ı Sipehsâlâr” adlı eserinde olayı sükûtla geçerek, Şems’in bir gün ansızın görünmez olduğunu kaydeder. Sultan Veled, “İptidanâme” adlı eserinde ise, “Ansızın ortadan kayboldu, gönüllere gam sıkıntısı doldurdu” der.

Mevlâna’nın biri oğlu, diğeri dervişi olan bu iki sevgili yakını, olaya az-çok tanık oldukları halde, neden böyle derler; niçin susarlar?

Susarlar, çünkü Mevlâna hayattadır. Onu teselli için, Şems’in kaybolduğü hikâyesini yaymak, buna Mevlâna’yi inandırmak gerek. Aksi halde Mevlâna Şems’in katline çok, pek çok üzülecek, bütün ümidi kaybolacak, teselli kaynaklan kuruyacak, tam olgunluk devresinde, Mevlâna olamayacaktı. Şems’in bir an için yokluğuna tahammül edemeyen Mevlâna, O’nun öldürüldüğünü duyarsa ne hale gelirdi?

Büyük Sır

Sustular, çünkü olay, gerçekten iğrenç bir tarzda hazırlanmış, üstelik Mevlâna’nın gözü gibi sevdiği ortanca oğlu Alâeddin’in de adını karıştırmışlardı. Halbuki bu özü, sözü doğru gencin hiçbir dahli yoktu. Sadece, Sems’le aralarında küçük bir kırgınlık olmuştu. Bunu istismar ediyorlardı.

Ve yapılacak tek şey, Mevlâna da bir ümid yaratmak ve yaşatmaktı. Bu ümid onu daha çok olgunlaştıracaktı. “Şems, vaktiyle olduğu gibi, bu defa da kayboldu. Bir gün, tekrar Konya’ya gelecek..” diye teselli ediyorlardı.

Nitekim Mevlâna, vefatına kadar, Şems’i gözlemiş, onu aramış, aratmıştı. Bir gazelinde:

“Yüreğimizi öylesine dağladın, bizi öylesine bir hasrete attın ki… Yolcular gibi, kalktın sefere çıkıverdin. Nereye gittin ki izinin tozu bile görünmüyor. Bu sefer gittiğin yol ne de kanlı bir yol..” diye Şems’in şahadetine ihtimal verdiği halde, bir türlü ölümüne inanmak istememişti.

Ama Mevlâna’nın vefatından sonra diller çözüldü, sırlar ifşa edilmeye başlandı. Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi devrini idrak eden derviş Ahmed Eflâkî, Sultan Veled’den naklen, Şems’in, kıskanç ve hayırsız yedi kişi tarafından hançerlendiğini, Sultan Veled’in zevcesi Fatma Hatun’dan naklen de, cesedinin bir kuyuya atıldığını “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinde yazmaktadır. Yine Eflâkî’nin kaydına göre Sultan Veled. bir gece rüyasında Şems’i görmüş. Şems ona cesedinin atıldığı kuyuyu haber vermiş, uyanır uyanmaz bazı dostlannı yanına alarak, cesedi gizlice kuyudan çıkarmış, Mevlâna’nın Medresesi . yakınlarındaki. Medresenin banisi Emir Bedreddin Gevhertaş’ın mezarı yanına defnettirmişti. Eflâkî, böylece bu bilgileri verdikten sonra, sözlerini, “Bu herkesin bilmediği bir sırdır” cümlesi ile bitirmiştir. Evet bu sır, Mevlâna’nın yaşadığı yıllarda, yalnız Sultan Veled ve birkaç has müridi arasında kalmış, asla ifşa edilmemiş, ancak Mevlâna’nın vefatından sonra, Eflâkî’ye söylenmiş, O da bunu eserine kaydetmişti. Mevlâna’nın vefatından sonra Şems’in üzerine türbe yaptırılmış, yine de “burada mezar var” denmemiş, Mevlâna’nın mübarek ruhu incinir diye kimse Şems’in şahadetinden söz açmamış, açamamış, gerçekleri bilen dervişler; “Şems kayboldu, burası da türbe değil makamdır” deyip geçmişlerdir.

Gerçekten de. bugün Konya’da Şems adına, klâsik Selçuklu kümbetleri tipinde, piramidal kurşun kaplı bir türbe vardır. Kümbedin altında ahşap bir sanduka, sandukanın üzerine sırma islemeli puşide, baş tarafından örfî sarılmış yeşil destarlı bir sikke (külah) mevcuttur. Beş-on adım ötesinde, kör bir bostan kuyusunun bulunduğu bu türbe, yüzyıllar boyunca “Makam-ı Şems” olarak adlandırılmış, Şems’in gerçek türbesi sorulduğu zaman (bilinmiyor) cevabı verilmiştir.     Bilinmiyor değil, biliniyor fakat gizleniyordu. Gelenek buydu. Sır ebediyyen gizlenecekti.

Bunun için ifşa edilmeyecek, o acı günler, hatıralar tekrar dile gelmeyecekti. Sanduka sorulduğu zaman da “Altında bir bostan kuyusu vardır, o kadar!.”diye cevap veriliyordu.

Hatta son yıllarda bu kuyunun ağız çapını, derinliğini hayali ölçülerle ifade edenler olmuştu.

Bir Müşahede

Konya’da, Mevlâna Müzesi Müdürlüğü’nü yapmakta olduğum yıllarda, bir gün Hz. Şems-i Tebrizi’nin “makam” denen türbesinde, bazı araştırmalar yapmıştım. Bu çalışmalar sırasında, Türbe içerisindeki ahşap sandukanın oturduğu tahta döşemeli zeminde bir kapak gözüme ilişti. Kapağı kaldırdığımız zaman, bunun Türbe zeminindeki mezar mahzenine inen merdivenli bir yol olduğunu gördüm. Yılların biriktirdiği moloz ve taşlarla dolu mahzen yolunu titizlikle temizlettim. Bir de baktım ki, ahşap sandukanın tam altında, Selçuklu devri türbelerinde olduğu gibi, taştan örülmüş bir mahzen var. Mahzenin bir köşesinde de Horasan harcıyla sıvanmış bir mezar…

Yerin altındaki bu karanlık mahzende, birdenbire karşımıza çıkan bu mezarı gördüğüm zaman cidden çok heyecanlanmış, soğuk terler dökmüştüm. Yıllardır “Makam” denen türbede Şems’in gerçek mezarı bu olabilirdi. Durumu o günlerde üstad Abdülbâkî Gölpınarlı’ya mektupla bildirdim. Birkaç gün sonra Konya’ya geldiler. Birlikte tekrar mahzene indik. Üstad, bunun Şems’in mezarı olduğuna kesinlikle kanaat getirmişti. Nitekim, “Mevlâna Celâleddin” adlı eserinin ikinci baskısında, bu konuyu ele almış ve Şems’in mezannın Konya’daki Türbesi’nde bulunduğu gerçeğiyle, fakire iltifatlarını esirgememişlerdir.

Konya’daki Şems Türbesi’nde, Sultan’ûl – Ulemanın Sandukasının hemen gerisinde bir mezar da Şems’e izafeten “Şems Makamı” olarak adlandırılmıştır.

Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz’de Geçil denilen mezarlıkta. Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmişlerdir. Bir söylentiye göre. Şems. kesik başını alarak Niğde’ye gelmiştir. Bektaşi’lerin itibar ettikleri “Velâyetnâme” adlı kitaba göre Şems. kesik başını koltuğunun altına gizleyerek semâ ede ede Tebriz’e gitmiş, orada defnedimiştir. Pakistanlıların söylediklerine göre de. Şems Konya’dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, önce Tebrîz’e, oradan da Hindistan’a gelmiş, meczup ve perişan yıllarca ormanlarda dolaştıktan sonra Multon şehrinde ölmüştür.

Daha başka söylentiler de vardır ve söylenegelmektedir. Eflâkînin, Mevlâna’nın yakınlarından dinlediği rivayetlerin dışında, diğer bütün müellifler Şems’in Konya’dan gizlice uzaklaştığı ve izini kaybettirdiği inancı içindedirler.
Tezkere sahibi Semerkand’lı Devletşah’a göre, Şems, Konya’dan ansızın kalbolmuştur. Molla Abdurrahman Câmî (Vefatı: 1467) ise “Nefahat’ül Üns” adlı eserinde Şems olayına temas ederek, “O akılsız topluluk. Şems’in narasından sonra kendilerine gelince, yerde birkaç damla kandan başka bir şey göremediler. O saatten bugüne kadar da o mânâ sultanından bir nişan görülmemiştir” der. Başkaları da aşağı yukarı bu kanaate sahiptirler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, bilinen bazı gerçekler vardır. Ama bir de gizlenmesi bir saygı ifade eden Sırlar vardır. Mevlâna’nın aziz ruhunu incitmemek için “hâmûş” olma vardır.

Bu üzücü, azap verici bahsi biz de kapayalım ve susalım burada aziz okuyucu!

Bu Sırada Mevlâna

Bu sırada Mevlâna, indifaa başlayan muazzam bir volkandı.

Mevlâna düşünce sınırını çoktan aşmış, zaman ve mekân kaydından sıyrılmış, aklı bir kenara itmiş, kendisini, âşkın ferman dinlemeyen sonsuzluğuna koyvermişti. Vücud bir kovandı, âşk onun arısı ve balı. Ten bir üzüm salkımı, aşk onun şırasıydı. Şimdi bu şıra, Şems’in görünüşte yok. gerçekte mevcut, yakıcı kavurucu güneşinde âşk şarabı haline geliyor, beden de, ruh da, bir ilâhi mestlik içinde, Hak’kı, ezelî ve ebedî sevgiliyi zikrediyordu. O güne dek Şems ve Mevlâna iki ayrı kutup, iki büyük mürşid. Şimdi tekleşmişti. Mevlâna diyordu ki:

“Denizin kenarına kadar, ayakların izi vardır. Ama denize girdikten sonra, ne iz kalır, ne nişan..”

İşte Mevlâna âşkın uçsuz bucaksız ummanına simdi dalmış, izsiz nişansız kalmış, garkolmuş. Hak’ta fânî olmanın ezeli sırrına ermişti. Bir hâdis-i şerifte: “mutû kable ente mutu) yani (ölmeden evvel olünüz..,) buyuruluyor ve bu sırra işaret olunuyordu. Bu, gerçekte, dünyadan elinizi, eteğinizi tamamen çekiniz, demek değildi. Gönlü kötülüklerden, kinden, hasetten arıtmak, nefse galebe çalmak, onu. Allah âskıyla doldurmak, olgunlaştırmak demekti. Mevlâna “Ölmeden evvel ölen bir kişi. gerçekte diri olan bir ölüdür. Canı arınmış, makamı yücelmiştir” buyururlar.

Mevlâna bu haldeyken etrafındaki çember de gün geçdikçe büyüyordu. Devrin sultanları, âşıkları, emirleri, bilginleri, dervişleri etrafını çevirmişlerdi. Mevlâna’nın sohbetine bir defa giren, onun büyüleyici tesirinden kurtulamıyor, kısa bir zaman sonra, eşiğine tapulanıyordu.

Papazlar ve hahamlar onun âşk ve mânâ dolu. gerçeği izleyen.Allah’a yönelen sohbetiyle kendinden geçiyor, çoğu zaman hidayet yolunu seçiyorlardı.

Mevlâna Ve Şems Bir Menzilde Birleşiyorlardı

Bugün, ortada Şems yoktu ama, O’nun tutuşturduğu bir ilâhi âşk vardı. Bu âşk. surette değil, asıldadır, özdedir.

Mevlâna, şöyle der:

“Gerçek sevgilide suret yoktur. Güneş ışıkları duvara vurunca, duvar parlaktır, güzeldir. Fakat bu güzellik, bu parlıklık, duvarda, duvarın üstünde değil güneştedir. Duvar yıkılırsa dahi, güzellik güneşte bakidir. Şu halde, kerpiç değil, güneşe gönül vermek gerek..”

İşte Mevlâna’nın Şems’e olan sevgisi .

Hak’kın ışıkları Şems’e vurmuştu.

Mevlâna bu ışığa âşıktır. Şems’in beden duvarı göçmüşse. ışık yine ışık olarak aslına yönelmiştir. O halde, âşıklar, âşka esasdır.

Bu kadar âyan-beyân gerçeği idrak edemeyen, tasavvuf zevki almamış, ham ruhlu gafiller, gerek Mevlâna’nın devrinde, gerekse sonradan olsun. Mevlâna ve Şems’in pek yakı ı dostluğuna, bir anlam verememiş, türlü dedikodularla saf zihinleri bulandırmışlardır. Bunlar güneşe ok atarak, güneşi yaralamaya çalışanlar kadar zavallı kişilerdir.

Bir mesele daha var burada. Bu karşılıklı sohbetlerde kim kimi yetiştirdi? Kim kime müriddi? Şems mi Mevlâna’ya. Mevlâna mı Şems’e mürşidlik etti. Bu müşkül gibi görünen, aslında hiç de öyle olmayan mesele, birçoklarının çenesini ve kaleminiyordu.

Şems’le Mevlâna… Kim kimden feyz aldı? Bu bir tartışma konusu oldu. durdu.

Konu hiç te sanıldığı kadar çapraşık değildi.

Mevlâna’nın yolu şeyhlik, dervişlik, mürşidlik yolu da değildi. Onun yolu aydınlık, apaçık, aşk yoluydu. Âşk ve cezbe yolu..

Bu yolda ne şeyh, ne mürid vardı. Şeyh ve derviş, âşık ve maşuktu. Seven ve sevilen..

An olur ki, âşık maşuk oluverir, maşuk ise, âşık.. Biri diğerini irşad ederken ilâhî âşk yolunda, aşkta fâni olmakta.

Onun içindir ki. Şems, “Makalât” adlı eserinde “Memleketimden çıkalı, Mevlâna’dan başka şeyh görmedim “diyerek onu ululuk burcunda seyreder. Mevlâna da onu Divân’ında, “Tebrizli Şems gerçek şeyhimizdir. Biz onun ayaklarının tozuyuz” diye taltif eder.

Bu öyle bir yoldur ki. bu yolun erleri, biri diğerine kılavazluk eder. Aslında, kılavuz da, yol da. yolcu da bir menzilde birleşir.

Şems, Mevlâna’ya aşk yoluda kılavuzluk etmiş, onu âşıklıktan mâşukluk durağına iletmiştir. Şems olmasaydı Mevlâna. Mevlâna olmasaydı Şems olmayacaktı elbet..Her ikisi de olunca gerçek âşk doğdu..

Haber Doğru Olsaydı, Canımı Verirdim

Derler ki, Mevlâna aslında yanmaya hazır bir kandildi. Şems geldi, çerağı ile bu kandili tutuşturdu.

Bu teşbihi yapanlar, doğru söyler ama. yanan kandil, hem kendini. hem çerağı yaktı. Ortada ne kandil, ne cerağ kaldı. Bir âşk meş’alesi oldu ki, ezelden ebede bütün gönülleri aydınlattı, ışıklarıyla yaktı kavurdu. Onu sevenler pervaneler gibi çevresinde döndüler, dönerken de yandılar.. Şairin:

“Döndükçe etekler yelpazelenir.

Döndükçe gönülde âşk tazelenir,” dediği gibi.

Şimdi Mevlâna, Şems’in yokluğu içinde, tesellisiz, eriyip inliyordu. Başına dumanı renk bir destar sarmış, sırtına da alacadan önü yırtmaçlı bir ferace giymişti.

Uçan kuş, açan çiçek, düsen yaprak, ağlayan gökyüzü, gülen, neşelenen insanlar, her şey Mevlâna’ya Şems’i hatırlatıyordu. Hele hâtıralar bitmez tükenmez hâtıralar, her köşede Şems’ten bir parça, her yanık ses Şems’ten bir nefes… Gazel üstüne gazel, ağıt üstüne ağıt… Yanık mısralara içini döküyordu, hep.. Bir gazelinde şöyle sesleniyordu:

“Ey yüzlerce gül bahçesinin canı, yaseminden gizlendin. Ey canımın canının canı nasıl oldu da benden gizlendin sen?

Gökyüzü seninle aydınlanmada, öyle olduğu halde neden gizlenirsin. Bu beden seninle diri. Ne diye gizlendin?..

Ey erenler sultanı.. Bizden ve iki âlemden gizlenirsen caiz. fakat şaşılacak şey şu ki. sen ey kendinden, varlığından geçmiş olan ay, kendinden de gizlendin.

Ey canlara aşikâr olan, öyle bir gizlendin ki, apaçık meydandasın da kendini gizledin.”

Bir süre sonra. Şems’in gitmesi muhtemel olan ülkelere adamlar göndermişti. Her tarafta onu sorduruyor, aratıyordu. Bunlar boş teselliydi; ama bunsuz yapılamıyordu. Yollar daima gözleniyor, daima bir müjdeciye hasret çekiliyordu. Bazen ona:

— Şems’i filan yerde gördüm, gibi yalan haberler getiriyorlardı. O zaman Mevlâna, üzerinde başında ne varsa haberciye bağışlıyordu.

— Bu haber yalandı, dedikleri zaman, hiç üzülmüyor.

— Ben yalan habere sarığımı, feracemi verdim. Haber doğru olsaydı canımı verirdim! diyordu.

Bu aşkla şem’a şem’a yanan Mevlâna. bazı geceler sabahlara dek, iç âlemiye haşır neşir oluyor, her seferinde yedi sekiz gazel birden yazıyordu. Gazellerinde evvelce “hâmûş” mahlasını kullanmıştı. Şimdi Şems’in adını söylemekteydi. Zaten her şey ona Şems’ten bir parçaydı, söyleten oydu. Söyleyen de O olmuştu. O. Mevlânâ’nın bütün mevcudiyetinde idi. Şems, bir bahane, bir vasıta, bir sembol, bir addı.

Altın Dövücünün Örsünden Gönül Sesleri Geliyordu

Pırıl pırıl bir ikindi serinliğinde Mevlâna Celâleddin, Konya çarşısından geçiyordu. Başı önüne eğik, elleri cübbesinin yenlerinde, ağır ağır yürüyordu, geçtiği yerlerde halk, ayağa kalkarak kendisini selâmlıyorlardı. Bir ara, kuyumcular çarşısının bulunduğu bir sokağa sapmıştı. Bu sırada kulağına örs üzerinde altın döğen, altını kâğıt gibi yaprak yaprak incelten işçilerin, muttarit çekiç sesleri gelmeye başladı. Çekicin ahenkle, tempolu vuruşundan öyle ilâhî bir musiki meydana gelmişti ki. bu tatlı ses, birdenbire oradan geçmekte olan Mevlânâ’nın ruhundaki kederi şevke çevirdi. Mevlâna duraladı. Bir müddet derin akisler yapan bu tatlı sesleri dinledi. Gözlerinin önünde kâinat nizamı âdeta canlandı. Bir güneş etrafında dönen seyyareler, peykler, güneşin karşı konamaz cazibesiyle, ilâhî âşk ve cezbeyle mest, dönüyorlardı. Sağ elini feracesinin yakasına götürdü. Gözleri vecdle kapalı, başı mazlum bir teslimiyetle sağ omuzu üzerine düşüvermişti. Çekiç sesleri gönül sesleri olarak geliyor, tatlı bir ahenkle çın çın ötüyordu. İlk çarkı attı sağ ayağıyla. Sonra da dönmeye başladı. Durmadan dönüyordu cadde ortasında.. Çekiç darbelerinin ahengine uyarak döndükçe içindeki gam neşeye çevriliyor, ferahlıyor huzur buluyordu.. Herkes işini gücünü bırakmış, caddeye dökülmüştü. Çepeçevre çevirmişlerdi Mevlânâ’nın etrafını.. Bu coşkunluğa kimse bir anlam vermeden hayran hayran seyrediyordu. Çekiç sesleri karşıki dükkândan geliyordu, hem de daha kuvvetli geliyordu.. Dükkân sahibi kuyumcu Selâhaddin, Mevlânâ’nın kendi çekiç sesleriyle semâ ettiğini görünce heyecanlanmış, âşka gelmiş, çıraklarına:

— Elinizi çekiç vurmaktan alıkoymayınız. Altın varaklar telef olacak diye hiç korkmayınız, vurunuz daha hızlı vurunuz, emrini vermiş, bir an yerinde duramayarak. caddeye fırlamış. Mevlâna ile birlikte semâ’a başlamıştı. Bir süre sonra çekiç sallayan işçilerin kollan yorulmuş, tempoları durmuştu. Mevlâna yavaş yavaş kendine gelmiş, karşısında kuyumcu Şelâhaddin’in o an gözü Mevlâna’dan başka hiçbirşeyi görmüyor, ilâhî hazinelere kavuşmanın heyecanını yaşıyordu.

Mevlâna’nın çekiç seslerine ayak uydurarak cadde ortasında kuyumcu Selâhaddinle birlikte semâ edişini şaşkın şaşkın seyreden halka bir ara Selâhaddin şöyle seslenmişti:

— Hey. niye öyle şaşkın şaşkın bakıp duruyorsunuz. Sizler altın aramıyor, altın için birbirinizi yemiyor musunuz? İşte benim dükkânım, altın varaklarla dolu, haydi durmayın, yağma edin dükkânımı, hepsi sizin olsun. Bana artık altın lâzım değil. Ben gerçek madenimi buldum.

Halk dükkâna üşüşürken Selâhaddin büyük bir teslimiyetle Mevlâna’nın önünde baş eğmişti:

— Senin feyz ve kemalinden başka hiçbir şeye ihtiyacım yok. Beni nereye götürürsen götür…

Kuyumcu Selâhaddin Temiz Yürekli, Saf Bir İnsandı

Mevlâna o gün. Selâhaddinle birlikte Medresesine dönmüştü. Artık bundan sonra, “Zerkubî” unvanıyla tanınan kuyumcu Selâhaddin, Mevlâna’mızın has müridleri arasında yer alacaktır.

Selâhaddin-i Zerkubî, Beyşehir gölü sahillerinde bulunan “Kâmile” adlı bir köyde doğmuştu. Babası, Yağıbasan adında, saf, temiz yürekli bir köylüydü. Ailesi gölde balık avlamak, bunları satmak, çiftçilik yapmakla geçinip gitmekteydi. Bir fırsatını bularak Konya’ya gelen ve Konya’da bir kuyumcunun yanında birkaç yıl çırak olarak çalışan Selâhaddin bu yıllarda, Mevlâna’nm üstadı Tirmizli Seyyid Burhaned-din’i tanımış, onun sohbetlerinden hoşlanarak, derslerine devam etmişti. Seyyid Burhaneddin’in Kayseri’ye gitmesinden sonra da köyüne dönmüş, evlenip, çoluk çocuk sahibi olmuştu.

Bir zaman sonra, tekrar Konya’ya geldi. O gün Cuma namazını kılmak üzere Ebulfazl Carnii denen Alaeddin Camiine gitti. Minberde Mevlâna’yı gördü. Çok güzel vaaz ediyor. Seyyid Burhaneddin’in üstün hikmetlerini sayıp döküyor. O’nun ulu sözlerini açıklıyordu. Selâhaddin, Mevlâna’nın şahsında bir zamanlar rahlesi önünde diz çöktüğü şeyhi Seyyid Burhaneddin’i görmüş, heyecanlanmıştı. Vaazdan sonra, Mevlâna eski şeyhi olan Seyyid Burhaneddin’in sadık müridi Selâhaddin’i tanımıştı. İltifat ederek:

— Nerelerde idin? diye hatırını sordu. Selâhaddin boynunu bükerek:

— Evlendim, çoluk çocuğa karıştım. Belki bu yüzden sohbetinizden uzak düştüm.

— Hayır, hayır Selâhaddin, sen daime bizimle berabersin, bundan sonra da öyle olacak.

Birkaç gün içinde Selâhaddin köyden şehire göçerek, Kuyumcular Çarşısı’nda bir dükkân kiralamış, altın varak yaparak bunları “müzehhiplere, mücellitlere” satmak suretiyle geçimini sağlamaya çalışmıştı.

Ve işte o gün, çekicinin sesleri, coşkun ve cezbeli Mevlâna’yı. cadde ortasında heyecana getirmiş, semâ ettirmişti. Artık, bundan sonra Mevlâ’sından da, Mevlâna’sından da hiç ayrılmayacak, hatta Şems’in yerini alacaktı.
Selâhaddin gönlü gani, yüreği temiz, eli cömert, saf, ümmî bir insandı. Okuyup yazması belki yoktu ama, güçlü bir hafızası vardı. Sohbet meclislerinde aldığı irfan cevherlerini, kitap gibi hafızasına yerleştirir, yalnız yerleştirmekle kalmaz, kalbine de işlerdi. Mevlâna’nın huzurunda daima edeple dizleri üzerinde oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğerek, sohbetleri dinlerdi. Kendisinden birşey sorulacak olsa, hiç de ümit edilmeyecek şekilde (arifane, zarifâne ve âlimane) cevaplar verirdi. Erenler sohbetinde pişmiş, tasavvuf vadisinde bir hayli ilerlemiş, kendi kendini yetiştirmiş, insan-ı kâmil olmak yolunda çabalar sarfetmişti.
Kuyumcu Selâhaddin, şimdi Mevlâna’nın meclisinde Şeyh Selâhaddin olmuştu. Şeyhliği Mevlâna’ya değil, Mevlâna’nın çevresineydi. Bir gün Mevlâna’ya şöyle demişti:

— Benim gönlümde gizli kalmış nur çeşmeleri varmış da, benim haberim yokmuş meğer.. Sen benim gönlümü, gönlümdeki çeşmeleri öyle bir açtın ki, deniz gibi coşturdun beni..

Mevlâna Şems’in yokluğunun üzüntüsünü, Selâhaddin’in nurlu, saf ve temiz yüzünde, gerçekten coşkun gönlünde bulmuştu. Bu coşkun gönül, O’nun potasında elmas ve pırlanta oluyor. Allah sırlanyla, sevgisi ve aşkıyla bezeniyordu. Çevresindekilere Selâhaddin’e uymaları ve gönlünü almalarını söylemişti. Hatta, bir mecliste Mevlâna’ya:

— Arif kimdir? diye bir sual sormuşlardı. Mevlâna’nın cevabı şu oldu:

— Arif, sen sustuğun halde, senin sırrından bahseden kimsedir. Bu da Şeyh Selâhaddin’dir.

Mevlâna onu; “Şeyhlerin şeyhi, ulusu, yücesi, vaktin Beyazîdî (Bestamî) zamanın kutbu, insanlar arasında Hakkın nuru..” diye övüyor. Şems için yazdığı gibi, Selâhaddin için de “Şeyh Selâhaddin” mahlaslı gazeller söylüyordu. Mevlâna, Selâhaddin’i, Şems’in yerine gelmiş ilâhî bir varlık olarak kabul ediyor, bir gazelinde şöyle diyordu:

“Geçen yıl çıkagelmiş kırmızı kaftanlı, ay yüzlü güzel, bu yıl, boz hırkaya bürünüp geldi.

Elbisesini değiştirdi ama, sevgili, o seugili. O, elbiseyi değiştirdi, bir başka elbise giyindi, geldi..”

Şeyh Selâhaddin, Mevlâna’nın bu coşkunluğu içinde temkinli, sakin halleriyle bir sükûnet meleği gibiydi. Mevlâna’dan yaşça çok büyüktü. İhtiyarlamış, temiz yüzünü beyaz, berrak kısa sakalı çevirmişti. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled. “İptidanâme” adlı eserinde O’nun bu halini şu sözlerle tamamlar: Mevlâna’nın coşkunluğu, O’nun sayesinde yatıştı. O’nun irşadı başka bir çeşitti. Vergisi herkesten fazlaydı. Erenlerden yıllar yılı elde edilen feyzi, ondan bir nefeste almak mümkündü. Dilsiz, dudaksız sırlar söyler, dile getirmeksizin, gönül diliyle mânâ incileri dizerdi..

Şeyh Selâhaddin az yiyor, az uyuyor, bazı geceler basını secdeden kaldırmıyordu.

Selâhaddin Mevlâna Meclisinde. Mevlâna’nın bulunmadığı zamanlar, onun yerine geçiyor, gönül sahiplerine, hikmet dolu, nasihatlar veriyordu:

— Biliniz ki. Allah, velileri merhamet mâdenidirler. Susuzlar, onlara koşar, onların sözleriyle şifa bulur, rahmet kazanır ve onların nuru ile dirilirler. O nur azalmaz, artar. Kimde bu sıfatlar yoksa, O. Allah velisi değildir. Gerçek âşık. Allah velisini bulur ve O’na bağlanır. Onların nazarları güneş gibidir, müridin vücuduysa taş.. Kabiliyetli olan taş, kâmil bir güneşin nazarında, yakut da olur, zümrüt de,

Selâhaddin Mevlâna’dan aldığı feyzi, halka saçıyor, aldığını veriyordu.

Mevlâna, Fatma Hatun’u Oğluna Aldı…

Mevlâna, Selâhaddin’le olan manevî yakınlığını, sıhrî bir bağla da bağlamak ve bu yakınlığı dünya durdukça sürdürmek istiyordu. Selâhaddin’in Fatma ve Hediye adında yüzleri gibi gönülleri ve halleri de güzel iki kızı vardı. Her ikisi de Mevlâna’nın elinde evlâd gibi gözetiliyor, kızlar Mevlâna’yı babalarından ayırmıyorlardı. Büyük kızı Fatma Hatun’u oğlu Sultan Veled’e nikahlayarak mütevazi bir düğün yaptı, şerbetler içildi, semâ edildi. Mevlâna, gözü gibi sevdiği oğlu Sultan Veled’in bu mutlu gönünde pek neşeliydi. Semâ ede ede, gazeller söylüyor, oğlu ve gelinini kutluyordu:

— Düğünümüz, gerdeğimiz kutlu olsun dünyaya.. Allah bayramı, düğünü tam bize göre ölçtü biçti. diyor ve Şeyh Selâhaddin’in bu devletli gününde herkesi semâa davet ediyordu.

— Arifler, dünya padişahının, o canlara can katan sultanımızın devleti sayesinde raksedin. Sûfiler, çark vurun, dönün, oynayın.

Düğünden sonra, oğlu Sultan Veled’i yanına çağırarak eşi Fatma Hatun’u daima hoş tutması için şu vasiyette bulunmuştu:

— Bugün, sen oğlumuzun nikâhında sana, seni denemek üzere teslim edilen, gönül ve gözümüzün aydınlığı, Fatma Hatun’un gözetilmesi için şunu vasiyet ediyorum.- Umulur ki, oğlumuz ona haksızlık etmez. Bir an bile kadının gönlüne, babamın ölümünden sonra vefasızlık ediyorlar, diye bir düşünce girmez. O, öyle bir kadındır ki cevherinin temizliğinden ötürü şikâyette bulunmaz, sabreder.. Fatma Hatun’u aziz tutasın, her gün ve geceyi, bayram günü ve gecesi bilesin..

Şeyh Selâhaddin’in diğer kızı Hediye Hatun. Saray’ın üstad hattatlarından Nizameddin’e nikahlanmıstı. Hattâ Hediye Hatun’un çeyiz parası çıkışmamıştı da Mevlâna’mız Vezir Muineddin Pervanenin karısı Gürcü Hatun’dan yardım rica etmişti. Mevlâna’nın pek yakın müridesi olan Gürcü Hatun, o kadar çok çeyiz eşyası göndermişti ki. Hediye Hatun’un sandığı, sepeti almamıştı, bir kısmı da Fatma Hatun’a ayrılmıştı.

Âşk ve şevkle dolu tatlı günler geçiyor, Hz. Mevlâna Şems’in hicran acısını. Selâhaddin’in hoş sözleriyle gidermeye çalışıyordu. Önceleri Şerns’e karşı olanlar, şimdi, şurada burada yeni dedikodulara başlamışlardı:

— Birinden kurtulduk, diğerine çattık.. Öteki neyse, ya şimdiki.. Koca Mevlâna okuyup yazması bile olmayan bir dervişe bağlanıp kaldı. Bu adamın bizden üstün nesi var, anlayamıyoruz. Üstelik, başımıza şeyh de oldu. Bu olur şey değil. diyorladı. Bu acı sözler Selâhaddin’in kulağına da geliyor, üzülüyordu.

Mevlâna Şeyh Selâhaddin! Böyle Kaybetti

Şeyh Selâhaddin, müridlerin kendi aleyhindeki sözlerine üzülüyordu. Çünkü daima iyiliklerini istiyor, Mevlâna’yı inzivadan çekerek, müridleri ile meşgul olması için çaba gösteriyordu. Hele, Cavuşoğlu adında, çok yakın bir dostu vardı. Ona daima iyiliklerde bulunmuştu. Şimdi, kendisine düşman olanların başında O geliyordu. Son zamanlarda işi o kadar azıtmışlardı ki, Selâhaddin’i, Şems gibi ortadan kaldırmayı dahi düşünüyorlardı. Bu haber Selâhaddin’in kulağına geldiği zaman gülerek şöyle dedi:

— Hak’kın buyruğu olmadan bir çöp bile kımıldamaz. Allah ferman buyurursa. kul çaresiz boyun eğer. Gerçekten onlar beni öldürmeye kasıtlı iseler, ben onların hayrını ve iyiliğini dilemekten başka sözetmem.

Kötülük çamurlarını iyilik pınarları ile yıkamak.. Selâhaddin, özünde kaynayan bu pınarları cömertçe açtı. Bir süre sonra da, onlar hatalarını anlayarak birer birer özür dilemeye başladılar.

Yıllar geçiyordu. Şems’ten sonra tam on yıl.. Sürekli oruçlar, geceli gündüzlü ibadet, ihtirasın, hasedin yuvalandığı nefisle mücadeleler Selâhaddin’in zayıf vücudunu çok yormuştu, bir ney kamışı gibi incelmiş, yüzünü çeviren zarif, kısa sakalı bir nur huzmesi gibi ağarmıştı.

Yaşlanmıştı da.. Göç zamanının geldiğini biliyor, yavaş yavaş hazırlığını yapıyordu. 1258 yılı Aralık ayı, sert, çetin bir kışla girmişti. Selâhaddin’in hırkasını yıkamışlar, kurusun diye dama sermişlerdi. Tam bu sırada Cuma ezanı okunmuş, başka hırkası olmayan Selâhaddin buz tutmuş hırkasını giyerek Camiye koşmuştu. “Hastalanırsın, yapma, etme” diyenlere:

— Cismin kaybı. Allah emrinin terkinden daha evlâdır., cevabını vermişti. Bu haliyle, ölümü istediği belliydi. Nitekim, ateşler içinde yatağa düşmüştü. Selâhaddin’in rahatsızlığı Mevlâna’yı çok üzdü. Sık sık ziyaretine geliyor, gelemediği günler de mektuplarla hatırını soruyor, geçmiş olsun diyordu. Bu mektuplarında içli gazeller de yazar, gönlünü alırdı. Bir gazelinde şöyle sesleniyordu:

Irak olsun senden hastalıklar

Ey canlarımızın rahatı.

Ey gören gözümüz,

Kem gözler, ırak olsun senden..

Lütuf gölgen ırak olmasın bizden, Solmasın gül bahçesine benzeyen yüzün.. O gönül otlağımız, çimenliğimiz. Hep öyle taze hep yeşil..

Bizim canımıza gelsin Senin acın, Senin ağrın.

Hastalık bir türlü şifa bulmuyor, Şeyh Selâhaddin gün gün eriyordu. Artık ümit kesilmiş, sefer yakınlaşmıştı. Aralık ayının 29’uncu pazar günü, ten kafesinden kurtularak, can âlemine, ölümsüzlüğe kanat açtı. Allah’ın bol rahmetine kavuştu.

Mevlâna’yı can evinden yaralayarak göçtü, gitti Selâhaddin.

Mevlâna için bu kayıplar, babasından sonra Seyid Burhaneddin, sonra Şems, şimdi de Selâhaddin, bütün bunlar mukadderdi sanki.. Her giden Mevlâna’da derin bir iz bırakıyor, bu üzüntünün pençesinde Mevlâna, iç âleminin taa derinliklerine iniyor, kaynıyor, pişiyor ve yanıyordu. Sonra da bir yanardağ gibi kükreyerek taşıyor, Mevlâna oluyordu.

Mevlâna, Selâhaddin’in hastalığı haberini alır almaz. Selâhaddin’in evine koşmuş, yüzünü açmıştı. Çok üzgündü. Selâhaddin’in vasiyetini dinledi. Koca Şeyh, “Cenazeme neyzenler, kudûmzenler katılsın. Bir düğün şenliği içinde, semâ ede ede kabrime götürün beni’..” diyordu. Mevlâna bu vasiyete uydu. Muhteşem bir cenaze töreni hazırlandı. Neyzenler, kudûmzenler, âyin okuyucular ön safı almışlardı. Mevlâna onların arkasında semâ ediyor, daha geriden binlerce Konyalı tabutu omuzlar üzerinde âdeta uçuruyorlardı. Cenaze namazını Mevlâna kıldırmış, babası Sultan’ül-Ûlemâ’nın mezarı yanına defnedilmişti. O gece, Mevlâna’nın şu mersiyesi, Konyalılara içli gözyaşları döktürmüştü:

Firkat-ü hicrinden ey yâr çerh-ü devran ağladı, Kana garkoldu gönül, hep akl ile cân ağladı.

Cebrail-i kudsiyanın yandı bâl-ü perleri, Enbiyanın, evliyanın gözlen kan ağladı.

Ey yazık, eyvah yazık, eyvah yazık,

Böye bir çeşm-i yakîyne şek-kü vicdan ağladı.

Mevlevî musikisinin büyük üstadı Itrî Dedenin “segah” makamında bestelediği bu mersiye, Mevlâna’nımızın kanlı gözyaşlarıyla şöyle devam ediyordu:

Gerçekte yüz âlemdin, bir kişi değildin sen. Dün gördüm, o âlem de bu âleme ağlamadaydı.

Gözden uzaklaşalı göz de ardından gitti.

Can, gözsüz kaldı da gene kanlar saçarak ağlıyor.

Gayretin olmasaydı, yağmur gibi göz yaşlan döker, öyle bir ağlardım ki.

Fakat gönlün, kanlar saçarak böyle gizli ağlaması daha iyi.

Gözyaşı da nedir? Ayrılığınla miskler yağdırmak, her nefes kanlarla erimek, her an ağlayıp durmak gerekti.

Ey şeyh Selâhaddin, ey tez uçan devlet kuşu, yaydan ok fırlar gibi uçup gittin, yay ağlamakta şimdi”.

Kısa bir süre sonra Selâhaddin’in mezarı üzerindeki sandukasına şu kitabe yazıldı:

“Allah bakî. Bu mezar, şeyhimiz arifler güneşi, hidâyet ve yakıyn bayrağı, abdalın padişahı, halde ve sözde kemâl sahibi, arayan ve dileyen kalplere emniyet ve huzur olan, Allah’ın en büyük nuru, en kuvvetli burhan, basiret ıssı, içi-dışı, huyu-hulku temiz, Allah sırlarının denizi, gayba ait remizlerin tercümanı, takva imâmı, eşsiz örneksiz sırlar mahremi, asrın Beyazıd’ı, zamanın Cüneyd’i, Hak ve dinin salâh’ı, Konyalı Yağıbasanoğlu kuyumcu Feridun’un toprağıdır. Allah, sırlarını kutlasın, O, altı yüz elli yedi yılı Muharrem ayının ilk günü göçtü.”

Şeyh Selâhaddin sabırlı, gönlü zengin, sözden öze yönelmiş, içine dönük, şeriatın inceliklerine titizlikle uyan, saf, temiz bir sûfî idi.

Coşkun Mevlâna, Şems’ten sonra, O’nun bu haliyle sükûn bulmuş, daha doğrusu, coşkunluğunu içine atarak, özleşmiş, içten yanmış, kavrulmuştu. Dışı külleşmiş bir kor gibiydi. Bir gün külden sıyrılacak, ateşiyle cihanı aydınlatacaktı. Bu, O’nun “Mesnevi” devrine bir hazırlıktı.

Mevlâna’nın Ufkunda Yeni Bir Işık: Çelebi Hüsameddin

Şeyh Selâhaddin’in vefatından kısa bir süre sonra, Mevlâna’nın ufkunda, bir başka ışık parladı. Bu ışık, Mesnevi gibi dünya durdukça duracak ölümsüz bir eserin meydana gelmesine vesile olan Hüsameddin Çelebi’dir. Biz O’nu Mevlâna soyundan gelen diğer Çelebilerden ayırmak için, lâkabını başa alarak “Çelebi Hüsameddin” diye adlandıracağız.

Çelebi Hüsameddin, Ahî-Türkoğlu diye tanınan Ûrmiyeli Hasan oğlu Muhammed’in oğludur. Soyu, 1107 yılında Bağdad’ta vefat eden Ebul-Vefa-i Kürdiye ulaşmaktadır. Dedeleri. Ûrmiye’den Anadolu’ya göçmüş, Konya’da yerleşmişlerdi. Babası Ahî Muhammed, Konya ve çevresindeki ahî teşkilatının reisi olduğu için “Ahî-Türk” adıyla tanınmıştır. Bundan dolayı. Çelebi Hüsameddin’e Ahî-Türkoğlu denmiştir.

Çelebi Hüsameddin. çocuk yaşlarında babasını kaybetmiş, fütüvvet erbabı Konya ahileri onu, babasının postuna oturtmuşlardı. Daha o günden Mevlâna’ya içten bir sevgi besleyen, fırsat buldukçe medresedeki derslerine, daha sonra da semâ ve sefâ meclislerine katılan Çelebi Hüsameddin, bulûğ çağına erince, bütün ahiler ve dostlarıyla birlikte

Mevlâna’nın hizmetine girmiş, Şems’ten ve Selâhaddin’den feyz almış, Şeyh Selâhaddin’in vefatından sonra da Mevlâna’nın yakını ve halifesi olmuştur. Bununla da kalmamış, Konya’da Anî teşkilâtının riyasete düşen payını, kendi mallarını da katarak Mevlâna’nın önüne sermiş, nesi var, nesi yoksa, Mevlâna’nın yakınlarına ve müridlerinden ihtiyacı olanlara harcanmasını niyaz etmişti. Bundan böyle, Çelebi Hüsameddin’in Konya Meram bağlarındaki konağı, Mevlâna dervişlerinin bir idare yeri olmuştu. Ayrıca Mevlâna, eline ne geçmişse olduğu gibi Çelebiye göndermiş, bu idarenin başına Çelebiyi getirmişti.

Gençliğinde iyi bir tahsil gören Çelebi Hüsameddin, Konya’da birkaç yüksek medresenin öğretmenliğini de yapıyordu. Mevlâna’nın âşk ve gönül zincirine bağlandıktan ve bu zincirin sağlam bir halkası olduktan sonra, O’nun mânevi terbiyesi altında pişmiş, “Hâmil-i esrarı ve haznedar-ı maârifi” olmuştu. Mevlâna, O’nu “Hale ziyası, Hak nuru, ruh cilâsı, dinin ve gönlün hüsamı cömert Hüsameddin” gibi vasıflarla övmede, Şems’ten ve Selâhaddin’den boşalan seçkin mevkiye oturtmadadır. Öyle ki Mevlâna, onsuz bir yere gitmez, onsuz konuşmaz, neşelenmezdi. Şems, bu kerre de Hüsamedin’de tecelli etmişti. Mevlâna bütün sevdiklerini O’nda, O’nun yakınlarında buluyor, görüyordu. Bir gün Çelebi Hüsameddin’in bağında otururken, yanındakilere Şems’ten bahsetmiş ve onu övmüştü. Mecliste bulunan müderris Bedreddin, Şems’i göremediğine üzüldüğünü belirtince, Mevlâna Hüsameddin’i kasdederek:

— Şems’e erişemediysen, öyle birisine eriştin, öyle birisine kavuştun ki saçının her telinde yüz binlerce Şems asılı… demiş ve heyecanlanarak semâ’a başlamıştı.

Mesnevi’ye Böyle Başlandı

Mevlâna, Çelebi Hüsameddin’de de Şems’i görüyor, bir gazelinde şöyle diyordu;

“Tebrizli Şems’le Hak ziyası Hüsameddin , varlığın aslıdır. Onlar nokta olmuşlardır, başkaları onların çevresinde pergel gibi dönmededir.

Şems, Seiahattin ve Hüsameddin, bunlar birer ad, varltklanysa tek…”

Şems, Mevlâna’yı Mevlâna yapmış, O’nu ilâhî âşkın zirvesinden öteye aşırmış, Selâhaddin bu âşkın doruğunda, O’nu olgunlaştırmıştı.

Şimdi Hüsameddin, olgunlaşan ve dolgunlaşan âşk meyvasını demet demet toplayacak, teşne gönüllere Mesnevi pınarlar akıtacaktı. Manen bununla vazifeliydi. Nitekim bu vazifesini yapmakta gecikmedi.

Öyle ki Mevlâna Celâleddin. Şems’in ve Selâhaddin’in vefatından sonra, yavaş yavaş sükûn buluyor, coşkunluğu ve cezbesi fikir olgunluğuna doğru yöneliyordu. Âşk ve cezbeyle yanan, yakılan Mevlâna, simdi bu potada verime hazır bir haldeydi.

O’nun bu halini yakından izleyen Çelebi Hüsameddin, canla gönülle bağlı olduğu pir’inin kemâlini yaymak bu âşk ve irfan güneşinin perdelerini sıyırarak, ışıklarıyla bütün bir âlemi nurlandırmak istemiş, kendini bununla vazifeli saymıştı. Bu sırada, Mevlâna’nın gazellerinin toplandığı Divân da büyümüş, Divân-ı Kebîr olmuştu.

Şimdiyse, Mevlâna daha olgun, daha doyurucu bir eser verebilirdi. Bu eser, “Mesnevi” tarzında olmalı, ihvan zevkle okumalı, feyz almalı, öğrenmeliydi. Mevlâna’nın geniş bilgisi, üslûbu, hele pek üstün şairliği, hattâ şiir söylerken, öyle uzun boylu vezin-kafiye telâşına düşmeden bir suyun akışı gibi rahat ve irticalen şiir söyleyiş kabiliyeti bu işe yeterdi. Bu fikrini Mevlâna’ya açmak için fırsat gözlüyordu.

Bu fırsat gün gelip çatmıştı. Meram bağlarında, suların ışıl ışıl çağladığı bir bahçede Mevlâna, Çelebiyle geziyor, şiirler söylüyordu. Çelebi, tam zamanıdır diyerek fikrini açtı:

— Sultanım!. Gazel tarzında birçok şiirler tanzim buyurdunuz. Divân epeyce büyüdü. Eğer Hakîm Şenaî’nin İlâhinâme’si. Ferideddin Attar’ın Mantık’ut-Tayr’ı vezninde bir kitap yazacak olursanız, bu eseriniz, cümle âşıkların can yoldaşı olacaktır. Bundan sonra da, âşıklar, başkalarının sözleriyle değil, sizin eserinizle gönüllerini doyuracaklardır. Buna himmet, efendimizin pek bol olan lütuf ve inayetine kalmıştır.

Mevlâna buna hazırdı zaten.. Tebessüm etti. Sarığının kıvrımları arasından bir kağıt çıkararak Çelebi Hüsameddin’e uzattı. Bu kâğıtta, müstakbel Mesnevinin ruhunu, özünü teşkil eden ilk onsekiz beyit yazılıydı. Çelebiye:

— Oku, buyurmuşlardı. Çelebi Hüsameddin ilk beyti okudu:

“Bişnev in ney çün şikâyet mikûned” “Ez cüdayiha hikâyet mikûned” (Türkçesi:)

“Dinle bu ney, nasıl, şikâyet ediyor, ayrılıklardan hikâyet ediyor

Mesnevi’nin İlk Onsekiz Beyti

Mesnevi’nin Fatihası demek olan ilk onsekiz beytini başta Süleyman Nahifi (Vefatı 1738) olmak üzere, son yıllara kadar birçok şairlerimiz nazmen Türkçeye çevirmişlerdir. Bu tercümelerden biri de şöyledir:
Dinle Ney’den nasıl şikâyet eder? Ayrılıklardan hikâyet eder:

Koptuğumdanberi kamışlıktan ben, Ağlar kadın – erkek inleyişimden.

İsterim hasretle doğranmış yürek: Derdimi dökeyim feryat ederek.

Aslından kopup da ayrı kalanlar Gene o kavuşma gününü arar.

Her mecliste geldim ben âh-ü zâra, Eş oldum bedbahta ve bahtiyara.

Her kim sandı ki bana oldu yâr, Lâkin aramadı bende ne sır var?

Sırrım, feryadımdan değildir uzak, O nuru yok sanır lâkin göz, kulak.

Gizli değildir can tene, ten cana, Canı görmek için izin yok sana.

Yel değil ateştir bu Ney’in sesi,Kimde bu ateş yok, sönsün nefesi.

Aşkın ateşidir ki Ney’e düştü. Âşkın coşmasıdır ki meye düştü.

Yardan ayrılanın Ney gönül sesi, Perdemizi yırttı O’nun perdesi.

Ney gibi panzehir var mıdır böyle,Hem uygun, hem düşkün, kim gördü söyle?

Ney kanlarla dolu yolları söyler, Ney, Mecmûn âşkını hikâye eyler.

Bu aklı kim anlar bîhuştan gayrı? Dile mahrem var mı kulaktan ayrı?

Günler gam içinde vakitsiz soldu. Günler yanışların yoldaşı oldu.

Sen varsın, günlerim ne gam, gittiyse, Sen kal, temizlikle eşi yok kimse.

Balıktan gayrisi suyuna kandı Nasipsizin gönlü gecikip yandı.

Pişkinin halini hiç anlar mı ham? Söz kısa gerektir imdi vesselâm..

Hüsameddin Çelebi, okudukça coşmuş, coşdukça heyecanlanmıştı, yanaklarından süzülen gözyaşları, elinde tuttuğu onsekiz beyitlik Mesneviyi ıslatmıştı. Okuyup bitirdikten sonra, Mevlâna’nın ellerini öptü:

— Mevlâna’m, ey benim eşsiz hünkârım!.. Gönülden niyaz ederim. Bu beyitlerin sonu gelsin, sonsuzluğa kadar uzansın, ciltler dolsun..

— Çelebi, sen yazmayı kabul edersen, ben de söylerim.

— Kulunuz, şu andan itibaren canla başla hazırım.

— Yaz, öyleyse göz nuru Hüsameddin. Gerçeklerle yücelmiş, gerçekler güneşi Hüsameddin. yaz..

Kurtul, zincirleri kırıp ey oğul, Yetmez mi ki oldun altınlara kul.

Ondokuzuncu beyit böyle başlıyordu. Mesnevi bittiği zaman cilt sayısı altıya, beyit sayısı 25.618’e ulaşmıştı.

Mesnevi, o günden itibaren yazıldı. Gece gündüz, yolda, bağda, bahçede, hamamda, durup dinlenmeden söyleyen Mevlana.. Yorulmaksızın, aşkla, şevkle,, yazan Çelebi Hüsameddin. Bu hali Çelebi şöyle nakleder:

“Mesnevi’yi yazarken, eline kalem almazlardı. Medresede, Ilgın kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram bağlarında ve diğer yerlerde, nerede hatırına geldiyse söyler, fakir de derhal yazardım. Hattâ, yazmaya bile yetişemezdim. Bazen, geceli, gündüzlü birkaç gün söylerdi. Bazen aylarca meşgul olmazlardı. Bir zaman iki sene fasıla verdiler. Bu müddet zarfında bir şey söylemediler, Bir cildin hitamında, cebren kendilerine okurdum. Bazen tashihat yaparlar, bazen yapmazlardı..”

Mevlana, Mesnevi’yi söylerken çevresinden, günlük olaylardan, okuduğu kitaplardan, dinlediği hikâyelerden, halkın örf ve âdetlerinden misaller veriyor, konuyu bunlarla işliyor, bazen anlatılan bir hikâye, diğer bir hikâyeyi hatırlatıyor, onunla tasavvufî bir fikri, ahlâki bir düstura bağlıyor, aralarında ilişkiler kuruyordu.

Mesnevi’de uzun boylu düşünüp taşınarak yazma, kafiye arama, vezin bulma gibi kayıtlar yoktu. O tamamen (Failâtün, fâilâtün, fâilatün) vezninde Mevlâna’nın kayıtsız şuurundan, tedailerinden, ruhunun derinliklerinden süzülmüş, arınmış bir eserdir. Bir diğeri ardınca gelen fikir pırıltıları, ustaca ve üstadca söylenmiş ve o anda Çelebi Hüsameddin tarafından tespit edilmiştir. Bu yazma işi. Mevlâna’nın sükûnet bulup nefes alışına kadardır. Uykusuz geçen geceler, acıkmalar, bu arada Çelebinin sualleri, verilen cevaplar da esere girmiştir.

Hüsameddin Çelebi yazdığı müsveddeleri, münasip bir zamanda Mevlâna’ya okuyor, gereken düzeltmeler yapıldıktan sonra asıl nüshaya yazılıyordu. Mesnevi’de fırsat düştükçe Çelebi övülmekte, bazen doğrudan doğruya ona hitap edilmektedir. Üçüncü cilde başlarken, Çelebi Hüsameddin, şu beyitlerle okşanıyordu.- “Ey Hak Ziyası Hüsameddin, şu üçüncü deften de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir. Üçüncü defterde sır hazinelerini deş, özürleri bir yana at. Senin kuvvetin Allah kuvvetinden sızıp gelmektedir..” Altıncı cilde başlarken de: “Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasına meyledip durmadasın, “Hüsâmi-nâme”, senin gibi bilgisi çok derin bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada.. Ey mânevi er, Mesnevi’nin son cildi olan altıncı cildini de sana armağan ediyorum” denmekte. Çelebi üstün vasıflarla taltif edilmektedir.

Mesnevi’nin Gönül Alıcı Dibaceleri

Mevlâna, Mesnevisinin her cildine, bir (dibace) ile başlamıştır. Arapça yazılan bu dibaceler. Mesnevi ciltlerinin tacı, yahut Mesnevi buketinin tomurcuğudur. Mevlâna bu dibacelerde, bütün samimiyetle “Allah’a hamd-ü senâ” da bulunur. Âyet ve hadiselerle söz incileri dizer. Mesneviyi tarif ve tavsif eder. Birinci ciltte: “Şüphe yok ki, Mesnevi, gönüllere şifâdır, hüzünleri giderir, Kur’ân-ı Kerimi apaçık bir hale koyar, rızkların bolluğuna sebep olur, huylan güzelleştirir. Mesnevi, sanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler” buyururlar.

İkinci cildin dibacesinde:

” Birisi bana âşıklık nedir? diye sordu. Dedim ki, benim gibi olursan bilirsin.”

“Âşk ve muhabbet, Hak’kın sıfatıdır ve hakikatte muhabbet Hak’kın olup, kula nispeti mecazidir. Yani, âşk kullara evvela Hak’dan gelir, sonra kulda zuhur eder.”

Üçüncü cildin dibacesinde:

“Nefsin, heva ve hevesine uyan, istirahatine düşkün olan, bir şeyden çabuk usanıp vazgeçen, kendisinden emin olmayan, zahmetlere katlanmayan, yalnız dünya geçimine düşen kişi ilme kavuşamaz. Allah’ın ihsanına şükredip takdir ettiğini yüce bilip, nefsin aşağılık hazlarından, kendisini beğenmekten, Allah’a sığınan kişi ilme kavuşur…”

Dördüncü cildin dibacesinde:

“Bu faydası en ulu olan güzel konağa dördüncü göçtür. Gök gürleyince bahçeler nasıl sevinir, güzel bir uykuyla gözler nasıl uzlaşırsa, bu dördüncü cildi görünce, ariflerin gönülleri öyle sevinir, öyle neşelenir. Ruhların huzuru, bedenlerin şifâsı, bu dördüncü göçtedir…”

Beşinci ciltte ise:

“Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat, mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Yola düzeldin mi o gidişin tarikattir. maksadına ulaştın mı o da hakikat… Bunun için hakikatler meydana çıksaydı, şeriatlar, yollar batıl olurdu) denmiştir.

Nitekim bakır, altın olursa, yahut da aslında altındır; artık onun için kimya bilgisine hacet kalır, kendisini kimyaya sürtmeye ne hacet var? Kimya bilgisi şeriattır, kimyaya sürtünmek te tarikat.

Hasılı şeriat hocadan yahut kitaptan kimya bilgisini öğrenmeye benzer. Tarikat, kimya eczasını kullanmak, bakırı kimyaya sürtmektir. Hakikat ise bakırın altın olmasıdır…”

Altıncı ciltte:

“Mesnevinin manevi delil ve beyanlarının altıncı cildi olan bu kitap, vehim, şüphe, tereddüt karanlıklarını aydınlatan bir çerağdır. Bu çerağı hayvanî duygu ile görüp anlamaya kimsenin kudreti yoktur..” buyurulmakta ve “Sır. ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez..” diyerek, bu son cilde başlanmaktadır.

Mevlâna, büyük eseri Mesnevi’yi bir beyitinde şöyle tarif eder: “Mesnevimiz, Vahdet dükkânıdır. Onda Vâhid’ten, yâni Allah’tan gayri ne görürsen, o puttur.” Gerçekten, yalnız Allah’ı terennüm eden, Allah âşkını dile getiren, insanlığa hayırlı, aydınlık, nurlu bir yol çizerek, onu “kemâl” durağına ulaştıran büyük mürşid Mevlâna, onlara, onların anlayabileceği bir dille seslenmiş ve Mesnevi’sini atasözleri, hikâyeler, hattâ masallarla süslemiştir. Yine Mesnevi üzerine der ki: “Bu kitap, masal diyene masaldır. Bu kitapta halini gören ise er kişidir. Mesnevi. Nil ırmağının suyuna benzer. Kıpdiye kan görünür ama, Musa’ya âb-ı hayat..”

Dibaceleri Arapça, asıl metni Farsça olan Mesnevi, Mevlâna Müzesindeki en eski nüshasına göre, 25618 beyit. Mesnevi nüshaları zaman zaman yazıldıkça beyit sayıları artıp eksilmiş. Eflâkî Ahmed Dede, Mesnevinin 26660 beyit olduğunu söyler. Mevlevi şairi Esrar Dede ise Mesnevinin “Kur’an-ı Kerim’deki Besmele, Fatiha. Bakara suresinin harf sayısı kadar”, yani 25639 beyit olduğunu kaydeder. Mesnevi’ler aşağı-yukarı bu sayıya yakın beyittedir.

Mesnevi gibi dünya çapında büyük bir eserin doğmasına vesile olan Çelebi Hüsameddin. Mevlâna’nın mübarek teveccühlerini kazanmıştı. Mevlâna onu, ömrünün sonuna kadar yanından ayırmamış, oğulları kadar, şefkat dolu bir sevgiyle ona bağlanmıştı.

Öyle ki, bir dakika olsun yanından ayırmaz, toplantılara onsuz gitmez. onsuz neşelenmezdi. Devrin ileri gelen devle! adamlarından Vezir Muineddin Pervâne, bir gün konağında bir semâ meclisi tertiplemişti. O gün. Celebi Hüsameddin gelinceye kadar Mevlâna’nın yüzü gülmemişti. Celebi, kapıdan girer girmez. Mevlâna. “Merhaba canım. Merhaba nurum, efendim. Merhaba Hak ve Peygamber sevgilisi. Gel benim ruhum, gel benini sultanını, gel benim gerçek padişahım..’ diye seslenmiş, bu coşkun hitap, bu yanık yürek, bu dinmez iştiyak. Çelebiyi de coşturmuştu. O cici şevkinden, naralar atıyor, gözyaşı dökerek, semâ ediyordu

Mevlâna. içindeki engin sevgi denizinin bütün derinliğiyle yalnız Hüsameddin i değil, ona ait herşeyi de öylece severdi. Bir gün toplanmışlar. Celebinin evine gidiyorlardı. Mahallenin başında karşılarına bir köpek çıkmıştı. Birisi köpeği kovmak isteyince, Mevlâna hemen mâni olmuş:

— Bu, Çelebi’nin mahallesinin köpeğidir, ona dokunmayınız! demişti. Cebindeki bütün parasını Çelebiye gönderdiği bir gün, oğlu Sultan Veled:

— Baba, evde hiçbir şey yok. biz ne yapacağız? diyecek olmuş. Mevlâna da:

— Vallahî, billahî, tallahî, yüzbin zahit açlıktan ölüm haline gelse, bizde tek bir somun olsa, onu da gene Çelebiye göndeririz., cevabını vermişti. Bir gün de. Çelebinin evine erzak götüren hamala, sırtındaki cübbesini hediye etmiş:

— Keski senin yerinde ben olsaydım!., demişti.

Şeyh Sadreddin Konevî De O’na Uydu

Mevlâna. Konya’ya geldiği zaman, etrafında, devrin tanınmış birçok mutasavvıflarını bulmuş, geniş bir ilim çevresiyle karşılaşmıştı. Bu mutasavvıflardan biri de. Şeyh Sadreddin Konevi idi. Sadreddin Konevî, 1210 yılında Malatya’da doğmuş, iki yaşındayken babasını kaybetmiş, annesiyle birlikte Konya’ya gelerek yerleşmişti. Tanınmış bilgin Muhyiddin-i Arabi. Konya’ya gelerek. Sadreddin’in dul annesi ile evlenmiş, böylece Şeyh Sadreddin. babalığı Muhyiddin’in manevî terbiyesi altında yetişmiş. “Vahdet-i vücûd” felsefesinin Anadolu’ya yayılması için çalışmış, eserler yazmıştır. Hadîs ilminde eşi benzeri bulunmayan bir bilgindir.

Başlangıçta değişik inanç ve kanaatleriyle. Mevlâna’nın fikir ve düşüncelerinden ayrılan Sadreddin Konevî. devletten geliri olan, Selçuklu sultanları ile yakınlığı bulunan, itibarlı, zengin bir kimse idi. Konya’daki saray misâli konağında, câriye ve uşaklarıyla bir sultan gibi yaşıyordu. O’nun bu gösterişli hayatı, halkın sevgisiyle yaşayan, gönüllere seslenen yoksul Mevlâna tarafından kınanıyordu. Bununla birlikte, Mevlâna. Sadreddin’e büyük bir saygı gösteriyor, ilmini, irfanını takdir ediyordu. Bir gün, bir toplulukta, namaz kılacağı zaman, Mevlâna’ya imamlık teklif etmişlerdi. Mevlâna:

— Biz abdal erleriz, nerede olursa orada oturur, kalkarız. İmamlık, tasavvuf ve temkin ehline yaraşır… diyerek. Sadreddin’i öne sürmüş, imamlığa geçirtmişti. Ve sonra ilâve etti:

— Allah’tan korkan bir imamın arkasında namaz kılan, peygamberlerin arkasında namaz kılmış gibi olur.

Zaman geçdikçe. Şeyh Sadreddin, Mevlâna’yı anlamaya, ona karşı derin bir saygı ve sevgi göstermeye başlamış, bir gün onu şu sözleriyle övmüştü:

— Bestamlı Beyazıd’la Bağdad’lı Cüneyd, bu zamanda yaşamış olsalardı, bu Allah erinin bindiği atın eğer örtüsünü taşırlar, ona seyislik ederlerdi.

Zaman zaman ziyaretleriyle Sadreddin’in konağını süsleyen Mevlâna. onunla sohbetten büyük bir zevk duyuyordu. Bir keresinde Sadreddin’in evinde bir toplantı daha yapılmış, bu toplantıya, devrin ileri gelen bilginleri de çağırılmıştı. Konuşma sırasında, davetlilerden Emir Kernaleddin şöyle demişti:

— Mevlâna’nın etrafındakiler halktan ve orta tabakadan kimseler.. Çoğu esnaf.. Fazilet ve bilgi sahibi yanına uğramıyor gibi bir şey.. Nerede bir çulha, nerede bir bakkal, nerede bir terzi varsa, onun müridi olmuş.

Bu söz Mevlâna’yı incitmişti ama, cevabını da vermişti:

— Öyledir zahir.. Hallac-ı Mansur da bir “hallaç” değil miydi? Hepimizin bildiği Buharalı mutasavvıf bez dokumaz mıydı? Bir başkası camcıydı. Söyler misiniz, sanatlarının irfanlarına ne zararı oldu?

Bu yollu söz daha gelmişti Mevlânahın kulağına.. Diyorlardı ki:

— Mevlâna eşsiz bir sultan, misli görülmemiş bir insan. Oha sözümüz yok.. Ama, etrafındaki kötü kişilere ne demeli?

Mevlâna, bu tarize de karşılık vermiş ve susturmuştu:

— Eğer onlar iyi olsalardı, ben onlara mürid olurdum.

Mevlâna bu cevabıyla, kendisinin dışarıdan cahil, kaba-saba gibi görünen, gerçekte özü. cevheri bulunan ham insanları yetiştirmekle, olgunlaştırmakla, onları feyzinin bir peyki yapmak ve onlara öncülük etmekle görevli olduğunu söylüyordu.

Ve aslında da öyleydi..

Emir Süleyman Pervane, Mevlâna’nın Müridleri Arasına Katıldı

Bir gün. Mevlâna. Şeyh. Sadreddin’i ziyarete gelmişti. Sadreddin, Mevlâna’yı büyük bir saygı ile karşılayarak, odasının baş köşesine oturttu. Kendisi de edeple, karşısında diz çökmüştü. Karşılıklı, nurla dolu huzur dünyasına daldıkları bir sırada. Sadreddin’in hizmetinde bulunan bir derviş, bu sükûtu bozarcasına Mevlâna’ya:

— Söyler misiniz fakirlik nedir? diye bir sual sormuştu. Mevlâna hiç oralı olmadı, “murakabe”sine devam etti. Derviş, sualini birkaç kere tekrarladığı halde. Mevlâna susuyordu. Derviş, dışarıya çıktığı zaman, Sadreddin Konevî, dervişe çıkıştı:

— Ey pişmemiş ham adam.. Mevlâna sana güzel bir cevap verdi. Anlamadın.

— Cevabı neydi?

— Olgun bir derviş, velilerin huzurunda dille hiçbir şey söylemez, “hal” diliyle konuşur. Gerçek fakir, dünya ve ahiret pabucunu ayağından çıkaran, kendi varlığından geçen kişidir. Mevlâna, sana bunu demek istedi.

Sadreddin, Mevlâna’nın yücelik burcu önünde diz çökmüştü ama. başkaları bunun farkında değillerdi. Onlar, Mevlâna’yı anlamıyorlar veya anlamak istemiyorlardı. Bir gün, yine bir toplantı yapılmıştı. İçlerinden Şeyh Necmeddin:

— Bugün Mevlâna şu toplantıya gelirse ne söylerse “hayır” diyeceğim! dedi. Bu söz üzerine Sadreddin Konevî, bu hareketinin doğru olmayacağını söylediyse de dinletemedi. Biraz sonra Mevlâna gelmiş ve ilk söz olarak: “Allah’tan başka Allah yoktur, Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir” dedi.

Şeyh Necmeddin’in buna “Hayır” demesine imkân var mıydı? Hatasını anlamıştı. Sustu. Özürler diledi o gün..

Mevlâna. devrinin bütün ileri gelenlerinden saygı görüyordu ama. hiçbiriyle münasebeti. Muineddin Süleyman Pervane ile olduğu kadar dostça ve samimi olamamıştı. Süleyman Pervâne, gençliğinde, Selçuklu Sarayında çeşitli hizmetlerde bulunmuş. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev II. nın kızı Gürcü Hatunla evlenmiş, itibarlı bir devlet adamı idi. Bir ara. Tokat emirliğinde bulunmuş, daha sonra Moğolların Anadolu Umumî Valisi olan Baycu Noyan’ın. itimadını kazanarak “Pervane veya Pervaneci” mansıbını elde etmişti. Pervânecilik, Anadolu Selçuklularında, Vezirlikten sonra, en yüksek bir makamdı. Onaltı yıl Selçuklu devletini idare eden. bir taraftan Moğolların, diğer taraftan Selçuklu sultanlarının sevgisini kazanan Süleyman Pervane, olgun ve bilgin, düşkünler babası, hayırsever, ince ruhlu bir emir olarak tanınmıştı. Çevresindeki ilim adamlarına, mutasavvıflara, ilgi ve saygı gösterir, onları sarayına toplar, sohbet meclisleri kurardı. Tokat’ta vazife gördüğü sırada, tanınmış sûfîlerden Fahreddin Irakî’ye bir zaviye yaptırmış ve kendisi de müridi olmuştu. Konya’ya dönünce, önce, Mevlâna’nın derslerine devama başlamış, sonra da özel toplantılarına katılarak teveccühünü kazanmıştı. Eli acık, gönlü gani, hür düşünceli, temiz kalpli, aydın bir insan olduğu için Mevlâna’nın yanında seçkin bir yen vardı Mevlâna yazdığı mektuplarda Onu: “Kendi gücünden, kuvvetinden çekinen. Allah lûtfuna, ihsanına sarılan, muradına eriş mührüyle mühürlenmiş, kurtuluş bineğine binmiş olan ahiret yurdunu, yüce konakları dileyen adaletle, ihsanla eşdost, gerçeklikle, tam inançla arkadaş. Hak katında makbul halk katında övülmüş bulunan emirler padişahı Muineddin.” diye taltif ediyordu. Bir mektubunda da: “Devletler bağışlayan güneş, yücelikler göğü, yücelerin baş tacı ” diye övüyordu.

Mevlâna’nın Yeni Bir Eseri Doğuyor: Fîhî Mâ-fîh

Süleyman Pervane, zaman zaman Mevlâna ile başbaşa, tatlı sohbetler yaptığı gibi.bazan da Mevlâna’yı konağına davet ediyor, izzet ve ikramdan sonra. Mevlâna’nın hikmet dolu söz ve nasihatlerini, derin bir huşû içinde dinliyordu. Bu sohbetler, gün gelmiş, o kadar derinleşmiş ve genişlemişti ki, kâtiplar bunlar; yazmağa başlamış, bir süre sonra da. Mevlâna’nın (Fîhi Mâ-fîh) adlı eseri meydana gelmiştir. FîhiMâ-fîh. “Onun içindeki içindedir” anlamına gelmekte, mutlak varlık’ı. Allah’ı “akl-ı kül ve akl-ı cüz’ü”, dünya ve ahiret görüşlerini, mürşid ve mürid münasebetlerini tasavvufî sohbetler halinde, hikâye ve misâllerle anlatmakta, bazan doğrudan doğruya, Süleyman Pervaneye hitap etmektedir. Bu sohbetlerin. Sultan Veled, Çelebi Hüsameddin gibi Mevlâna’nın yakınları tarafından derlendiği, yazıldıktan sonra. Mesnevi gibi Mevlâna’ya bir kere okunduğu, ondan sonra aslî nüshaya yazıldığı sanılmaktadır. Nasıl. Celebi Hüsameddin Mesnevinin yazılmasına önayak olmuşsa, Süleyman Pervane de Fîhi-Mâfih’in meydana gelmesini sağlamıştır.

Mevlâna’nın fikrî hayatini. 76 bölümde dalga dalga seyreden bu eser nesir halindedir. Konular yer yer beyitlerle süslenir, akıcı üslûbu içinde okuyucuyu peşinden sürükleyerek kendi havası içinde eritir, pişirir, yakar. Mesnevi ne kadar coşkunsa, Fîhi Mâ-fîh te o kadar temkinli, ilmî ve ârifanedir.

Selçuklu devletinin saltanat kavgalarıyla haşır-neşir olduğu bir sırada, önemli bir vazifeyi elinde bulunduran Süleyman Pervane, fırsat buldukça Mevlâna’yı ziyaret ediyor, bulamazsa özürler dileyor

— Gece gündüz kalbim, canım sizin yanınızda, hizmetinizde: fakat Moğolların işinden, işlerin fazlalığından ziyarette kusur ediyorum, diyordu. Mevlâna da:

— Bu işler de Hak işidir. Çünkü bunlar Müslümanlığın güvenini sağlıyor. Siz onların gönüllerini rahat ettirmek, huzur ve rahat içinde, taât ve ibadetle meşgul olabilmelerini sağlamak için kendinizi, malınızla, canınızla fedâ ettiniz. Bu da hayırlı bir iştir, sözleri ile karşılık veriyordu. Pervanenin ziyaretleri, müridlerden bazılarını kıskandırmış olacak ki:

— Emir Pervane geldiği zaman. Mevlâna büyük sözler söylüyor, diye sitem edenler olmuştu. Bunu işiten Mevlâna:

— Emir gelince söz kesilmiyor. Çünkü o söz ehlidir ve daima sözü çeker, söz de ondan ayrılmak istemiyor. Başkaları da nazımla, nesirle, gerçekler ve incelikler söylüyorlar. Halbuki Emîr’in meyli, ilgisi bizedir. Yoksa ince sözler için değil. Çünkü, her yerde bu bilgiler ve inceliklerden vardır. Şu halde O’nun beni sevmesi, beni görmek istemesi bunlardan dolayı değildir. O, bende, başkalarında olmayan birşey görmektedir, diyordu.
Buna rağmen çok kereler, Emîr’i huzuruna kabul etmiyor, bekletiyordu:

— Emîr bizim ziyaretimiz için rahatsız olmasın ve zahmet etmesin. Çünkü bizim birçok hallerimiz vardır. Bir halde konuşuruz, başka bir halde susarız. Bir halde insanlarla ilgileniriz, başka bir halde yalnız kalırız. Hayret ve istiğrak içinde bulunduğumuz haller vardır. Allah esirgesin. Emir böyle bir haldeyken gelirse, hatırını soramayız, onunla konuşmaya halimiz elvermez. Bunun için dostlarla konuşmaya, onlarla meşgul olmaya durumumuz elverişli olduğu zaman, bizim gidip O’nu görmemiz daha iyi olur. diyordu. Bu sözlere Emîr şöyle karşılık vermişti:

— Mevlâna benimle meşgul olsun, benimle konuşsun, diye gelmiyorum. Sadece müşerref olup, kulları ve müridlerinden olmak için geliyorum. Meselâ bugünlerde Mevlâna meşguldü. Bana yüzünü dahi göstermedi. Geç vakitlere kadar beni beklettikten sonra savdı. Mevlâna bununla bana, bir ders verdi, bekletmenin ağırlığını, acılığını anlamam için böyle hareket eti. Müslümanları ve iyi insanları bekletmemek için. beni terbiye etti.

Mevlâna’nın Bir Mektubu

Bir gün Emîr Süleyman Pervane, Mevlâna’dan kendisine nasihat etmesi için ricada bulunmuştu. Mevlâna, bir zaman düşündükten sonra:

— Emîr Pervane, Kuran’ı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Pervane:

— Evet.

— Ayrıca, Şeyh Sadreddin’den hadis ilmi okuduğunu da duydum.

— Evet. doğrudur.. Bunun üzerine Mevlâna şöyle buyurmuştu:

— Madem ki, Allah ve onun Peygamberinin sözlerini okuyorsun, o sözlerden nasihat alamıyorsan. hiçbir âyet ve hâdis’in emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın? Pervane, bu sözler üzerine ağlayarak dışarı çıkmıştı.

Mevlâna, Emîr Muineddin Süleyman Pervaneyi hem çok seviyor, hem de onu tam bir ihlâsla “insan-ı kâmil” yapabilmek için potasında pişiriyordu.

Emîr Pervanenin Mevlâna’ya olan yakınlığını O’nun sözünden dışarı çıkmayısın! bilen halk. türlü ihtiyaçları için Mevlâna’ya başvuruyor. Emîr’den yardım ve şefaat etmesi için rica ediyorlardı. Mevlâna, yazdığı mektuplarda halkın dileklerini Süleyman Pervaneye ulaştırıyor, O da gelen mektupları okuyup öptükten sonra, başına koyuyor, gereğini yerine getiriyordu. Mevlâna’nın devrin ünlü kişilerine yazdığı, 147 mektubu içine alan “Mektubat-ı Mevlâna” adlı eserinde, bunun çeşitli örneklerini görmekteyiz. Bir keresinde Konyalı bir çiftçinin, saraydan kendisine yardım için verilen tohumluk buğdayının arttırılması talebiyle Emîr Pervaneye nasihat dolu uzun bir mektup yazmış ve mektubunu şöyle tamamlamıştı:

“..Duamızı, senamızı getiren bu zat, kapınıza kulluk için gelmede, bu mektubu getirmeyi de. bahanesiz, sebebsiz olarak da kaynayıp coşan lûtfunuza. ihsanınıza bir vesile kılmadadır. Alemde burun ihtiyaç sahipleri, bir umuda kapılarak ö kerem Kâbesine yüz tutuyorlar; o eşikten de ancak esenlikle ganimetler elde ederek, senine senine, sükrede sükrede dönüyorlar Kutlu hatırınıza apaçıktır ki. dünya devleti, dünya malı, ekin ekmek, tohum saçmak içindir. Bu ömür ve devlet tohumunu ekmek için vermişlerdi!, saklamak için değil, ekmek için verilen tohumu az verirler. O azıcık tohum da tanıklık eder ki. bana bunu ekmek için vermişlerdir, ambara koyup saklamak için değil Umarız ki. bu gelen kişi de, kapınızdan şükrederek döner. Sizin kabul edişinizi, yardımda bulunuşunuzu, akrânına karşı övünme, nazlanma silâhı olarak kullanır. O kerem gölgesinin kapısından nasıl döndün diye sordukları zaman, o yardımınız, onun dili haline gelir. Ebedi olarak ihsan ıssı olun, bağışlarda bulunun. Allah’tan öyle dilerim..”

Mevlâna mektuplarında, kendisi için kimseden hiçbir şey istememiş, yoksulların, gadre uğramışların, özü sözü doğruların daima yardımına koşmuş, onların koruyucusu olmuştur. 3u mektuplar aynı zamanda üslûp yönünden birer edebî şaheser olarak büyük önem ve değer taşımaktadır.

O çevresinin ışığı, güvenci ve dayanağı olarak, halkın gönlüne yerleşmişti.

Mevlâna, Resmini Yaptırıyor

Emîr Süleyman Pervâne’nın karısı Gürcü Hatun da. Mevlâna’nın ilk kadın müridleri arasında ve başta geliyordu. Bir sultan kızı olan Gürcü Hatun. Mevlâna’nın sohbetlerinde pişmiş, uyanık, kültürlü bir hanımdı.

Emîr Pervane, vazife ile Kayseri’ye nakledildiği zaman. Gürcü Hatun da kocası ile birlikte. Kayseri’ye gitmeye mecbur kalmıştı. Gönlü. Konya’dan, hele büyük mürşidi Hz. Mevlâna’dan ayrılmak istemiyordu. Mevlâna’nın birkaç poz resmini yaptırmak ve hiç olmazsa bunlarla hasret ve iştiyakını gidermek için, sarayın ünlü ressamı Aynüddevle’yi çağırmış, Mevlâna’nın birkaç poz tasvirini çizmesi için ricada bulunmuştu. Sanatının ehli olan Aynüddevle. bir tomar kağıt ve kalem alarak Mevlâna’nın Medresesi’ne gitmiş ve huzuruna destur alarak maksadını açıklamıştı. Mevlâna gülümseyerek:

— Yapabilirsen ne âlâ… demiş ve ayak üzere poz vermişti.

Kaleminden emin olan Aynüddevle. resmi çizmeye başlamıştı. Biraz sonra başını kaldırıp bir Mevlâna’ya bir de resme baktı. Hayret. olmamıştı. Yaptığı resim hiç te karşısında duran Mevlâna’ya benzemiyordu. İkinci bir tabaka kağıt alarak tekrar çizmeye başladı. Başını kaldırdı. Bu sefer de Mevlâna’yı değişik bir yüzle görmüştü. Üçüncü, dördüncü tabaka kâğıtlara başlamış, her defasında Mevlâna’yı başka görmüştü. Böylece bir tomar kâğıt harcamış, yaptığı resimlerin hiçbirisi Mevlâna’ya benzememişti. Hayretler içinde, naralar atarak kalemini kırmış. Mevlâna’nın dizlerine kapanmıştı. Bunun üzerine Mevlâna “Ah, ben ne de renksiz ve belirsizim. Ben bile kendimi olduğum gibi göremem. Sırlarını ortaya koy diyorsun. Fakat, benim bulunduğum yerde bu sırları koyacak yer bile yok” diye bir gazele başlamıştı. Aynüddevle, perişan ve şaşkın huzurundan çıkmış, çizdiği resimleri Gürcü Hatun’a götürmüştü. Gürcü Hatun bu resimleri, beraberinde Kayseri’ye götürmüş, en değerli bir hatıra olarak, yıllarca sandığında saklamıştı.

Mevlâna’nın Aynüddevle’ye:

— Sen bizim suretimize değil, siyretimize (gidiş yolumuza) bak! dediği, o günden sonra da Aynüddevle’nin, Mevlâna’nın en sadık müridlerinden olduğu söylenir.

Gerçekten de Mevlâna’nın Aynüddevle, Kaluyan, Bedreddin Yavaş, Şihabeddin. Alâeddin Süryânus gibi. ressam ve nakkaş, sanatçı müridleri vardı. Hattâ bunlardan Alâeddin Süryânus bir Rum genciyken Mevlâna’nın bir şefaatiyle dinini değiştirmiş, müslüman olmuştu. Şöyle ki:

Bir gün Mevlâna, caddeden geçerken acı bir çığlıkla irkildi. Cellatlar, bir Rum gencini yaka – paça idam sehpasına sürüklüyorlardı. Mevlâna oradan geçen birisine, sürüklenen bu gencin suçunu sordu:

— Şehrin zalim bir adamı vardı. Onu öldürmüş, şimdi cana can onu da öldürecekler.

Bunun üzerine Mevlâna koştu, cellatlar Mevlâna’yı görünce durakladılar. Mevlâna sırtındaki cüppeyi gencin üzerine attı. Artık ona kimse el süremezdi. Durumu sultana anlattılar.Sultan:

— Madem ki Mevlâna ona şefaat etti. Yapılacak bir şey yok. dedi. Mevlâna genci ölümden kurtarmıştı. Adını sordu, Genç:

— Süryânus. cevabını verdi ve Mevlâna’nın ellerine kapanarak hemen müslüman oldu. Ondan sonra da Alâeddin Süryânus olmuş, Mevlâna’nın müridleri arasına katılmıştı.

Mevlâna Ve Kadınlık – Ailesi

Mevlâna’nın yalnız Gürcü Hatun değil. Sultan Rükneddin’in karısı Gömeç Hatun, Fahrünnisa gibi, olgun, fazilet sahibi kadın müridleri vardı. Çoğu zaman Süleyman Pervâne’nin konağında, Gürcü Hatun, devrinin uyanık, kültürlü hanımlarını toplar, bu toplantılara Mevlâna da davet edilerek, onun irşadlarından feyz alırlardı.

Mevlâna Fîhi Mâ-fih adlı eserinde de ifade ettiği gibi, ileri görüşle, kadınlığa lâyık olduğu gerçek değeri vermiş, kadın ruhunun inceliklerini, bir psikolog gözüyle belirttikten sonra, ona mânâsız baskılar yapmaktan çok, onu anlayarak ve kendi yaradılışının icaplarına uyarak, hareket edilmesi lüzumunu misallerle anlatmıştır.

Fîhi-Mâ-fih’te der ki:

“Kadın nedir, dünya ne? ister söyle, ister söyleme; o neyse gene odur, bildiğinden şaşmaz. Söylemekle ona tesir edilemez, hattâ daha beter olur. Meselâ bir somun al koltuğunda sakla. Bunu kimseye vermeyeceğim, vermek şöyle dursun, göstermeyeceğim bile. Ekmek ucuzluğundan, bolluğundan sokaklara atılmış olsa, köpekler bile yemese, sen böyle görülmesine mani olmaya başlayınca, bütün insanlar onu görmek isteyecek, arkanda dolaşacaklar. (Biz sakladığın, göstermek istemediğin o ekmeği görmek istiyoruz) diyecekler, hattâ zor kullanacaklardır. Sen göstermemekte ne kadar ısrar edersen, insanların buna karşı ilgisi ve isteği o derece artar. Çünkü insanlar, menedildikleri şeye karşı haris olurlar. Sen, ne kadar kadına gizlen diye emredersen, onda kendini gösterme isteği o kadar artar. Halkta da, o kadın ne kadar gizlenirse, onu görmek isteği çoğalır. Su halde sen oturmuşsun, iki tarafın da isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bununla onu ıslah ettiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey bozgunculuğun ta kendisidir. Kadının mayasında kötülük yoksa, yapma desen de, demesen de iyi huyuna, temiz yaradılışına uyarak, ona göre hareket edecektir. Sen işkillenme, bırak. Yapma, etme, görünme demek isteği arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. “-Bölüm: 20

Bütün ömrü boyunca tek kadınla evli kalan Mevlâna, Lârende’de evlendiği Lalasının kızı Gevher Hatun’u genç yaşında Konya’da toprağa vermişti. Gevher Hatun’dan, Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı oğullan dünyaya gelmiş, bunlar yetişkin birer delikanlı olmuşlardı.

Mevlâna, Gevher Hatun’un vefatından sonra, Konyalı İzzeddin Ali’nin dul kızı Kerrâ Hatun’la evlendi. Genç ve güzel Kerrâ Hatun iyi bir tahsil görmüş, tasavvuf terbiyesi almış, gönül sahibi bir hanımefendi idi. Mevlâna’nın Muzaffereddin Emîr Âlim Çelebi adındaki oğlu ile Melike Hatun adlı kızı bu hanımdan dünyaya gelmişlerdi. Mevlâna’nın Şemseddin Yahya adında, genç yaşında vefat eden bir de üvey oğlu vardı.

Muzaffereddin Emîr Alim Çelebi doğduğu zaman Mevlâna çok sevinmiş o gün: “Gelin ey âşıklar, o ay yüzlü güzel geldi. Zevketmeye, neşelenmeye bel bağlayın, çünkü sevgili kucağa geldi…” mealindeki beyitle başlıyan gazeli söylemiş, semâ toplantıları yapmıştı. Her taraftan hediyeler geliyor, devrin ileri gelenleri, Mevlâna’yı tebrik ediyorlardı.

Melike Hatun’un doğumu da Mevlâna için bir mutluluktu. Kızının büyüdüğü sıralarda bir gün Melike Hatun’un, kölelerden birini azarladığını görmüş, yanına çağırarak:

— O’nu niçin incitiyorsun? Eğer sen hizmetçi, o hanım olsaydı, ne yapardın? İster misin ki, bütün cihanda köle, uşak, câriye yoktur diye fetva vereyim? buyurmuşlardı.

Alâeddin Çelebi Genç Yaşında Göçtü

Muzaffereddin Emîr Âlin; Çelebi, iyi bir tahsil gördükten sonra evlenmiş, Selçuklu sarayında önemli bir vazife alarak devlet hizmetine girmişti. Bu hizmeti almasında Emîr Süleyman Pervâne’nin delâleti olmuştu. Mevlâna ona yazdığı bir mektupta yardımını esirgememesini rica etmiş: “Emîr Alim, güneş gibi her yana vuran, herşeyi ısıtan lütfunuza, ihsanınıza sığınmadadır” demiştir.

Bir gün huzuruna oğlu Emîr Âlim’i çağıran Mevlâna. ona (Kul hüvallahü)yü okutmuş, mânasını vermiş, sonra da:

— Görüyorsun ya. Allah ne doğmuştur, ne de doğurmuştur. Ne anası var, ne babası. Şu halde soyla sopla övünülmez, diyerek, asla. babası, dedesi ve ceddiyle övünmemesini, nasihat etmişti.

Emîr Âlim, her nasılsa bir gün Çelebi Hüsameddin’in gönlüne dokunmuş, onu biraz incitmiş olacak ki. Mevlâna oğluna yazdığı bir mektupta: “Çok aziz. çok vefalı oğlumuz Hüsameddin’in, sende de bende de çok hizmet ve dostluk hakkı vardı. Hayrı ilk yapanın hakkı ödenmez, derler. Bu babanın gönlünü yapmak için onun gönlünü alman, hatırını yapman gere k. ..”diyordu. Gerçekten Emîr Âlim Çelebi, bir süre sonra devlet hizmetinden ayrılmış, gönül hazinesine kapanarak, babasının ocağında pişmiş, olgunlaşmıştı.

Bu günlerde. Meviâna’nın ortanca oğlu Alâeddin Çelebi de, Selçuklu Devleti’nin başveziri Sahip Ata Fahreddin Ali’nin kızı Kerra Hatun ile evlenmişti. Ne yazık ki, bu evlilik uzun sürmemiş, Alâeddin Çelebi 1262 yılı Ağustos ayında ateşli bir sıtmaya tutularak, pek genç yaşta göçmüş ve dedesi Bahaeddin Veled’in sağ tarafına defnedilmişti.

Başta Eflâkî olmak üzere, bazı Mevlevi kaynaklan, Şems’e muhalefet etmiştir diye, Mevlâna’nın oğlu Alâeddin Çelebiyi asla affetmediğini, cenaze namazında dahi bulunmadığını ifade ederler. Hattâ bir gün Mevlâna’nın eline hokka kalem alıp. Alâeddin Çelebinin mezarı üzerindeki sandukaya: “Eğer senin merhametini yalnız iyilerin ümidetmesi lazımsa mücrimler kime gidip sığınsınlar? Ey kerim olan Allah! Eğer sen yalnız iyileri kabul ediyorsan, suçlular kime yalvarıp yakarsın?” anlamında beyitler yazdığını, sonra gayb âleminden Sems’in sesi geldiğini, Alâeddin’i affederek suçunu bağışladığını, şefaat ettiğini kaydederler. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Şems olayında Alâeddin Çelebinin doğrudan doğruya fena bir hareketi olmamış, adı dedikodulara karışmıştı.

Alâeddin Çelebinin mezarı basma şu kitabe yazılmıştı: “Allah bâkî. Burası Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu, şeyhlerin şeyhi. Hak ve dinin celâli, bilginlerle ariflerin sultanı. Belhli Muhammed’in oğlu rahmetli bilgin Alâeddin Muhammed’in toprağıdır. Allah. Celâleddin’in bereketlerini müslümanlara saçsın, yaysın, oğlunu da fazlasıyla bütün iııayetlerine mazhar ederek mümtaz kılsın, altı yüz altmış yılı şevvalinin sonunda göçtü.”

Alâeddin Çelebi, Hak’kın rahmetine kavuşmuştu.

Ercesine Çalışmak Sultanlığı

Mevlâna’ya saygı ve sevgi besleyenler arasında, başta Selçuklu sultanları olduğu halde Sahip Ata Fahreddin Ali, Süleyman Pervane, Çelâleddin Karatay, Bedreddin Gevhertaş, Alâmeddin Kayser. Çacaoğlu Nureddin, Fahreddin Atabek, Tâceddin Mu’tez gibi devletin ileri gelen vezir ve emirleri de vardı. Mevlâna bunlarla görüştükçe, kendilerine iyilik ve doğruluktan bahsediyor, devlet vazifelerinin sorumluluğunu, hak ve adaletten ayrılmamalarını anlatıyordu. Bir gün. Sultan İzzeddin Kevkâvus II. maiyeti ile birlikte “baba” diye hitabettiği Mevlâna’yi ziyarete gelir, nasihat ister, Mevlâna:

— Ne diyeyim sana, çoban ol demişler, kurt oluyorsun. Bekçilik et demişler, hırsızlığa kalkıyorsun. Rahman seni padişah yapmış, sen tutuyor, şeytana uyuyorsun.. diyerek, birçok hatalarını yüzüne vurur. Bu acı sözler, sultana çok dokunmuş, huzurundan ağlayarak çıkmıştı.

Buna rağmen Mevlâna “oğlum” dediği padişaha yazdığı mektuplarda onu ululamakta ve devletine dualarda bulunmaktadır. Çelebi Hüsameddin ‘in adamlarını, valinin incitmesi üzerine padişaha yazdığı bir mektubuna şöyle başlamaktadır:

“Allah kuvvetini büyük ve ulu etsin, burhanını ebedi kılsın; padişahlar, hizmetinin dizinden ayrılmasınlar; kutlu kişiler, bayrağının gölgesi altında dönüp dolaşsınlar: âlemin tek padişahının adalet ve ihsan gölgesi, sonu gelmeyen yıllar boyunca, âlemdekilerin başına yayılıp dursun. Allah, devletini büyük ve ulu etsin, âlemin tek padişahına şeyhlerin şeyhi, asrın Bâyezid’i. zamanın Cüneyd’i, kalblerin emini, Hüsameddin’in damadı olar; ve bu babasının, bugün, gönlünün ve gözünün ışığı ve aydınlığı bulunan kulunuzun halini arzedıyorum…”(Mektubat: 80)

Padişah, kendisini birkaç kere, Antalya’deki sarayına davet etmiş, fakat Mevtana Konya’dan ayrılmak istememiştir. Aslında Mevlâna’ya göre. padişahtık ve beylik adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir. Mevlana: “Kul ol da yeryüzünde ar gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin omuzuna binine.. Allah nimetine küfranda bulunan herkes, ister ki. kendisini yüklensinler de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler. Rüyada kimi tabuta binmiş, götürülüyor görürsen, yüce mertebeli, büyük mevkili bir adam olur. Çünkü o tabut, halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük olur. yük korlar. Yükünü, herkese yükleme, kendine yükle.Baş olmayı az ise. gönül yoksulluğu daha iyidir” der.

Mevlâna, kimseden birşey istemiyor, kimseye yük olmuyordu. Verdiği fetvalara karşılık, aldığı birkaç mangırla geçiniyor, bazı kereler, evinde bir dilim ekmek bile bulunmuyor, o zaman:

— Evimiz bugün ne mutlu. Peygamber evine döndü… diye mutluluk duyuyordu.

— Bize almayı değil, vermeyi öğrettiler… diyerek, eline ne geçerse etrafına dağıtıyordu Mevlâna…

Kendine mürid olanlarıma, birer sanatı vardı. Ellerinin emeği ile geçiniyorlardı. “Bir lokma, bir hırka” diyerek tevekküle boyun eğme, halka yük olma yoktu. İnsanlar çalışmalıydılar. Dünyası ve ahiretleri için.. Bu iki yönlü çalışma mutlu kılardı insanı. Başkasından birşeyler beklemek, ayıptı, günahtı. Çünkü Allah, kol, kafa, akıl vermişti. Ercesine çalışmak ve dürüst kazanç. Buydu iyi insan.

Hepimiz Toplanalım, Bir Araya Gelelim

Mevlâna bir gün, “Yetmiş iki millet sırrını bizden işitir” demişti de, devrin mutaassıplarını, çileden çıkarmıştı. Kadı Siraceddin’e dert yanmışlardı:

— Mevlâna herkesle dost olduğunu söylüyor, yetmiş iki millet dostumdur, diyor. Bu nasıl olur, bu söz küfür değil de nedir?

Kadı Sıraceddin, bu sözün tahkiki için bir adamını Mevlâna’ya gönderiyor. Adam, Mevlâna’ya:

— Sen yetmiş iki milletle dost olduğunu söylüyormuşsun, doğru mu?

— Evet. böyle söyledim.

Ağıza alınamayacak sözlerle hakaret ediyor adam, Mevlâna sabır ve sükûnet içinde dinliyor, sonra:

— Sözleriniz bitti mi? diyor. Adam:

— Evet.

— Ben senin söylediklerinle de beraberim, seninle de dostum. Şaşırıyor gelen adam.. Sonra içinde bir burkulma, pişmanlık duyuyor. Büyük insanın dizlerine kapanarak, özür diliyor.

Mevlâna kinsiz, kavgasız, barışık bir dünyayı düşünüyordu, yedi yüz yıl önce..

Bir gün. devrin ileri gelenlerinden Alâmeddin Kaysere sormuşlardı:

— Neden Mevlâna’yi bu kadar çok seviyorsun? Cevabı şu olmuştu:

— Her peygamberi ümmeti, her veliyi müridleri sever, fakat görüyorum ki, Mevlâna’yı herkes seviyor. Ben nasıl olur da sevmem?

Gerçekten Mevlâna, din ve mezhep farkı gözetmeden herkesle görüşüyor, onları dinliyor, sonra bir söze başladı mı, karşısındakini inandırıcı, sağlam delillerle kendi tarafına çekiveriyordu. Bu yüzden kendisiyle görüşen birçok Hıristiyan, onu dinledikten sonra müslüman olmuş, hidayete ermişti.

Bir gün görüştüğü bir papaza sormuştu:

— Sen mi büyüksün, yoksa sakalın mı? Papaz çekinmeden cevap vermişti:

— Ben sakalımdan yirmi yaş büyüğüm..

— Senden yirmi yaş küçük olan sakalın ağarmış.. Yazık değil mi ki, sen hâlâ karanlıklar içindesin..

Bu sözün taşıdığı ince, zarif mânayı anlayan papaz, hemen o gün müslüman olmuştu.

Konya yakınlarındaki Eflâtun Manastırı’na gidiyor, orada papazlar, Mevlâna’yı derin bir hûşû içinde dinliyor, sözlerini gönülden tasdik ediyorlardı. Bir gün Konya çarşısından geçerken, karşılarına bir papaz gelmişti. Papaz, Mevlâna’yı görünce eğilerek selâm verdi. Mevlâna daha fazla eğilerek mukabelede bulundu. Papaz doğrulunca baktı ki, Mevlâna halâ ihtiram vaziyetindedir. Nihayet görüşüp ayrıldılar. Biraz ilerledikten sonra, Mevlâna yanındakilere:

— Şükür Allah’a, tevazuda da papazı yendik… demişti.

Bu hikâyeler uzar gider. Onun tapısında yalnız insan vardır. İnanan ve imân eden insan. Mevlâna’ya göre, insan, surette küçük bir âlemdir amma, gerçekte büyük âlemdir.

Kadı Kemâleddin’de Mevlâna’nın Halkasına Girdi

Devrin tanınmış bilginlerinden Kadı Kemâieddin-i Kâbî. Selcuklu Sultanı İzzeddin Keykâvus’la görüşmek üzere. 125S yılında Konya’ya gelmişti. Şemseddin-i Mardinî. Zeyneddin-i Razî, Şemseddini- Malatî gibi Konya’nın şöhretli bilginleri. Kadı Kemâleddin’e Mevlâna’yı ziyaret etmesi tavsiyesinde bulunmuşlardı. Kadı Kemâleddin de tavsiyeye uyarak Mevlâna’yı ziyaret etmişti. Hikâyenin bundan somasını kendisinden dinleyelim:

“O güne dek Mevlâna’nın ulu şöhretini, şuradan buradan duymuştum. Fakat, mevkiimin yüksekliği, servet arttırma hırsım ve maneviyata olan itikatsızlığım, o ulu kişiyi arayıp sormama manî oldu. Sonunda. Allah’ın, takdiri, canımın yoldaşı oldu. Ben de tam bir istek ve içten yelen bir cezbeyle o toplulukla birlikte Mevlâna Hazretlerini ziyaret etmek şetefine eriştim. Dostlarımız da Mevlâna’nın yanında idiler. Mübarek medresesinin kapısından içeriye adım atar atmaz Mevlâna’nın, biz kullarını karşılamak üzere geldiğini gördüm. Mübarek yüzüne sadece bir nazar attım, akhm başımdan gitti. Öylece hepimiz birden baş koyduk. Mevlâna o arada ben kulunu yanına çekti ve “Gördün mü seni nasıl buldum’, ey seçkin dost. Gördün mü seni nasıl buldum, ey gönül, ey gönül sahibi.” diye bir gazele başladı. Ondan sonra; “Allah’ya hamdolsun. bizim Kcmâleddin. celâl Kemaline doğru yüz çevirdi. Dinin en olgun kişilerinden bin oldu”dedi ve kendi içindeki “ilm-i ledün”den öyle bir bahsetti ki, “Böyle bir bahsi, bütün ömrümde, hiçbir bilginden işitmemiş, hiçbir kitapta da okuyamamışıım. Kendi anlayışım ve gücüm ölçüsünde onun yüceliğine vâkıf o/unca samimiyetle hâlis rnüridleri arasına katıldım.”

Bundan sonra. Kadı Kemâleddin oğlu Kadı Sadeddin ve Necmeddin Atabey’i de Mevlâna’ya nuirid yapmıştı. Kendisi de. Karatay Medrese si’nde bir semâ töreni hazırlayarak semâ a girmişti. Renk renk çinilerle süslü, Karatay Medresesinin geniş kubbesi altındaki mermer havuzda şerbet yapılmış, basta Sultan İzzeddin Keykâvus olduğu halde, şehrin ileri gelenleri çağrılmıştı. Mevlâna o gün. dervişleri ile birlikte geç saat’ere kadar semâ etmiş, şu gazeli söylemişti “Aşk nedir, bilmiyorsan gecelere sor şu sapsarı yüzlere şu kupkuru dudaklara sor.

Su nasıl yıldızı, ay’ı aksettirirse bedenler de canı, aklı bildirir gösterir.

Gökyüzünde, yıldızlar arasında parlak ay nasıl görünürse, âşık da yüzlerce kişi arasında öyle görünür. O görüdümü söner.”

Ve o gün Mevlâna. semâdayken. “Açıkçasına tez. hızlı ateşli bir halde heyecanla geldi. Hakikaten onun ruhu gül bahçesinden bir koku almıştı. Bugün Kâb kaçlısı ab-ı hayatı aramak yolunda bütün kadıları geçti..” anlamındaki rubâisini de okumuş, Kemâleddin-i Kâbi’yi dostça kucaklamıştı.

Mevlâna’ya uyanlar, onun sözleriyle yüreklerini serinletenler. ondan feyz alabilmek için eşiğine yüz sürenler gittikçe çoğalıyordu. İlk günlerde Mevlâna’yı kıskananlar, yakın dostlarını çekemeyenler, şimdi etrafında toplanmışlardı.

Mevlana’da Aşk

Mevlâna der ki, “Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o..”

Uğruna bir ömür bağışlanan, yanıp yakınılan bu eşsiz sevgili. Allah’tır. Âşk’da Allah’a karşı aşırı sevginin kemale erişi, âşığın âşkta yok oluşudur. Gerçek ilhama mazhar olmuş, gerçek yokluğu zevk edinmişlerin en büyük arzusu ilâhî vuslat’tır. Mevlâna, bu yolun coşkun âşığıdır, aşktan doğmuş, aşkla yoğrulmuştur.

“Bizim peygamberimizin yolu âşk yoludur. Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır,” der ve hakiki diriliğin aşkta yok olmakla mümkün olabileceğini söyler “Aşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın..” Mevlâna’nın âşkı, ömrünün üç merhalesinde olgunlaşmış, bir ömür bu uğurda harcanmıştır. Mevlâna bunu bir beytiyle şöyle ifade eder: “Bütün ömrümün hülâsası şu üç sözden fazla değil: Hamdım, pişdim, yandım.” Tahsil ve yetişme devresinin hamlığını Tebrizli Şems pişirmiş, ondan sonra yokluğu ile Mevlâna’yı yakmış, kavurturmuştur. Mevlâna’ya göre, gerçek âşığa aşktan başka herşey haramdır. İlâhi âşk ve ma’şuk herşeyin üstünde ve içindedir. İnsan, kendisini yoktan var edeni nasıl sevmez? Bu sevgi, aslında onun özündedir, herşeyin sonu ona varır. “Fîhi Mâ-fih” adlı eserinde şöyle buyurur: “Aslolan sevmektir. İnsan’ın mayasındaki bu duyguyu arıtmalı. açıklamalıdır. Bedenimiz bir kovan gibidir. Bu kovanın balı ne mumu da ilâhî aşktır…”

Mevlâna’nın Şems’e karşı yakınlığı ve âşkı da budur: Şeyh Şelâhaddin ve Çelebi Hüsameddin’e olan aşk da bu.. Onlarda mutlak varlığın kemâlini, cemâlinde Allah nurlarını gören Mevlâna, gerçek âşkı. yani “Zât-ı ilâhiye”yi sembolleştirerek terennüm etmiştir. Mesnevi’sinde, “Hakiki maşuk olan Allah’dan başka bir temaşası bulunan âşk. âşk olamaz, saçma-sapan bir sevda olur” buyurdukları gibi, Mevlâna’daki âşk, tam anlamıyla ilâhi âşk’tır; başka hiç bir şey değildir ve olamaz.

Mevlâna, coşkun âşkını Şems’in adında sembolleştirmiştir. Kendisinden yirmi yaş fazla 60-70 yaşındaki bu derviş, Mevlâna’da öz cevherini bulduğu ilâhî âşkı olgunluğa ulaştırmış, yokluğu ile de Mevlâna, O’nu âşkın sembolü yapmıştır. Bu sembol Allah’ın cemâl ve celalim imâ eder. Mevlâna, ezeli maşukun yüzünün aksını ve nurlu ışıklarını her yerde görür. Tebrizli Semseddinde bu nurlar; gören Mevlâna onu bunun için över. İlâhî vecdin verdiği mestligi, şarabın mestliğine benzetmiş, şarabı da âşk şarabı olarak sembolleştirmiştir. ilâhî âşkın, yakıcı sarhoşluğu bu.. Şiirlerindeki bağ, gül ve bülbül, hepsi de birer semboldür. Asıl maksat Allah’tır. Bir rubaisinde bunu şöyle dile getirir:

“Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim O’dur. Attı yönde ve altı cihet dışında Mâbud O’dur. Boğ, bülbül, semâ ve sevgili.. Hepsi bahane, maksat daima O’dur.”

İşte Mevlâna’daki âşk ve sevgili..

Çünkü o, herkesi seviyor, herkesi kabul ediyordu. Onca insanlar ceset ve kalıp itibariyle çok, fakat maya ve ruh bakımından tekli. Bir rubaisinde “Yine gel, yine gel.. Her kim olursan ol. yine gel.. İster kâfir ol, ister mecûsi, ister putperest. İster yüz kerre bozmuş o! tövbeni..” diyor ve ilâve ediyordu: “Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. Nasılsan öyle gel..” Bütün bir insanlığı çağırıyor, aydınlık, nurlu kapısında, onlara gerçek yolu, Hak yolunu gösteriyordu.

Bu çağrıya uyanlar, onun etrafında kümeleşiyor. hidayet yolunu seçiyorlardı. Bilgini, cahili, zengini, fakiri, köylüsü-kentlisi, sultanından çobanına kadar Mevlâna’nın kapısında, ona uyanlar arasındaydı. Bu ilâhî bir çağrıydı. Konya bir gönüller yurdu, âşıklar kabesı olmuştu. Nitekim bu çağrı Mevlâna devrinde de, Mevlâna’dan sonra da gönüllerde aksini bulmuş, onun mübarek türbesi, onu sevenlerin bir sığınağı, ziyaretgâhı olmuştu. Artık simdi Mevlâna cağrılıyordu. Gecen yılların Mevlâna ihtifallerinde biz de Ona şöyle sesleniyorduk artık: Gel. yine de gel. yine de…

Gel, cana can ver, imâna imân, Gel vuslatı hasretinden güç olan..

Dillerde senin adın. gönüllerde sen…

Umutsuzlara umut, çaresizlere çare sen.. Her yüzde sen, her yönde sen.

Ey köpük köpük aşk olup coşan

Ey semâ semâ dökülen, taşan..

Gel.. Ölümsüzlük tahtından haber ver bize..

Bizi bizden al götür, O Mesnevi ummanına. O İlâhî aşk kervanına.

Ey yılları yıllara ulayıp aşan,

Ey nesillerden nesillere ulaşan..

Doyumsuz sevgine doymuyor ihvan.. Sulha, sükûna susamış cihan..

Yetiş imdada aman ey büyük dost.. Ey koca Sultan. Bir kerre değil asla, bin kerre gel. Yine de gel, yine de gel, yine gel.

Mevlâna’da Doyumsuz Sevgi

O, âşk, cezbe, sohbet ve irfan yolunda mesafeler alıyor, çevresine iyilik, doğruluk ve güzellik nurları saçıyordu. Bir gün, iki kişinin kavga ettiğini görmüştü. Kavgacılardan biri, ötekine:

— Bana bir söyle, benden bin işitirsin… demişti. Bunu duyan Mevlâna, yanlarına gitti, o adama:

— Ne söyleyeceksen bana söyle, benimle kavga et. Bana bin söyle, benden bir bile işitemezsin. deyince, kavgacılar hemen susmuşlar, barışmışlar, büyük adamın önünde saygıyla eğilmişlerdi. O, dostluğun da, sulhun da temelini, insanların karşılıklı sevgisinde buluyordu. Kötülüklerden arınmanın yolu sevgide idi. Bir gün oğlu Sultan Veled’e şu nasihatta bulunmuştu. “O’nun hayrını ve iyiliğini söyle, göreceksin ki o düşman senin en yakın     dostun olacaktır. Çünkü gönülden dile. dilden de gönüle yol vardır.”

Sevmek, herşeyi. her yaratığı sevmek, ruhu olgunlaştırır, insana huzur verir. Bu sevginin kapıları Allah sevgisiyle açılır. Allah’ı seven, Allah’ın birliğine inanan kişi, kulluğunu sevgiyle gösterir. Bir rubaîsinde sevgili Allah’ına şöyle seslenir:

“Sevgilim, sana yakın olmanın sebebi hep sevgidir. Ayağını nereye basarsan, biz oranın toprağıyız. Aşk mezhebinde reva mıdır ki. âlemi seninle gördüğümüz halde seni görmeyelim.” Yine şöyle der:

— Seviyoruz ve hayatımızın güzelliği o yüzden. Bu sevgi insanı “kemâl”e ulaştıran. Allah’a yakınlaştıran ve Allah vuslatını tattıran “gerçek” aşka. Allah arkına götürürdü. Yalnız gerçek aşkı. dünyevi aşktan ayırmak lâzımdı. Mevlâna, dünyevî askı, Mecnun’un devesine benzeterek. Mesnevisinde şu hikâyeyi anlatmada:

Mecnun, Leylâsına kavuşmak için devesine biner, ileri sürer. Devenin arkasında çok sevdiği yavrusu (daylak) vardır. Mecnun deveyi rnahmuzladıkça, yavrusu geride kalır. Yular gevşeyince de deve geriler. Mecnun, deveyi sürdükçe deve ileri, yular gevşeyince de deve geri..

Bir süre sonra da. Mecnun kendine gelir. Bir de bakar ki, ne görsün. Bulunduğu yerden bir adım öte gidememiş. O zaman Mecnun:

— A deve!. İkimiz de âşığız. Ben Leylâ’ya, sen daylağa.. Biz birbirimize yoldaş olamayız. Çünkü birbirimizin yolunu vuruyoruz, der.

Gerçek âşık, ten devesine binen değil, cân devesine binendir. Cân ve bekâ âlemine kanat açandır.”

Gerçek âşık Mevlâna’dır. Mevlâna’yı yaşayandır. Gerçek âşk ta yalnız Allah’dır.

Öteki değil!

Âşk ve sevgi bahsinde kalem durmadan yazar, dil durmadan söyler. gönül coşar da coşar. Bu âşk Mevlâna’ya koca bir Divân, cilt cilt Mesnevi, kucak kucak kitap yazdırdı aziz okuyucu!

Biz, Cenâb-ı Mevlâna’mızın O’nun pek bol olan lûtfuna sığınarak, kırık-dökük cümlelerimizle hayat hikâyesini izlerken, tekrar bu konulara dönersek hoşgörünüz. Çünkü O, âleme açılmış bir sevgi bayrağı, kükreyen, fokurdayan, lavlar saçan koca bir âşk dağıdır. Hem de yedi yüz yıldan beri..

O güzellik güneşinden, o doğruluk durağından, o iyilik pınarından söz ederken “Fîhi Mâ-fih” adlı eserindeki su cümlesini de kaydetmeden geçemeyeğiz:

— Her kim ki bizi hayırla yâd ederse, onun da dünyada, yâdı hayırla olsun. Eğer bir kimse başka biri hakkında iyi şeyler söylerse, o hayır. o iyilik, kendisinin olur. gerçekte kendisini övmededir. Bu övünçle yine onun hayat hikâyesine dönelim:

Mevlana’da Semâ

Mevlâna, coşkun âşkını, müzikle, semâ ile besliyordu. Müzik, âşkla dolup tasan gönlün oynaşı, sema bu âşkın vecdi ve hareketiydi. Şiir ise aşkın dili. gönül kandilinin yağıydı. Bu üç estetik unsur, yani müzik, sür ve semâ bir oldu mu. bir âsk çağlayanı oluyor, köpüre köpüre Mevlâna’nın ruhunda, benliğinden dökülüyor ve bu çağlayanda Mevlâna dahi silinip kayboluyordu.

Mevlâna’nın ilâhî âşkı ve vecdinin dili sayılan müzikte, rebabın ve neyin yeri büyüktü. “Rebabın dili Türk olsun, Rum olsun, Arap olsun âşıkların dilidir,.” diyen Mevlâna: “Kebab aşk kaynağıdır, ahbap yoldaşıdır. Bulut nasıl gü bahçesini salarsa, rebabda gönülleri sular, gönüllere şakilik eder..” buyurur. Aşk susuzluğunu rebabın tatlı, yanık nağmeleriyle göderiyor. onun sesiyle gönlünü serinletiyordu.

Mevlâna, Mevlâna olalı beri Konya ney ve rebab sesleriyle dolmuştu. Nerede Mevlâna, orada müzik, şiir ve semâ vardı. Bu ses, bu nefesler taassubun kör kuyusuna düşenleri çileden çıkarıyor, “Bu çengilik ne diye? Biz iki eşek yükü kitap okuduk. Müziğin helal olduğuna dair bir tek satır bile görmedik..” diyorlardı. Bu sözler Mevlâna’ya ulaştığı zaman tek cümle ile itirazlarını cevaplandırıyordu:

— Onlar eşekcesine okumuşlar!

Rebabı ten kulağıyla değil, can kulağı ile dinlemek, onun dilinden anlamak demekti. Bir gün Mevlâna. “Biz. rebabtan cennet kapılarının açılışının tatlı sesini duyuyoruz” demişti. Her zaman Mevlâna’ya karsı olan Seyyid Şerefeddin buna da itiraz etmis:

— Biz de rebabı duyuyoruz. Fakat bize acı bir gıcırtıdan başka ses gelmiyor. demişti. Mevlâna bu söze incinmedi. Şu zarif nüktesi ile cevap vermişti:

— Evet o da duyuyor. Fark su. Biz cennet kapısının açılışımn sesini duyuyoruz, o ise kapanışının.. Ve ilâve ediyordu:

— Medreseleri bilginlere verdik, tekkeleri scyhlere.. Rebap ortalık yerde bizim gibi garip kaldı. Ona da rağbet gösterselerdi. şüphesiz bağışlardık. Bunu yapmadılar. Eh ne yapalım.garibi garip okşar. Hoş görsünler..
Rebap okşandıkca. hele Mevlâna’ni’, hassas, ince parmaklarıyla okşandıkça ilâhî nağmeler çıkarıyor, âşk ezgisiyle ağlıyor, inliyordu.

Hele o ney, o kamış parçası bir âlemdi. O ney ki. gönül sahibinin elinde bir kamış olmaktan çıkıyor. Allah esrarını fısıldayan bir ses, bir nefes oluyordu. Bu ses. bu nefes, önce Mesnevi’de, “Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıklardan nasıl hikâye ediyor” diye dile geliyor, ney olmaktan çıkıyor, Mevlâna’nın ta kendisi oluyordu. Aslında ney, benzi sararmış, varlığını Allah’a adamış, Allah âşığını temsil ediyordu.

Neyin üzerindeki yedi delik, insan başındaki göz, kulak, burun ağız gibi yedi deliği ifade ediyor ve ney, “İnsan-ı kâmil”i dile getiriyordu. Mevlâna, Mesnevi’sinde böyle bir ney’di. Nitekim, Mesnevi’yi ingilizce’ye çeviren Reynold A.Nicholson, “Mevlâna, kendisini, Çelebi Hüsameddin’in ağzından üflenen ve kendi yarattığı giryan musikiyi döken bir ney’e benzetir” demektedir. Rahmetli Yaman Dede, “Nây” adlı manzumesinde şöyle seslenir:

İçi boş, benzi sararmış ona aşktır maya Derd-i hicran ile inler, eder âh Leylâ’ya. Arzeder hıçkırarak âşkını hep Mevlâya, Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânaya..

Dinle Ney’den

Ney, sazlıkta biten alelade bir kamış değildir. Ney. âşığın elinde ateştir, gönüldür. Allah sırrıdır.

Derler ki. Peygamber Davut, bir gün bir sazlıktan geçiyormuş. Bu sırada hafif bir rüzgâr esmeye başlamış. Kamışlar başlamış ötmeye.. Ama ne ötüş! Hazreti Davud olduğu yerde çivilenmiş kalmış. Bu ses, ne ilâhî ses, ne içten terennüm.. Bir tanesini koparmış, dudaklarına götürmüş, başlamış üflemeye.. Bundan sonra Allah’a olan âşk ve muhabbetini bu kamışla dile getirmiş. Bu kamış O’nun elinde kamış olmaktan çıkar, âşk haline gelirmiş. Davud’un ilâhîleri ve pek meşhur davudî sesi, terennümleriyle yanık nefesi ve sesiyle, feryad eden bir âşk misali ney ile ilgili olsa gerek.

Yine söylenir ki. Hazredi Muhammed (S.A.V). Allah sırrını yalnız can yoldaşı Hz. Ali’ye söylemiş, kimseye ifşa etmemesini sıkı sıkıya tenbih etmişlerdi. Hz. Ali, bu ilâhî sırrı, bir süre içinde gizlemiş, fakat sırrın ateşine, ağırlığına dayanamamış, yüreği parça parça olmuş, çöllere düşmüştü. Bir gün, perişan sahrada dolaşırken, kör bir kuyuya rastlamış. içini yakan, kavuran ilâhî sırrı bu kuyuya boşaltmış, ferahlamıştı. Kısa bir süre sonra, kuyudan, âb-ı hayat gibi sular taşmış, vâha haline gelmiş, ağaçlar, kamışlar bitmişti. Ney bu sazlıkta biten bir kamıştı. Erbabının elinde bu kamış dile geliyor, ilâhi sırları ifşa ediyordu. İşte birçokların meyhane sazı haline getirdiği ney. böyle ilâhi bir sırrın davetçisi olarak tanınıyordu.

Alevden nefesi ile hıçkıran, yanık ve perişan ney.. İlâhî bir selsebil aşkla dolu gönül. Mevlâna’nın, “Benim sırrım, feryadımdan uzak değil; fakat gözde, kulakta o nur yok. Ten candan, can da tenden gizli değil. Lâkin canı görmek için izin yok..” diye dile getirdiği âşk sembolü.. Ney için Mevlâna der ki:

Gizli sırlarını söylemede cihanın O yanık ney, o yanık ney, yanık ney,. Ney nedir? O busesi güzel cananın, Öptüğü şey, öptüğü şey, öptüğü şey.

İşte rebab ve neyin sesi, âşk evinin temel harcıydı. Bu seslerden nasibini alan âşık, vecde gelir, semâa girerdi. Gezegenler ve yıldızların, güneşin çevresindeki dönüşleri gibi, ilâhî sevgilinin manevî çevresinde döne döne.

Mevlâna, “Semâ, ilâhî vuslata erişmek içindir” der. Bu vuslat yolunun zevkini alan âşık, zaman ve mekân kayıtlarından kurtulur. Mesnevi’de, “zamandan, zaman kaydından kurtuldun mu, keyfiyet kalmaz. Keyfiyetsiz Allah’a mahrem olursun.” (c: 3, b. 2775) denir. Bu anda “Demirle mıknatıs neyse âşıkla maşuk da odur” Mesnevi, (c: 3 b. 3152). Mevlâna’mızın. “Semâ ederken, ne neyden haberimiz olur, ne teften..” buyurdukları gibi âşığın cezbe hali, onu, o anda dünya kayıtlarından sıyırır. Bu hal bir süre devam eder. Sonra, yavaş yavaş sükûna varır. Allah’ın mutlak cemaline ve celâline hamdeder: “Artık öyle bir makama ulaşmıştır ki, orada ne zikir,ne zikreden, ne de zikredilen vardır”. Bunun için Mevlâna, “Semâ, aşıkların gıdasıdır. Çünkü onda canana vuslatın hayali vardır” demektir. Tebrizli Şems “Hak’kı isteyen ve ona âşık olanlar, semâ ettikleri zaman, aşkları ve manevî halleri çoğalır” diyerek, Mevlâna’yı daima semâ etmeğe teşvik etmiştir.

Mevlâna’nın Kulluğu Hak’kaydı

Mevlâna, yeni bir din yeni bir mezhep vazetmiyordu. O, imanı tam, gönlü ganî. aşık bir müslümandı. Mutlak hakikate ulaşabilmek için âsk ve vecdle. Allah’ı seven ve O’na hamdeden bir sûfîydi. Bütün eserleri bu âşk ve vecdin. bu “hamd-ü senâ”nın ta kendisiydi. Allah’ı seviyor, kitaplarına ve peygamberlerine inanıyor ve kulluk ediyordu. Bir rubaisinde. “Yaşadığını müddetçe Kur’anın kuluyum ben., Hz. Muhammed (S.A.V) ‘in yolunun tozuyum ben. Birisi, benim sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, o kimseden de.o sözden de bizarım ben..” diyordu.

Ve yine diyordu ki, “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Bu’zayıf kul kulluğu lâyıkıyla ita edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim, Her köle âzâd edilince sevinir. Yarabbi. ben sana kul olduğum için seviniyorum..”
Bu kullukta ne büyüklük.. Bu tevazuda ne büyük teslimiyet.. “Kul ol da, at gibi yer yüzünde yürü.. Cenaze gibi halkın omuzuna binip te yükselmeğe çalışma!” diyordu.

Devrinde. Selçuklu devletinin resmî mezhebi Hanefî idi. Medreselerde, ders veren müderrisin dahi Hanefî mezhebinden olması şart koşuluyor, hattâ bu şart vakfiyelere geçiriliyordu. Konya’daki Altun Aba. Karatay. Sırçalı gibi Selçuklu devri medreselerinin vakfiye ve kitabelerinde bu kayıtlara rastlanır. Anadolu Selçukluları’nın en parlak yıllarında Konya’ya gelen, bir süre medreselerde ders veren Mevlâna’nın da mezhebi Hanefîdir. Ama O, “Aşıklar, mezhep ve milletten kurtulmuşlardır. O’nlar için mezhep ve millet, Allah’tır” buyurur. O. İslâm dinine, bu berrak ve asıl dine, sonradan giren safsatalardan, hele medresenin yıkıcı, köhne cehaletinden daima şikâyetçi olmuş, tertemiz inançların geniş çerçevesi içerisinde düşünmüştür. O, “pergel gibi bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durarak, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum..” diyerek bu toleransını ifade etmektedir.

Mevlâna’ya göre, manevî huzur ve zevkler elde edilir. O’na göre iman, doğru ile yanlısı, hakla bâtılı ayırdedebilen temyizdi. Amel. insandaki mânâdır. Söz amelin semeresidir, âmelden doğar.

Ve yine diyor ki Mevlâna, “Kur’anı Kerim’e nazar et ve bil ki. bütün Kur’an nefislerin kötülüklerini bildirmek ve onun ıslahını göstermek şerhidir.” Yine diyor ki, “İnsanoğlu, edepden nasibini almamışsa, insan değildir. Esasen, insanla hayvan arasındaki fark da edeptir. Gözünü aç. Allah’ın kelâmına, bir bak. Bütün Kur’anın mânası âyet âyet edepten ibarettir…”

Devam ediyordu:

Allah’tan biz. edep ihsan etmesini isteyelim. Çünkü edepsiz kimse. Allah’ın lûtfundan mahrumdur. Bu kainat edeple nurlandı, melekler edeple, masum ve temiz oldu.. Senin dahi ruhunun feleği edepli olursa, yıldızlar ve ilimlerle aydın olursun. Aklın melek gibi edepli olursa, onun gibi ibadet ve kullukta bulunursa, ayıplardan ve hatalardan temizlenir

İlâhi Güzellik, Ruhun Güzelliğindedir

Mevlâna’ya göre. Allah korkusu imanlı bir kalbin ziyneti ve süsüdür. Ondan mahrum olan gönüller, harap ve şehvet yuvasıdır.

Bir gün hristiyan bir usta, Mevlâna’nın evini tamir ediyordu. O sırada, müridlerden bazıları, şaka yollu ustaya:

— Niçin müslüman olmuyorsun? Dinlerin en güzeli, en hak olanı İslâm dinidir, dediler. Hıristiyan usta:

— Elli seneye yakındır ki, İsa dinindeyim. Dinimi terketmek için ondan korkuyor ve utanıyorum.. demişti. Bu sırada Mevlâna içeriye girmiş ve:

— İmânın sırrı korkudur. Her kim ki Allah’tan korkarsa, o Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir… diyerek, asıl tehlikenin dinsizlik ve imansızlık olduğunu işaret etmişti.

İmân ruhun güzelliğidir. Ruh ise ölümsüzlüğün ta kendisidir. Mevlâna, Mesnevi’sinin 5. cildinde, “Bu cihandan göçenler yok değillerdir. Hak’kın sıfatlarına karışmışlardır. Onların bütün sıfatları Hak’kın sıfatlarında, güneşin önündeki yıldızlar gibi, nişansız kalmışlardır” der ve şöyle bir teşbihle bu fikri izah eder:

“Gündüz yıldızlar mevcut olduğu halde, zahiren görünmezler. Çünkü, güneşin ziyası karşısında onların Darlıkları hiçtir. Zaten ziyayı güneşten alırlar. İşte biz de Hak’la diri ve onunla mevcuduz. Ölünce, Hak’kın sıfatlarına karışmış oluyoruz. Yani, Hak’tan bir zerre olan ruh, ölümle Hak’ka rücû ettiği zaman, bizim varlığımız, asıl varlıkta mahvoluyor. Sonra. Hak’kın mânevi huzurunda toplanacağımıza göre hazır olacak olanın mâdum (yok olan) değil, mevcut olması iktiza eder”.

Mevlâna, insanda iki ruh bulunduğunu, birinin insanî, diğerinin hayvanî olduğunu söyler. Mevlâna’ya göre, insanî ruh, izafî veya ilâhî ruh namlarını alması dolayısı ile. Allah’ın bir nurudur. Nitekim bir âyet-i celilede, “Ben ona kendi ruhumdan nefhettim” buyurulmuştur. Bu ruh, bedene ne bitişik, ne ayrı, ne dahil, ne hariç olup, onunla münasebeti tavsif edilemez, mahiyetine vukufa izin yoktur. Allah’a nisbeti itibariyle “bakî” ve lâyemuftur. Hayvanı ruh ise, nefsinin hevâ ve hevesine uyan, gıdaya, cesede mekâna muhtaç olan ruhtur. Böyle ham bir ruha sahip kişi. nefsiyle, hırsıyla, şehvetiyle. kiniyle savaşarak, ruhunu terbiye edebilir, olgunlaştırarak insanî bir ruha sahip olabilir. O zaman kendisinde maddî zevkle ölçülemeyen manevî başka bir zevk duyar. Meselâ, tam bir imân ve inançla ibadet etmenin zevki, gerçek güzelliği, yani iç güzelliği görmenin ve tanımanın zevki. Nihayet, Hakk’ı sevmenin ilâhî zevki.. Manevî zevklere sahip olmadıkça gerçek güzelliği, gerçek nuru görmeye imkân yoktur. Mevlâna “Güneşin ziyası biridir. Fakat evlerin içine vurduğu zaman yüz şekil alır. Ortadan duuarlara kaldırınız, nur bir olur” buyururlar. Burada, evlerin duvarları insan bedene benzetilmekte, aynı ruhun şekil ve kalıba, bilhassa istidada göre azalıp çoğaldığı ifade edilmektedir. İnsan manevî pencerelerini ne kadar ışığa, nura açarsa ve bu pencereleri ne kadar genişletirse, o kadar çok nurlanacak, olgunluğa ulaşacaktır.

Mevlâna’nın Mütevazı Bir Hayatı Vardı

Bütün bir mânâ âlemini kucaklayan, engin fikirli insan Mevlâna, evinde çok sade, fakirane bir hayat sürüyordu. Selçuklu emîri Bedreddin Gevhertaş’ın yaptırdığı ve babası Sultan’ül-Ûlema’ya tahsis ettiği medresinin birkaç hücresinde oturuyor, ziyaretleri burada kabul ediyordu. Saraylara, tahtlara sığmayan ünlü sultanlar, ordulara hükmeden emirler, O’nun bu küçük, daracık medresesinde küçülüyor, bu gönül hücresinden feyz almaya çalışıyorlardı. Medresenin yüksekçe bir sahn-ı vardı. Buradan oturma odası olarak kullanılan hücrelere geçilmekte, hücrelerin arasını ahşap perdeler bölmekte idi. Eskiden Konya’da Anadolu’nun birçok kasabalarında âdet olduğu üzere, sıcak mevsimlerde geceyi halk evlerinin çatısız düz damlarında geçirir, serinlerdi. Mevlâna’nın da bazı geceler, medresenin damında oturduğuna dair, kitaplar bilgi vermektedir.

Sofrası da fakirceydi. Çoğu zaman, yoğurda sarımsak ezer, bazlamaçla (pide ekmek) lokma ederdi. Eve, bir zembil girse, müridlerine paylaştırmak için Hüsameddin Çelebi’ye gönderir, kendisi asla el sürmezdi. Bir gün zevcesi Kerra Hatunun, “Evde yiyecek bir lokma kalmadı” demesi üzerine

— Aman ne mübarek ev! Tıpkı peygamber evi! diye, esef etmemesini söylemişti. Saraydan gönderilen yemeklere el sürmez, bunun tekerrür etmemesi için haber gönderirdi. Giyimi de öylesineydi. Başına, deve tüyü bir sikke (külah) giyer, üzerine de dumanî renkte bir destar sarardı. Sırtında, önü yırtmaçlı, uzun etekli ve geniş kollu alacadan bir entari veya cübbe bulunurdu. Gerek cübbesinin, gerekse hırkasının önü daima yırtmaçlı dikilirdi. Zira, bu elbiseleri, birkaç gün sonra, bir fakirin sırtında görmek mümkündü. Hediye edeceği zaman, sırtından kolayca çıkması ve çıkarırken zahmet vermemesi için yırtmaçlı dikilirdi.

Bir gün, Kerra Hatun, kopmuş bir düğmeyi dikiyordu üzerinde.. Hanımı, eski bir inanışa uyarak, ağzına bir şey, meselâ bir çöp almasını tavsiye etmişti. Mevlâna gülerek:

— Korkma, ağzımda “Kulhüvallahü ahad” var. Onu, dişlerimin arasında öyle bir sıkıyorum ki, hiçbir şey olmaz., dedi. Menâkıb sahibi Eflâkî’nin verdiği bilgilere göre, Mevlâna, Kayseri’de, şeyhi Burhaneddin Muhakkık-i Tırmızî’yi ziyaretten sonra, Konya’ya dönmüş, zahir ilimlerinin öğretimi ile meşgul olarak, vaazların, nasihatların kapılarını açmıştı. Peygamberin, “Sarıklar arapların taçlarıdır” sözü gereğince bilginlere yaraşır bir sarık sarmış, bir ucunu da taylasan bırakmış, kollan geniş bir hırka giymişti. Diğer bir hikâyeden de, Tebrîzli Semseddin’in Konya’dan ilk ayrılışında Mevlâna’nın “Hindibarî” denilen bir kumaştan “Ferace” dikilmesini söylediğini, başına da bal renginde keçe bir külah giydiğini öğreniyoruz.

Mevlâna:

— Cübbe ve sarıkla insan âlim olmaz. Âlimlik, insanın zâtında bulunan bir hünerdir, der ve giyimine asla önem vermez, halkın giydiğini giyer, halktan ayrılmazdı.

Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre, Mevlâna uzunca boylu, zayıfça, soluk buğday benizli, siyah kaş, elâ gözlü ve kırçıl sakallıdır. Yüzünü çeviren bir tutamak sakalı vardı. Uzun sakal bırakan sözde sofileri kınar, şöyle derdi:

— Sakalın çokluğu erkeği böbürlendirir, bu da insanı manen öldürür. Çok sakal, sûfilerin hoşuna gider. Fakat, sûfî sakalını tarayıncaya kadar ârif Allah’a ulaşır.

Kendisi hiç kimseden bir şey talep etmediği gibi, çevresindekilerin de el avuç açmasına asla izin vermezdi:

— Bizim dostlarımızdan kim, dünyaya ait bir şey istemek için el avuş açarsa, ondan yüz çeviririz. Çünkü biz, istek kapımızı kendi dostlarımıza kapamışız. Bize almayı değil, vermeyi öğrettiler… derdi..

Mevlâna, Konya’yı Öylesine Seviyordu Ki!..

Moğolların Anadolu’ya akını ve Selçukluların 1243 yılı 26 Haziran’ın da Kösedağı’nda yenilerek. Sultan Gıyaseddin Keyhusrev’in kaçması olayları sırasında, Konya’da huzursuzluk son derece artmıştı. 1246 yılında Konya yakınlarında Moğollarla yapılan savaşlar hiçbir sonuç vermemiş, Bayçu komutasındaki Moğol ordusu, geçtiği yerleri yakıp yıkarak Konya kapılarına dayanmıştı.

Konya halkı endişe içindeydi. Moğollar şehre girdiği takdirde, taş üstünde tas, omuz üstünde baş bırakmazlardı. Sultan Gıyaseddin’den boşalan Selçuklu tahtına oğlu Dördüncü Rükneddin Kılıcarslan oturmuştu. Yazık ki, bu çocuk Sultan, Bayçu’nun yanında ve göz hapsinde olduğundan hiçbir ümit beklenmiyordu. Şehrin ileri gelenleri çaresizlik içindeydi. Mevlâna’ya baş vurdular. Mevlâna onlara sabır ve sükûnet tavsiye ederek:

— Korkmayınız, dedi. Bu şehir, kıyamete kadar düşman kılıcından korunacak.. Konya’ya kasteden, bizim manevî darbemizden kurtulamaz. Sultan’ül-Ûlema’nın mübarek cesedi bu topraklarda gömülü bulunduğu müddetçe, bu ülke korunmuş olacaktır.

Daha sonra, halk ve ileri gelenlerle birlikte Konya Kalesi’nin bir burcuna çıktı. Kale kapıları sıkı sıkıya kapanmıştı. Moğol askerleri, kaleyi ok yağmuruna tutuyorlardı. Mevlâna’nın burçta görünmesiyle şehri savunan askerlere bir kuvvet, bir cesaret gelmişti. Bir süre sonra, Moğol askerleri Kalenin bazı bedenlerini yıkarak, dağıldılar. Mevlâna, düşman uzaklaşıncaya kadar, burçtan inmemiş, halkın ve askerlerin moralini kuvvetlendirmişti.

O, Konya’nın bir maneviyat gücüydü. Konya, O’nun yüzünden mübarek. Onunla şeref buluyordu. Bir gün oğlu Sultan Veled’e şöyle demişti:

— Bizim mübarek türbemiz, ceddimiz, soyumuz, bizden sonra gelenler, bizi sevenler, bize dost olanlar bu şehirde bulundukça, buryada düşman ayağı basmayacaktır. Bir zaman gelecek, bizim makamımız şehrin ortasında kalacak, Konya mamur olacaktır. O zamanın insanları dalga dalga Türbemizi ziyarete gelecek ve bizim sözlerimizi dillerinden düşürmeyeceklerdir.

Altıyüz yıl önce, vefat eden Mevlevi bilgini Ahmed Eflâkî’nin “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinden aldığımız bu sözler, bugünün Konya’sı ve Mevlâna hayranlığı karşısında herhalde aziz okuyucularımızı düşündürmektedir.

Mevlâna yalnız Konya’nın sevgilisi, Konya’nın dostu değil, bütün bu insanlığın dostudur. Âşıkların, maşukların, inanan ve güvenenlerin. âcizlerin, çaresizlerin, düşkünlerin, her şeyin, herkesin dostudur. Mevlâna dünün de, bugünün de. yarının da adamıdır. Sözleri her zaman yeni, yeni bir devirde en yenidir. O, susayan gönüllerin rahmet yağmurudur. O iyilik ve cömertlik denizidir. Bir şiirinde der ki:

Bu denizde ne ölmek var bize

Bu denizde ne gam. ne dert. ne keder.

Bu deniz alabildiğine muhabbet

Bu deniz iyilikten, cömertlikten ibaret.

Mevlâna Ne Şair, Ne De Filozoftur

Mevlâna çok okuyor, okuduğu kitaplardan notlar alıyor, sırası geldikçe, eserlerinde bunlardan faydalanıyordu. Mevlâna aldığını halka vermekle, onlara doğru yolu göstermekle görevli bir Allah eriydi. O’nun dilinde şiir. bir fikri daha yaygın, daha kolay anlatabilmek için bir vasıtaydı. Mevlâna’ya göre şiir. üzüm bağının çitten duvarı gibidir. Gerekli olan bağın üzümüdür, çit duvarı değil. Önemli unsur söz ve mânadır, vezin ve kafiye değil. Hattâ söz de fazladır. Der ki:

— Ben kafiye düşünürüm, sevgili bana der ki, yüzümden başka bir şey düşünme.. Ey benim kafiye düşünenim. Benim yanımda devlet kafiyesi sensin, karşımda rahatça otur.. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin? Harf (vezin-kafiye) nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, şiiri, sözü ortadan kaldır. Bu üçü olmaksızın senine konuşayım..

Yine der ki:

— Allah, şiir için kafiye aramaktan başka bir dert vermedi bana.. Sonunda, ondan da kurtardı beni. Şu şiiri al da eski bir şiir gibi yırt gitsin. Mânâlar, zaten harfe, ölçüye sığmıyor, anlatmak istiyorum ama, onlar da bu dilekten çok üstün.

Ve gerçekten Mevlâna, çoğu zaman, vezin ve kafiyeyi bir kenara iterek, pervasız bir rahatlıkla fikir ve mânâ âlemine kanat açar.

Mevlâna’ya şâir diyenler, işte bu yönden aldanırlar. Mevlâna’nın şairliği, O’nun diğer meziyetlerinden çok sonra gelir. Mevlâna, filozof da değildir. Felsefe. O’nun âşk ve cezbe dolu fikir ve düşünce yolunda, yol vuran, köstekleyici bir engel, ilâhî âşkı ve doyumsuz sevgi pınarlarını bulandıran bir vesvesedir. Felsefe, yalnız akla önem verdiği, duyguyu, kalbi doğuşu benimsemediği için noksandır. Hele âşk. felsefede aklın kabul edeceği bir iş değildir. Mevlâna’ya göre âşkı aşkla anlamak lâzımdır. Akıl, âşkın şerhinden âcizdir. O, “Allah’a visal”İ. âşk’ta bulmuş, gerçek bir mutasavvıftır.

Mevlâna’ya göre, âlimin gayesi, ilmin aracılığı ile, gerçeğe ulaşmaktır. Bu da tasavvufta kendini bilmektir. “Fihîmâ-fih” adlı eserinde, “Zamanımızdaki âlimler, kılı kırk yarıyorlar, kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi bilmiyorlar. Oysa ki, asıl önemli olan ve kendilerine herşeyden yakın bulunan şeyi, yani kendilerini bilmiyorlar..”der. Kendini bilen ise Allahyı bilecektir. Yol bu kadar yakın iken, hayale kapılmanın, vesvese ile uğraşmanın ne lüzumu var. Mesnevi’deki bir hikâyeye göre, sinek, bir avuç su birikintisi üzerinde yüzen saman çöpüne konmuş:

— Duymuştum, denizler varmış, üzerinde gemiler yüzermiş. Gemileri de kaptanlar idare edermiş. Her halde ben şu anda bu gemilerden birinde kaptanım…

Gibi vehme, hayale kapılmış.. Öyle olmaktansa, denizleri, gemileri bilmek, görmek ve bu gemilerin kaptanı olmak gerek..

Mevlâna buna ermiş, erişmiş, gerçek erenlerdendir. Hattâ erenler halkasında tâcdır, imamedir. Kendisinden öncekilerin ve sonrakilerin..

Küçüğüyle, Büyüğüyle İnsana Sevgi

Bir mahalleden geçiyordu. Yolu üzerinde çocuklar kaydırak oynuyorlardı. Mevlâna’yı gören çocuklar, oyunlarını bırakarak, koştular, elini öptüler. Mevlâna da onların elini öptü, sevdi, okşadı, gönüllerini aldı. Yalnız bir çocuk vardı ki, oyununu bitirememişti. Uzaktan Mevlâna’yı seslendi:

— Mevlâna, ben de geliyorum,bekle beni.

Mevlâna bekledi. Taa çocuk oyununu bitirinceye dek. Nihayet o da geldi. Büyük insanla küçük insan karşılıklı el öptüler.

Mevlâna, insanı, küçüğüyle büyüğüyle sever, saygı gösterir, insana lâyık olduğu değeri verirdi. Bir gün hamama girmişti. Fakat girdiği ile çıktığı bir oldu. Sebebini sordular. Cevap verdi:

“Soyunup hamama girmiştim. Tellâk bana yer açmak için bir şahsı havuzun başından uzaklaştırdı. Ona karşı utancımdan o kadar terledim ki, dayanamayıp dışarı çıktım.”

Yine bir gün hamamda zayıf vücudunu görmüş, yakınlarına dert yanmıştı:

— Bugün vücudumdan da çok utandım. Yıllarca ona en büyük eziyetleri yaptım. Onun istediği şeyleri veremedim, istediği şekilde rahat ettiremedim. O yükümü çok taşıdı, ben ise ona bir şey yapamıyorum..

O, renkleri ve dilleri, hattâ inanışları ayrı olan insanları bir tutuyor, “Değil mi insandır, mayaları birdir” diyerek, kötülüklerin âraz, yâni değişen görünüşler olduğunu söylüyordu:

— İnsanlar yaradılıştan iyidirler, kötülükler değişmez unsur değil, arazdır. Bunlar, iyinin delil ve rehberidir.
Yine diyordu ki:

— Bir insanın, başkalarında kusur görmesi, ayıplaması, gerçekte kendi kusurunu görmesi demektir. İnsanın önce kendisindeki kin, kıskançlık, hırs, zalimlik gibi kötü huyları görmesi, onlardan arınması lâzımdır. Ondan sonra başkalarını kınamalıdır.

Mevlâna, insanlara karşı duyduğu sevgiyi, bütün canlı varlıklara. hayvanlara karşı da duymuştur. Bir yıkıkta yavrulayan, fakat yavrularından ayrılmadığı için aç kalan bir köpeğe günlerce ekmek taşımış, Emîr Pervanenin evinden gümüş kaplarla gelen yemekleri, köpeklerin önüne dökmüş:

— İstek ve meyil bakımından onlar sizden daha muhtaç., diyerek, yemeklere kimsenin elini dokundurmamıştı.

Mevlâna en verimli çağında dahi evini, çocuklarını ihmal etmiyordu. Büyük oğlu Sultan Veled, Mevlânâ’nın olgun müridlerinden Beğtimuroğlu Şeyh Kerimüddin’in nezaretinde yetişiyor ve ikinci bir Mevlâna oluyordu. Mevlâna, Onun çok seviyor:

— Bana. yaratılış ve huy bakımından en fazla benzeyen şensin. Benim dünyaya gelişim, şenin dünyaya gelmen içindi. Çünkü benim bütün söylediğim sözler, benim sözümdür. Halbuki sen benim “hâl”imsin.. diyordu.

Mevlâna’nın Torunu Ulu Arif Çelebi’nin Doğumu

Mevlâna’nın sevgili oğlu Sultan Veled’in on, oniki çocuğu olmuşsa da. bunlardan yalnız Mutahhara ve Celâle adında iki kızı yaşamış, diğerleri daha pek küçükken bu âlemden göçüp gitmişlerdi. Mevlâna bir erkek toruna hasret çekiyordu.
Derken, Sultan Veled’in karısı Fatma Hatun’un yeniden gebe olduğu haberi Mevlâna’ya ulaşmıştı. Mevlâna, bu defa gelininin fazla dikkatli olmasını, ağır işlerde çalışmamasını, her arzusunun yerine getirilmesini tavsiye etmiş, doğum gününü beklemeye başlamıştı. Gerçekten bir süre sonra 7 Haziran 1272 Salı günü, Fatma Hatun normal bir doğum yaparak, nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirmişti. Mevlâna’ya ilk müjde ulaştırıldığı zaman, koşarak lohusa odasına girmiş, Fatma Hatun’un başına altınlar saçmış, kundaklanan bebeği geniş kollu hırkasına sararak hücresine götürmüştü. Sevinç göz yaşlan döken Sultan Velede:

— Veled . ben bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum, Yüce Allah, o nurları onun canına yoldaş etmiştir!
demişti. Sultan Veled:

— Bu nurlar içinde sizinki de vardır, değil mi? diye sorunca, Mevlâna şu cevabı vermişti:

— Evet, bizimki de: yani Baha Veled. Seyyid Burhaneddin, Şemş-i Tebrizî. Şeyh Selâhaddin. Çelebi Hüsameddin, benim ve şenin.. Bu çocuk bizim arifimizin nurları. Şimdi. O’nun adı Feridun olsun. Bu onun anne babasının yani Şeyh Selâhaddin Feridun’un adıdır. Fakat siz ona Emir Arif diye sesleniniz. Çünkü şen beni Hüdâvendigâr diye çağırıyorsun, adımı hiç söylemiyorsun. Torunuma bu ad, benim mânevi bir hediyem olsun.” Adını Çelâleddin Emir Ârif “diye yazsınlar..

Mevlâna’nın sevinci büyüktü. Torununa ifhafen şöyle bir gazele başladı:

“Kutlu olsun Feridun bize. Çünkü o din sultanı olacak. Gökteki ay gibi parlak ve aydın, tatlı şekerlerle dolu olsun. Feridun”

“Mısır gibi şekerlerle dolu, tatlı olsun hep.. Saadet meydanında top oynatsın, devlet atını eğerlesin, sevgi ue temizlik içinde her türlü düşmanlıktan uzak, kinden arı-duru, ay gibi ikbal burcunda doğsun..”

Yüzünde celâl nurları parlayan bu yavruyu Mevlâna’nın eşi Kerra Hatun büyütüyor, Mevlâna onu kimseye bırakmıyordu. Daha altı aylıkken bir gün beşiğine yaklaşan Mevlâna, çocuğun üzerine eğilerek, “Arif. Allah Allah de..” dedi. Çocuk “Allah, Allah” demeye başlad. Mevlâna, O’nun ağzına öpücükler konduruyor. “Yarının şeyhi Ârifimizdir” diyordu.

Küçük Arife “Allah” nidaları, ney ve rebab şeşleri ninni oluyor, büyüyordu.

O, dedesi Mevlâna’dan sonra da çok büyüyerek “Ulu Ârif Çelebi” olacak, babası. Sutan Veled’den sonra posta oturacak, Mevlevîliği kuranlar, teşkilatlandıranlar arasında ön safı alacaktı. Yalnız bununla kalmayacak, yüzyılarca devam edegelen Mevlâna torunları. Çelebiler onun soyundan gelecektir.

Ne yazık ki Mevlâna, bu sevgili torununu ancak bir buçuk yıl görebilmişti.

Mevlâna’da Gerçek Dost Ve Gönül

Mevlâna’ya göre gerçek dost, Hak’tır. O’nun dostu olmak, O’nun dostluğunu kazanmak, ancak O’nu sevmek, derin bir aşkla sevmek ve O’na yakın olmaktır. İnsanlar arasındaki dostluğa pek güveni yoktur. Bir gün Konya’nın dış semtlerindeki bir viraneden geçiyordu. Yıkıklar arasında, birkaç köpeğin, şarmaş-dolaş olmuş uyuduklarını gördü. Yanındakilerden biri:

— Bu biçareler arasında ne kadar güzel bir birlik var. Ne de dostça şarmaş-dolaş uyuyorlar…
dedi. Mevlâna:

— Evet. sen bunlar arasındaki birliğin ve dostluğun ne kadar samimi olduğunu öğrenmek istersen, onların aralarına bir les veya ciğer atıver O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün.
Sonra ilâve etti:

—  Köpeklerin bu hali, dünya menfaatine, yalnız midelerine, yalnız keselerine tapanların aralarındaki dostluğa benzer. Görünüşte pek samimidirler. Ama aralarına bir dünyalık girerse nice yıllık tuz etmek hak larını unuturlar namus ve şereflerini havava verirler.

Dostluk, paraya pula değil, ruha duyguya dayanrnalıdı;’. Bir şiirinde Mevlâna, “Benin; ne altın dolu keseye, ne de altın kâseye meylim vardır” der. Altın dolu kese de. altın kâse de dünya ehlinindir. Kadirbilirlik, samimiyet, sevgi, şefkat, gibi mânevi duygular ise gönül ehlinin.

Yine bir şiirinde Mevlâna, “Bu hırka içinde olduğumuz müddetçe, ne kimseden incinir, ne de kimseyi incitiriz,..” buyurmaktadır. Gerçekten de Mevlâna, ömrü boyunca ne incinmiş, ne de incitmiştir. Gönül onun için bir Allah kıblesidır. Gönül yıkmamak gerekir. Der ki:

— Hacılar. Kabe’nin dört cihetinde de secdeye varırlar Kabe’yi ortadan kaldırdın ve herkes gönül gönüle secde ediyor demektir. Su halde inanan bir insanın gönlü Allah evi yıkılır mı?

Bir şairimilin de. “Kıblegâh’ı kibriyadır yıkma kalbin” kimsenin’ dediği gibi gönül adamı Mevlâna, insanı sadece gönül kıblesinin mihrabı olarak görür ve buna önem verir. Der ki:

— İnsan-ı kâmil’in şu âlemde bir alâmeti olsaydı, ilâhi remizlerin tümüne gönül yoluyla tercüman olurdunuz.

İnsan, gönle eğildi, onunla seninle benli oldu, onun sesini dinledi mi, kendini bildi demektir. Kendini bilenin Allah’ı bileceği aşikârdır. Yoksa, bu esrarı başka türlü çözmeye imkân yoktur. Bir rubaisinde şöyle der:

Belini bağla o gönüldeki parlak ışığa. Boş masallarla çözülmez bu düğümlü esrar. Nitekim dağda, bayır/ardaki çayla derenin Sana bir faydası yok evde akan çeşme kadar..

Mevlâna, insanlar arasındaki her günün doğuşun, savaşın ortadan kalkması için “gönül birliği”ne varmalarını şart koşar ve, “Gönül birliği. dil birliğinden üstündür” der. Düşünen, seven, inanan insan Mevlâna’nın gönlü bu..

Mevlâna, Şeyh Sadi-i Şirazi İle Konya’da Görüştüler

Mevlâna’nın şöhreti, Konya sınırlarını çoktan aşmış, ülkeleri içine almıştı. O’nün adını duyanlar, ziyaretine koşuyor, şiirleri eden ele dolaşıyor, hikmetli sözleri dillerden düşmüyordu. Fars edebiyatının büyük şâiri Şirazlı Şeyh Sadi de onun devrinde yaşıyor, Şiraz’a kadar uzanan şiirlerini okuyor, hayran oluyordu. Eflâkî’nin bir rivayetine göre, Fars eyaleti emirlerinden Semseddin, Sadî’den beğendiği bir gazeli göndermesini istemiş, Sadî de Mevlâna’nın, “Her nefes âvaz-ı âşk mîresed ez çep-u rast – Her nefeste sağdan soldan aşk sesi geliyor” diye başlayan yeni bir gazelini sunmuştu. Gazelin sonuna da. “Anadolu ülkesinde bir büyük zat zuhur etmiştir. Bu gazel ondan gelen hoş bir kokudur ve bundan daha güzeli de ne söylenir ne de yazılır. En büyük arzum, Anadolu’ya giderek, bu gönül sultanını ziyaret etmektir” diye bir de not koymuştu. Emir Semseddin, gazelden çok hoşlanmış. Şeyh Sadî’ye de onun Konya’ya gitmesini sağlayacak kadar dünyalık ihsan etmişti.

Sadî böylece Konya yoluna düşmüştü.

“Acayib’ül Buldan” adlı esere göre. Şeyh Şadî-i Şirazî, Konya’ya Mevlâna’yı ziyarete giderken, yolda. Mevlâna üslûbunda bir gazel yazmayı düşünmüş ve; “Sermest eğer der ayi âlem behem ber âyed” diye bir mısra söylemiş, fakat arkasını getirememişti. Konya’ya ulaştığı gün, doğruca Mevlâna’nın medresesine koşmuş, daha kapıdan girer girmez Mevlâna. “Hâk-i vücûd-u mara gerd-ez adem ber âyed” diyerek ikinci mısrası söylemiş.beyti böylece tamamlamış, bununla da kalmayarak bu beyitle başlayan uzun gazelini okumuştu, ilk beytin anlamı sudur:

“Eğer sarhoş olarak içen girersen, âlem birbirine karışır” “Bizim vücudumuzun toprağı, yokluk tozundan meydana gelir” Sadî, Mevlâna ile böyle karşılaşmış, günlerce sohbet etmişlerdi. Yine bir başka rivayete göre. Sirazlı Şeyh Sadî, “Gülistan” adlı eserini yazdıktan sonra Konya’ya gelmiş, Mevlâna’yı ziyaret ederek, eserinin bir nüshasını takdim eylemişti. Ertesi günü Şeyh Sadî, eseri hakkında Mevlâna’nın fikrini sormuş. Mevlâna’da:

— Binemek…

Yani, “tuzsuz” demişti. Sadî’nin yüzünde bir hüzün belirmiş, “Nasıl olur?” der gibi yaşlı gözlerle Mevlâna’ya bakmıştı. Mevlâna sözüne bir kelime daha eklemiş:

— Helvaest..

Yani, “helvadır” demiş, tuzsuz ama helva gibi tatlıdır, helvaya tuz atılmaz, demek istemişlerdi.

Sirazlı Şeyh Sadî, bu sözlerden memnun olmuş. Mevlâna’nın ellerini öpmüştü.

Bu rivayetlerin birleştiği noktalardan biri Şeyh Sadî Şirazî’nin Mevlâna yi ziyaret maksadı ile Konya’ya gelmiş olduğudur. Ömrünün otuz yılını seyahatle geçiren ve birçok memleketleri dolaşan Şeyh Sadî’nin Mevlâna’nın sağlığında Konya’ya gelmesi ve O’nu ziyaret etmiş olması hiç te uzak bir ihtimal değildi. Nitekim, iran’da Mevlâna üzerinde ciddî araştırmalarda bulunan ve eserlerini yayan Prof. Furûzanfer. bu konuda geniş bilgiler verdikten sonra, “Mevlâna ve Şeyh Sadî. bu iki ulunun görüştüğünden asla şüphe edilemez” demektedir.

Mevlâna’yı ziyaret için. Şiraz’dan İsfahan’dan, Buhara’dan, Semerkant’tan pekook bilgin ve mutasavvıf Konya’ya geliyordu. Mevlâna’dan sonra da geleceklerdi..

Mevlâna Ve Hacı Bektaşi Veli

Mevlâna’nın yaşadığı devir, tasavvuf vadisinin Anadolu’ya açıldığı. Anadolu’da filizlenip, kökleştiği. dalbudak saldığı bir devirdir. Şeyh Ömer Şühreverdî, Muhyiddin Arabî, Fahreddin İrakî, Necmeddin Dâye gibi tasavvuf büyükleri Anadolu’ya gelmiş, saygı ve sevgi görmüşlerdir. Bu devirde Horasan’dan Anadolu’ya gelerek yerleşen erenlerden biri de Bektaşi tarikatının pîr’i Hacı Bektaşi Velîdir.

Hacı Bektaşi Velî, 1209 yılında Nişapur’da doğmuş, Hoca Ahmed Yesevî’nin halifesi Lokman-ı Perendî’nin dervişi olmuş, onüçüncü yüzyıl ortalarında, birçok mutasavvıflar gibi Anadolu’ya göçerek, bugünkü Hacıbektaş kasabasının bulunduğu Suluca Karahüyük’te yerleşmiştir. Bir süre sonra. Babaî’lerin reisi Baba İshak’ın halifesi olan Hacı Bektaş-ı Velî, Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev II. tarafından Babaî isyanlarının bastırılmasından sonra, etrafına toplanan   Türkmen aşiretlerini irşada başlamış, kısa zamanda büyük bir şöhret yapmıştır.

Biri Selçuklu devletinin başşehri Konya’da daha çok aydın bir çevreye, diğeri Kırşehir taraflarında halk topluluğuna seslenen bu iki kutup. Mevlâna Celâleddin ile Hacı Bektaşi Velî’nin aralarında manevî bir bağın bulunduğu, birbirlerini tanıdıkları şüphesizdir. Her iki pîr’in de meşrep bakımından ayrılsalar bile yollan aynıdır. Hiçbir zaman tarikat kurucusu olmadıkları halde vefatlarından sonra, kendi adlarına kurulan Mevlevilik ve Bektaşîlik tarikatları aralarındaki rekabet yüzünden, bunları birbirine karsı gibi göstermiş, birbirlerinden ayırmaya çalışmıştır. Bir destan havası içinde Hacı Bektaş’ın menkıbelerinden bahseden velâyetnâme’ye göre. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, Hacı Bektaş’tan feyz alan, ona uyan bir derviştir. Velâyetnâme’ye göre, Hacı Bektaş’ın 133 gösterdiği kerametler. Mevlâna’dan çok üstündür. Mevlevi menkıbelerinde ise, her ikisi arasındaki münasebetler daha ağırbaşlı, daha âlımanedir. Her iki tarafın menkıbelerinde müşterek olan taraf ise. bu iki tasavvuf pir’inin zaman zaman birbirlerine dervişler göndermeleri. gönül anıp gönül vermeleridir.

Bu rivayetlerden birine göre. Harı Bektaş müridlerinden Baba İshak’ı Konya’ya göndererek su haberi iletmiştir.

— Eğer hakikat eriyse ve hakikati bulduysa, âleme ne diye gürültü salıyor, yok hakikati bulamamışsa ne diye aramıyor?

Baba İshak. Karahüyük’ten Konya’ya gelmiş ve Mevlâna’nın huzuruna girmişti. Bu yıllar Mevlâna’nın coşkunluk devresidir. Semâ etmekte, gazeller söylemektedir. Baba İshak’ı görür görmez:

— Dostu görmediysen ne diye aramıyorsun, sevgiliye ulaştıysan ne diye çalıp çığırmıyorsun?..
diye başlayan bir gazeli okumaya başlamıştı. Bu gazeli kendisine ve pir’i Hacı Bektas-ı Velîye bir cevap sayan Baba Ishak, hiçbir şey söylemeden, geri dönmüş. Kırşehir yolunu tutmuştur.

Kırşehir Beyi Nureddin Cacaoglu da Hacı Bektaş-i Velînin müridleri arasındaydı. Yine “Menakıb” kitaplarının verdikleri bilgilere göre. Nureddin Cacaogiu bir gün şeyhi Hacı Bektaş’a:

— Şeriata uymak ve namaz kılmak gerektir. Halbuki siz bunları yerine getirmiyorsunuz.. demişti. Bunun üzerine. Hacı Bektas abdest almak üzere derhal su istemiş. Cacaoğlu da ibriği, çeşmeden doldurarak getirmişti. İbriği döktüğü zaman su yerine kan akmıştı. Cacaoğlu, şaşırmış. Hacı Bektaş-i Velîde:

— Görüyorsun ya, bununla abdest alınmaz., diyerek ibriği itmişti.

Anlatılan bu olay üzerine, Mevlâna şöyle dedi:

— Temizi pislemek, berrak suları kana çevirmek önemli değil. Asl olan, kanı berrak suya çevirmektir. Mürşid ona derler ki şarabı şerbet yapsın. Mürşid odur ki, bakırlaşmış gönülleri tam ayar altına çevirsin. Mürsid. müşkülün hal kapısıdır.

Olay doğru veya yanlış.. Mevlâna’nın cevabında Mevlâna’nın rnürşidliginin ta kendisi görülmekte.. Şenıs’te de bu var. bu anlayış var. O’nun “Mâkalât” adı eserinden alınan şu sözler bu anlayışın tam ve olgun ifadeleri:

— Marifet, kalbin Allahya yönelişi. Allah ile bir olmasıdır. Diriyi öldür, bu marifet değildir. Ölüyü diriltebiliyor, cahili âlim yapabiliyor musun? Ham ruhları pisirebiliyor. ona yeni bir sekil verebiliyor musun? İste ilâhî hüner buradadır.
Mevlâna ile Hacı Bektas-ı Velî arasında geçtiği tahmin edilen olaylar, sohbetler uzar gider. Ne var ki bunlar tarikatlar teşekkül ettikten sonra sövlenrnis “Menakıb” kitaplarına geçmiş sözler. Bunları büyütmek, bunları sürdürmek, her iki mürşidin de ruhlarını üzer.

Aslolan fikirdir, mânâdır. Mevlâna, Konya’da bulduğu yüksek kültürlü bir ortamda, fikirlerini, devrin yüksek edebiyat dili olan farsça ile vermiş, eserler ortaya koymuştur. Hacı Bektas’in etrafında ise öz be öz Türkler, göçebe Türkmenler, daha doğrusu Anadolu halkı vardır. Onlara, onların anlayacağı “Türkçe” ile seslenmiştir. Bu sözler zamanında derlenip toparlanmadığı için de büyük eserleri yoktur. Hacı Bektas. bütün edebi gücüyle, hüneriyle eser yazsa bile bunu okuyup anlayacak çevresi yoktur. Bu bakımdan birisi halka, öteki aydına rehberlik etmiş ve birbirlerini tamamlamışlardır. Ama ne yapalım ki, vefatlarından sonra kurulan tarikatlar, onların yollarını ayırmış, birbirlerini kınar, birbirlerini kırar duruma düşmüşlerdir. Mânâ bir tarafa itilmiş. şekiller, kalıplar yerleşmiş, bu sefer de rekabetler başlamıştır.

Yoksa devrinde Hacı Bektaş-ı Velî, Mevlâna’ya saygı duyan ve onun gerçek dostları arasında bulunan bir mürşiddir. Devrin mutasavvıfları arasında kutup yıldızı gibi parlayan Mevlâna’yı takdir etmektedir.

Hacı Bektaş’ın halifesi Baba İshak’ın torunlarından Elvan Celebinin elimizdeki tek nüsha “Menakıbnâme” sinde Mevlâna şu sözlerle övülmektedir:

Ol Celâl, ol kemal. İbn-i kemâl llnı-ü erıuar içinde bedr-i rnisal Rahmetullahi aleyhi Mevlâna Mahz-i gene i revan idi cana

İşte bu sevginin belgesi, işte bir örnek… Söz burada biter..

Mevlâna Dostu Mahmud Hayrani

Devrinde Mevlâna’yı seven ve ondan aldığı feyzle adlarını ebedilestirenler arasında bugün Akşehir’de türbesi bulunan Seyyid Mahmud Hayranî de vardır. Mevlâna’dan beş yıl önce, 126S’de vefat eden Seyyid Mahmud, Mes’ud Paşanın oğlu olup, Hayran’dan Anadolu’ya göçmüş. Konya’ya gelerek yerleşmişti. Mevlâna nın âşk kapısına tapulandıktan ve ondan feyz aldıktan sonra, “destur” istemiş; Akşehir’e giderek, orada “inziva”ya çekilmişti. Yüreğinde kaynayan âşk volkanı O’nu rahat bırakmamış, eezbevle dağlara düşmüş, bir süre başıboş dolaştıktan sonra, meczup bir halde yine Akşehir’e dönmüştü.

Mevlâna, çok sevdiği ilâhi sırlarla bezenmiş bu coşkun dervişini sık sık sormuş, O’ndan haberler almış, habercilerle hal ve hatırını sormuştu. Yine bir yün. Akşehirli Şeyh Sinaneddin. Konya’ya gelerek Mevlâna’nın ziyaretinde bulunmuştu. Mevlâna O’na.

— Ne var. ne yok. Seyyid Mahmud’umuz ne halde? diye sormuştu. Şeyh Sinaneddin:

— Onu tilki gibi. sacı sakalına karışmış bir halde, bir köşede pinekler gördüm. Sizin âleminize gözleri kapalıydı.

Mevlâna bu sözlere sadece gülümsemiş, hiçbir şey söylememişti. Şeyh Sinaneddin, birkaç gün sonra Akşehir’e dönmüş. Seyyid Manınud’u çarşının ortasında uyur görmüştü. Yanına yaklaşarak ayağıyla dürttü. Gözlerini açan Seyyid Mahmud. karşısında Şeyh Sinaneddin’i görünce:

—  Ey Sinaneddin. Biz, hür insanların sultanı Mevlâna’nırnızın devrinde tilki olmayı canımıza minnet biliriz., dedi ve tekrar uykusuna daldı.

Şeyh Sinaneddin hayretler içindeydi. Tekrar Konya’ya geldiği zaman Mevlâna ona:

— Âlemde kalbi uyanıklar çoktur, bilinmez., demiş ve ateşli gazellerinden birini okumuştu.

Seyyid Mahmud Hayranı vefat ettiği zaman Mevlâna çok üzülmüştü. Akşehirliler ona güzel bir türbe yaptırdılar. Mezarının üzerine de ahşap işleme bir sanduka yerleştirmişlerdi. Sandukanın üzerine Mevlâna’nın en güzel gazelleri yazılmıştı. Bu gazellerden biri söyle başlıyordu:

“Aşk kılıcı ile öl ki. ebedi ömre kavuşasın. Hayatta olanlar, bu âşk kılıcının kokusunu alamazlar. Hayatta iken taat ve ibadetten kendine bir elbise yap. Ölüm. üzerinden dirilik elbiseni aldığı zaman, çıplak kalır, rüsvay olursun. Dostum, eğer ebedi dirilik istiyorsan, ölmeden evvel öl..”

Seyyid Mahmud Hayranî’nin Akşehir’deki türbesi, daha sonra yapılan Mevlâna Türbesine örnek olmuş, belki de her ikisi aynı mimarın elinden çıkmıştır. Mevlâna hayranları, yüzyıllar boyunca Konya’da Mevlâna Türbesini ziyaret ettikten sonra. Karaman’daki Mevlâna’nın annesine ait Mader-i Mevlâna Türbesini, Akşehir’deki Seyyid Mahmud Hayranı Türbesini de ziyareti gelenek haline getirmişlerdir.

Seyyid Mahmud Hayranî. kaynağını Mevlâna’dan alan bir cezbenin devrinde timsalidir.

Mevlâna’nın Dili Üzerine

Orta Asya’nın Türkistan ve Horasan bölgelerinde yaşayan halkın büyük bir kısmı Türk. bunların ana dili Türkçe’dir. Bugün dahi, Azerbaycan’dan doğuda Çin şeddine kadar bütün bir Orta Asya’yı içine alan geniş bölgelerde, hiçbir engelle karşılaşmadan rahatça Türkçe konuşabilir, Türkceyı değişik lehçeleriyle her yerde bulabilirsiniz. Bu bölgede Oğuz Türklerinin, XI. Yüzyılın başlarında kurdukları Büyük Selçuklu Devleti, kısa zamanda gelişip yayılmış. Türk dili de. geniş ve yaygın Türk topluluklarının dili olarak tarihi seyrini sürdürmüştür. Büyük Selçuklu Devletinin Horasan. İran. Suriye ve Anadolu Selçukluları adıyla dört kola ayrılmasından sonra da durum değişmemiş. Türkçe, Arap ve Fars dillerinin kuvvetli baskısı altında, varlığını geniş halk yığınları, aşiret ve boylar arasında koruyabilmiştir.

Türklerin çoğunlukta olduğu ve Parsların çok az sızabildikleri Orta Asya’nın Türkistan ve Horasan bölgesinin ünlü kültür merkezi Belh şehrinde dünyaya gelen ve pek gene yaşındayken Baha Veled’le birlikte Anadolu’ya göçen, yine bir kültür merkezi Konya şehrine yerleşen Mevlâna Celâledciin’in ana dili, soyca sopca Türk olusuyla da şüphesiz Türkçe’dir. Bunun aksini düşünmek, biraz tarihi, tarihin seyrini, Mevlâna’nın doğduğu bölgenin etnik karakterini bilmemek olur. Ne var ki, islâm dininin etkisi ve İslâm halifesinin İslâm devletleri üzerindeki manevi nüfuzu ile Arapça devlet diline hâkimdir. Resmi yazışmalar, fermanlar, beratlar, vakfiyeler, kitabeler Arapça ile yazılmakta medresede Arapça okunulmakta öğretilmektedir. Bunun yanıbaşında Farsça, işlenmiş bir dil olarak tasavvufa ve edebiyata girmiş, kültürlü ve enteilektüel tabakanın bilmesi, okuması, yazması gereken bir dil olmuştur. Mevlâna da daha tahsil çağının eşiğinde bu iki dille karşılaşmış, babasından ve hocalarından Arapça ve Farsça’yı öğrenmiş, bu dillerde yazılan eserleri okumuştur.

Anadolu’nun Selçuklular eliyle Türkleşmesinden sonra, kalabalık bir Rum halkın oturduğu bölgelere, aralıksız Türk akınları olmuş. Orta Asya’dan getirilen veya Moğol akınlarının şerrinden kurtulmak için kendi arzuları ile göçen Oğuz Türkleri yer yer Anadolu’ya yerleşmiş, bu aşiretler Anadolu’da köyler, kasabalar kurmuş, kısa zamanda yerli halkı aralarında eritmiş, İslâmlaştırmış veya onları azınlık durumuna düşürmüşlerdir. Böyle bir ortamda Mevlâna, ana dili olan Türkçe ile, Konyalı müridlerine seslenirken, azınlıklarla da ilişiğini kesmemiş, Rumca’yı öğrenmiş, hattâ Rumca şiirler söylemiştir

Evinde, ailesi ve çocuklarıyla, halkla günlük konuşmalarında, vaazlarında Türkçe konuşan Mevlâna, eserlerini devrinin icabı alarak Farsça, bazılarını da Arapça yazmış, yazdırmıştır.

Mevlâna’nın eserlerindeki Farsça’nın, bir Anadolu Farsçası olduğu. Mevlâna’nın bu dili sonradan öğrendiği üzerinde bilginler, zaman zaman durmuşlardır. Bunlar arasında yer yer Türkçe şiirleri. Türkçe beyit ve ibareleri vardır. Bunlara Divân-ı Kebir ve Mesnev’ adlı eserlerinde rastlanır. Bu konuda Martinovitz, Salemann, Veled Çelebi (İzbudak), M.Serafeddin Yaltkaya. Mecdud Mansuroğlu gibi bilginler geniş araştırmalar yapmışlardır. Tarihçi Necip Asım’a göre, Mevlâna’nın Türkçesi, daha çok Kıpçak Türkcesi’ne, Mansuroğlu’na göre de Oğuz lehçesiyle veya onların yakın şiveleriyle konuşan Türk kabilelerinin şivelerine benzemektedir.

Mevlâna. Mesnevi’sinde, “Amaç. armağan, aş, götürü, kışlak, yaylak, konuk, sınır. Allah, töre, ulak. yasa. yurt” gibi öz Türkçe kelimeleri ustalıkla kullandığı gibi, Divan-ı Kebîrinde;

Okçulardır gözleri Hoş nişandır kaşlar; Öldürür yüz suvari Kimdir ol Alparslan. veya “Şems” mahlası ile bastan başa Türkçe, 22 beyittik bir gazelinde:

“0! kim gide uzak yola gerek azık ala bile Almaz ise yolda kala. irmeye hergiz menzile” şeklinde öz Türkçe şiirler söylemiştir.

Mevlâna bir sanatçı, bir şair. hattâ çok kere söylendiği gibi bir filozof değil, gerçek bir sûfidir. Sonsuz bir âşk ve coşkun bir âşk ve coşkun bir vecdle tasavvuf yolunda ilâhî mürşiddir. Fikir ve düşüncelerini öğretmek için çevresinden, günlük olaylardan, okuduğu, kitaplardan, dinlediği hikâyelerden faydalanmış, örnekler vermiş, ele aldığı konulan, âyet ve hadislere bağlamış, Türk Atasözleri ve tabirleriyle bezemiştir O’nun eserlerinde:

Ateş olmayan yerde duman tütmez. Ağlamayan çocuğa meme vermezler. Ne ekersen onu biçersin Vakitsiz öten horozun başını keserler. Zaman sana uymazsa, sen zamana uy. Yıkık köyden haraç alınmaz gibi. bugün de atasözlerimiz arasında yaşayan, öz be öz yüzlerce Türk atasözü yer yer serpiştirilmiştir. Yine eserlerinde, halk tâbirleri, Türk gelenekleri, örfleri, inançtan ile ilgili pekçok konulara geniş yer verilmiştir. Bütün bunlar incelenmeden, Mevlâna, eserlerini Farsça yazdı diye, onu bu dillerle konuşan milletlere maletmek ilmî gerçeklere uymaz/yanlış olur.

Mevlâna. Türk Milletinin bütün bir insanlığa yayılan ölümsüz armağanıdır.

Sözlerimizi O’nun şu rubâî’si ile bağlamak isteriz:

“Yabancı bellemeyin, ben de bu ildenim.”

“Sizin ocağınızda kendi ocağımı arıyorum”

“Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim.” “Hindu soyuyorsam da. gerçekte aslım Türktür benim..”

Vakit Yaklaşıyor, Hak’ka Vuslatı Özlüyordu

Yıllar birbirini kovalamış. Mevlâna’nın soluk buğday benzi hafifçe sararmış, kısa ve düzgün sakalındaki kırçıl tellerin sayısı artmıştı. Uzun ve zayıf vücudu, tevazu ve hiçlik duygusu içinde hafifçe öne eğilmişti. Geceli, gündüzlü yazılan Mesnevi, devamlı riyazet, vücudunu yormuştu. Yalnız gözleri, iri elâ gözleri, asla parıltısını kaybetmemişti. Ruhundaki, asla sükûn bulmayan coşkun, cezbeli âlemin aynası olan bu gözler, celâl nurları saçıyor, onlara kimse, dikkatle bakamıyordu.

Mesnevi’nin yazılması bitmişti. Vazifesini tamamlamış insanların huzuru içinde bu âlemden ayrılmak ister gibi bir hâli vardı. Dostları bunu hissediyorlardı. Son gazellerinde ise. mutlak varlığa bir an önce kavuşmanın heyecanı ve özlemi görülüyordu.

1273 yılının sonbaharıydı o günler.. Konya’da sık sık depremler oluyor, halk sokaklara dökülüyor, gecelerini çadırlarda geçiriyorlardı. Gene büyük bir deprem olmuş, yer yerinden oynamıştı. Mevlâna o gün:

— Korkmayınız, yerin karnı acıktı. Son günlerde yağlı bir lokma istiyor.. İnşallah muradına çabuk vasıl olur da siz de üzüntüden kurtulursunuz… demişti. Bu depremden birkaç gün sonra da yorgun bedeni, artık bir daha doğrulmamak üzere yatağa düştü. Devrin tanınmış doktolarından Nahcıvanlı tabip Ekmeleddin ve Gazanferî, hastanın başucundan ayrılmıyor, ilâç üstüne ilaç yapıyorlardı. Yüksek ateş, nabızdaki düşüş bir türlü giderilememiş, hastalık kırk gün uzamıştı.

Konya üzüntü içerisindeydi. Basta. Selçuklu sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev III. olmak üzere, vezirler, emirler, bilginler ve halk ziyaretine koşuyor. O’nun mübarek yüzünü bir kere daha görmek istiyorlardı. Bir gün de, yakın dostu Sadreddin Konevî gelmiş, âcil şifalar dilemişti. Mevlâna:

— Allah sizlere şifalar versin. Âşıkla maşuk arasında bir kıl inceliğinde gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyunup çıkarmamı ve Hak vuslatına ermemi, nurun nura kavuşmasını istemiyor musunuz? dedi, sonra da:

“Ben bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Şimdi, öuslat mertebelerinin burcunda salınmadayım..

Sen ne bilirsin iç âlemde nasıl bir padişahla düşüp kalkmadayım? Altın gibi sapsarı benzime bakma, demirden bir ayağım uar benim.Beni buraya getiren o padişaha tamamiyle tüz tuttum. Beni yarattığından duayı binlerce şükürler olsun O’na…” diye başlayan gazelini okudu Son gazelleriyle bunlar. Ölümü, Hak’ka vuslatı istiyor:

“Gerçekten haberi olarak ölen âşıklar. liak’kın huzurunda şeker gibi erirler, tatlı tatlı ölürler.

“Elest” kitabından âb-ı hayat içerler de bir başka işveyle ölürler onlar…” diyordu.

İNSANLARIN HAYIRLISI, İNSANLARA FAYDALI OLANDIR…”

Eşi Kerra Hatun, bu hastalığa, herkesten fazla üzülenler arasındaydı.

— Keske, diyordu. Mevlâna’nın yüzlerce yıllık ömrü olsaydı da dünyayı hakikat ve mânâ incileriyle doldursaydı..
Mevlâna bu sözler üzerine:

— Niçin yüzlerce yıllık ömür? Bizi ne sandın?Biz ne Firavun, ne de Nemrud’uz. Bizsiz bu yalan dünyada huzur ve karar nasıl olur? Biz başkalarına faydalı olalım diye bu dünya zindanında kaldık. Yoksa, kimin malını çalmışız ki. mahpus kalalım? dedi. Sonra yatağının bas ucunda toplanan dostlarını şu sözleriyle teselli etti:

— Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Ne halde olursanız olun, sizinle beraberim. Hz. Peygamberimizin, “Benim ölüm de, dirim de sizin için hayırlıdır” buyurduğu sözünü ben aynen tekrar ediyorum. Bunun mânası, benim dirim doğru yolu göstermek, ölümüm de yardım etmek içindir.

Sonra da şu vasiyete bulundu:

— Ben size, gizlice ve açıkça Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günâhlardan çekinmeyi, oruca, namaza devam etmeyi, şehvetten kaçınmayı, sefihlerden uzaklaşmayı, olgun ve bilgin kişilerle birlik olmayı vasiyet ederim. Sunu biliniz ki; insanların en hayırlısı, insana ve insanlığa faydası olandır.

İçlerinden birisi:

— Sizden sonra yerinizi kim alabilir, halifeniz kim olabilir, biz kime başvurabiliriz? diye sormuştu. Mevlâna yatağından hafifçe doğrulmuş ve:

— Çelebi Hüsameddin! demişti.

— Ya oğlunuz Sultan Veled için ne buyurursunuz? diyenlere de

— O,  hakikat pehlivanıdır, vasiyete muhtaç değildir., cevabını! vermişti.

Hastalık günden güne ilerliyor. Mevlâna gün gün çöküyordu. Sultan Veied, Celebi Hüsameddin başucundan bir an olsun ayrılmıyorlardı. Şuuru ve hafızası yerindeydi. Hattâ, bir ara, elli iki dirhem borcu olduğunu,hatırlamış, oğluna:

— Evde, birkaç altın kırıntısı olacak al, götür, helâllaş.. demişti. Alıcı ise altınları kabul etmiyor, hakkı varsa helâl ettiğini söylüyordu. Haber Mevlâna’ya ulaştığı zaman, ferahlık içinde:

— Alemlerin Rabbına hamdolsun. bu korkunç belâdan kurtuldum… demişti.

Çelebi Hüsameddin:

— Namazınızı kim kılsın? diye sormuştu. Bir ara Mevlâna hafifçe

— Şeyhi Sadreddin Konevî hepsinden evlâdır… buyurmuşlardı. Hazırlık tamamdı, günler yaklaşıyordu, düğün günleri..

Güneş, İrfan Güneşiyle Birlikte Gurub Etti

Sultan Veled, yatağının basucunda. sevgili babasının ateşler içinde yanan ellerini soğuk sularla yıkıyor, yaşlı gözlerini göstermemek için bakışlarını başka yöne çeviriyordu. Kerra Hatun, kızı Melike, diğer oğlu Emir Âlim Çelebi yanıbaşındaydı. Çelebi Hüsameddin’le birlikte, bütün aile günlerden beri uyku dünek görmemişlerdi.

Son gece Mevlâna yatağından doğruldu. Yüzünde ilâhî bir neşe, tatlı bir mahzunluk vardı. Baş ucunda bekleyen oğlu Sultan Velede:

— Veled, oğlum… Ben iyiyim artık.. Git, yat. Biraz dinlen.. dedi. Sultan Veled istemeyerek itaat etti. Mevlâna arkasından kesik kesik son gazelini söylüyordu:

“Git başını yastığa koy, yat; bırak beni, şu geceleri dönüp dolaşan yanmış biçâreyi..

Biz gecelen ta sabahlara kadar sevda dalgaları arasında bocalar dururuz istersen gel bağışla bizi. istersen git. cefâ et bize… Benden kaç da sen de belâya uğrama: selâmet yoluna. Gözyaşları dökerek gam bucağında sürünüyoruz. Akar] gözyaşlarımızın yolunda, yüz yerde yüz değirmen kur.

Kuvvetli biri var ki, bizi çekip götürmede; mermerden bir gönül var onda. adamı alır, götürür de kimse ona hesap bile soramaz..

Güzeller padişahına, âşıklara vefa vacip değil: ey yüzü sararmış âşık, sen sabret, sen vefakâr ol.

Bir dert ki, ölümden başka devası yok; artık ben nasıl olur da derde çare bul diyebilirim…”

Ertesi gün, iyi görünüyordu, ama bu görünüşte sevgili Allah’ına bir an evvel kavuşmanın heyecanı vardı. Artık ebedilik fermanı yazılmış, Mevlâna bu fermanı çok önceden okumuştu:

“Ben o padişah değilim ki, tahttan ineyim de tâbuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir..” diyordu.

O gün, 17 Aralık 1273 Pazar günüydü. Mevsim kış olmasına rağmen parlak bir güneş ağır aheste, Konya’nın batısındaki Takkeli dağlara doğru süzülüyordu. Yatağın başında Sultan Veled, sağında Hüsameddin Çelebi.. Mevlâna biri öz, diğeri mânevi iki sevgili oğluna yaslanmış, dudaklarında kelime-i şehadet, vuslat anını bekliyordu.

Akşama yakın, güneş Takkeli dağlarda gurup ederken, beri yanda bir irfan güneşi de fânî âleme “Can ve Beka âlemi”ne kanat açıyordu.

Yarabbi! Bu ne bekleyiş, bu ne arzu. bu ne tatlı ölümdü!

Rabbiııe şöyle sesleniyordu:

“Canı, sen aldıktan sonra, ölmek şeker gibi tatlı.. Seninle olduktan sonra, ölüm tatlı candan daha tatlı..”

Akşam ezanıyla birlikte bir feryattır koptu Konya’da.. Mevlâna, bu diyardan o diyara göçtü..

Bu feryat dalga dalga sardı şehri.. Günlerden beri için için ağlayan şehir, şimdi hıçkırıklarla boşalıyordu. Uzun kış gecesi uykusuz geçti. Cenaze ertesi gün kaldırılacaktı. Son hizmetler yerine getirildi.

Mevlâna’nın medresesinden gelen hafızların yanık sesleri,hıçkırıklara karışıyor, gecenin bitimiyle yeni bir sabah daha başlıyordu.

Mevlâna’nın Cenazesi Sabah Erkenden Hazırlanmıştı

Sabahın erken saatlerinde, minarelerden yükselen sala sesleri şehri bir daha sarstı.. Mevlâna’nın yakın dostlarından İmam İhtiyareddin, cenazeyi teneşire çıkardı. Kendi eliyle yıkıyor, teneşirden dökülen sulan dervişler, bir damla bile yere düşürmeden topluyorlardı Cenaze kefenlendi, tabuta kondu. Medresenin avlusundan dışarı çıkardıkları zaman, işte kıyamet o anda koptu.

Konya, tarihi boyunca böyle çeşitli, böyle renkli bir kalabalığa sahne olmamıştı. Sultanlar, emirler, bilginler, cahiller, imamlar, papazlar, siyahlar, beyazlar, her sınıf halk, her dinden, her mezhepten insan.. Irklar, sınıflar ve dinler ilk defa burada, Mevlâna’nın medresesinin önünde bir araya gelmişlerdi. Rubaîsindeki, “Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin.. Kâfiri, putperesti, mecûsî’si gelsin” mısraı bugün için söylenmişti bugün için, bu düğüne davet olunmuşlardı sanki..

Tabut omuzlar üzerinde yükseldiği zaman, bir vaveyla koptu. Halk hücum etmiş, tabuta el sürebilmek için birbirlerini çiğnemişlerdi. Sıkışıklık son dereceyi bulmuştu. Tabutu taşıyanlar oldukları yerde kalmışlar, bir adım olsun ilerleyememişlerdi. Buna bir çare bulmak lâzımdı. Ama nasıl? Halk’tan ileri gelen birkaç kişi kalabalığa haykırdı:

— Müslüman olmayanlar çekilsin.

Mümkün değil. Kimse yerinden kımıldamıyor, üstelik kalabalık gittikçe büyüyordu. Müslümanlardan bir grup biraz ileride cenazeyi bekleyen Başvezir Sahip Ata Fahreddin Ali ile Emir Süleyman Pervaneye şikâyette bulundular:

— Mevlâna, müslümanların şeyhidir. İsevîler, Museviler, diğer din sakinlerinin aramızda işi ne? Bunlar ne yüzle cenazeye geliyorlar? Çekilip gitsinler, biz de rahat rahat vazifemizi yapalım..
Bunu işiten papazlar, hahamlar atıldılar:

— Hayır, bu din padişahı bizim reisimiz sayılır. Biz, Musa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatim, onun açık sözlerinden anladık. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz peygamberlerin hareket ve kişiliğini O’nda gördük… Siz müslümanlar, Mevlâha’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de, zamanın Musa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl O’nun muhibbi iseniz, biz de O’nun muhibbi ve müridiyiz. O, “Yetmiş iki millet sırrını bizden işitir. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney’iz..” demedi mi? Söyleyiniz; demedi mi?

Bir başka papaz ağlayarak:

— Mevlâna insanlığa, insanlar üzerinde inayet ışıklan saçan bir hakikat güneşidir. Güneşi bütün dünya sever, bütün âlem onun nuruyla aydınlanır. Siz. güneşi, bizden nasıl olur da mahrum edebilirsiniz? Bir Musevi:

— Mevlâna ekmek gibidir. Herkes için ihtiyaçtır. Siz hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü?

Kim, ne diyebilirdi bu sözlere? Kuşluğa doğru tabut güçlükle yola düzüldü.

Sadreddin Konevî Üzüntüsünden Bayılmıştı

Cenazenin önünde hafızlar, müezzinler yürüyor, yüksek sesle Kuran ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Onların da önünde neyzenler, kudümzenler vardı. Kortej, ana caddeye çıktığı zaman, ortalık yeniden karıştı. Atlı muhafızlar, halkı sopalarla dağıtmak zorunda kaldılar; ama kim dinler? Hak; döğülmeye, ezilmeye çoktan razıydı. Yeter ki, Mevlâna’nın tabutuna bir kerecik el sürebilsin..

Mevlâna, Konya Kalasının doğusunda ve şehrin dışında bulunan gül bahçesine defnedilecekti. Daha sonra buraya, babası Sultan’ül Ulema, oğlu Alâeddin Çelebi, can dostu Selâhaddin-i Zerkûbi gömülmüş. Sultan tarafından hediye edilen “has bahçe” Mevlâna’nın ifadesiyle, “erenler bahçesi” olmuştu. Medrese’den buraya yaya, on onbeş dakikada gelinebilirdi. Şimdiyse cenaze saatlerdir yoldaydı. Kortej bir türlü ilerleyemiyordu. Birbirini çiğneyen kalabalık yüzünden, hem yol alınamıyor, hem de eller üzerindeki tabutu kimse bırakmak istemiyordu. Bu yüzden tabut, birkaç kez kırılmış, güçlükle tamir edilebilmişti. Neyse, ikindiye doğru tabut musalla taşı üzerine konabildi.

Cenaze namazı kılınacaktı. Mevlâna, namazının Sadreddin Konevî tarafından kıldırılmasını vasiyet etmişti. İhtiyar Sadreddin Konevî üzüntüsünden bitkindi. Gözyaşlarını içine akıtıyordu, dudaklarından dualar dökülüyordu. Muarrif. namazını kıldırması ve safların önüne geçmesi için, Konevî’ye:

— Buyurunuz.. dediği zaman, birkaç adım attı, sendeledi, sonra da olduğu yere yığılıverdi. Bayılmıştı. Durumu gören Kadı Sıraceddin. hemen ilerlemiş, safın önüne geçmiş:

— Er kişi niyetine… diyerek namaza durmuştu. O anda binlerce dil “tekbir” getirdi. Sanki dağ ve taş kıyamdaydı bu an.

Namazdan sonra, tabut tekrar omuzlar üzerinde yükseldi. Sevgili babası Bahaeddin Veled’in mezarı başına     getirildi.

Baba, sevgili oğlunu “ağuş”una basabilmek, kendisinden daha da yücelmiş bir irfan yıldızını karşılayabilmek için ayakta bekliyor gibiydi. Yahut gönüller onu böyle tasavvur ediyordu.

Aksam güneş batarken Mevlâna toprağa verilmişti. Aslında toprağa verilen boş bir kovan, bir cesetti. Mevlâna gönüllere ebediyyen yerleşmişti.

Konya sessizlik içindeydi. İçine kapanmıştı. Ertesi gün saraydan bir emir çıkmıştı. Kırk gün matem vardı. Bu kırk gün içinde, devrin adetine göre, sultanlar ve emirler ata binmeyecekler, kırk gün fakir fukara saray mutfağından yemek yiyeceklerdi.

Mevlâna’nın Medresesi’ndeki hücresi sırlanmıştı. Yalnız ne var ki, Mevlâna’nın çok sevdiği bir kedisi vardı. Mevlâna onu sever, okşar, o da O’nun yanından ayrılmazdı. Mevlâna’nın vefatından sonra kedi yemez, içmez oldu. Eriyip gidiyordu. Bir hafta sonra da onu hücrenin eşiğinde ölü buldular. Mevlâna’nın kızı Melike Hatun, kediyi kefenleyerek, babasının mezarı civarına defnetti.

Mevlâna’nın Ölüm Günü Gerdek Gecesiydi

Halk kafile kafile, Mevlâna’nın henüz bir mezartaşı dahi bulunmayan mezarını ziyaret ediyordu. O “Ölümümüzden sonra, mezarımızı yerde arama. Bizim mezarımız arif kişilerin gönülleridir” demesine rağmen, onu sevenler mübarek toprağını gözyaşları ile ıslatmaktan kendilerini alamıyorlardı. Oysa, Mevlâna için ölüm, yeniden doğuştu. “Bu yanda ölümdür ama, o yanda doğumdur” diyordu. Derin bir aşkla Hak’ka vuslatın doğumuydu. O halde ölüm günü, vuslat günü sevgilinin sevgiliye kavuşma günü, yani düğünü; gecesi de gerdek gecesiydi. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a dönüş” olarak vasıflandırılan ölüm, Mevlâna için yâre kavuşma, visal ve “Şeb-i Ârus – Gerdek Gecesi”dir.

Mevlâna, son zamanlarda söylediği bir gazelinde. “Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihanın derdi var sanma.. Bana ağlama,”yazık yazık, vah vah deme. Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah’ın sırası o zamandır, yazık yazık o zaman denir.. Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim, buluşmam, görüşmem o zamandır. Beni mezara koydukları zaman “elveda elveda” deme.. Mezar cennet kapısının perdesidir. Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir. Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır. Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında can’ın hapisten kurtuluşudur. Yere hangi tohum atıldı da bitmedi. Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun. Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı. Can Yusufu kuyuya düşünce, niye ağlasın. Bu tara/ta ağzım yumdun mu. o tarafta aç.. Çünkü artık, hayhuydan uzak. mekânsızlık ûlemindesin” diyordu. Bu “vuslat” zevki içinde Mevlâna, ölüm gününü bir gam. bir üzüntü günü olarak değil, bir zevk ve nes’e günü olarak kabul ediyordu. Diyor ki, “Eğer mezarımı ziyarete gelirsen, üstümeki toprak yığınını rakseder görürsün.. Ey kardeşim, meclisime de/siz gelme.. Çünki, Hudâ Meclisi’nde gamlı olmak, yaraşmaz. Çenem bağlanmış mezarda yatmadayım amma, ağzım sevgilinin ebedi sarhoşluğunu durmadan emmededir..”

O öyle söylüyordu ama Mevlâna’nın ardından gözyaşı dökmemek. O’na üzülmemek elde miydi? Yanıp yakınılmasını istemiyordu ama, bunu yapabilmek mümkün müydü?

Hak ve peygamber sevgilisi, insanlık âşığı, gönüller saltanı, mânâ eri Mevlâna Celâleddin, bir sevgi pınarı gibi gürül gürül kaynarken, birdenbire kaybolur da ardından ağlanılmaz mıydı? Ölümünden hemen sonra, büyük bilgin Sadeddin Konevî “O. mânâ gerdanlığının ortasında eşi bulunmaz bir inciydi. Ne yazık ki düşüp kayboldu..”diye döğünüyor, devrin ünlü şairi Bedreddin Yahya, “Derdinle ağlamıyan göz, yasınla yırtılmayan yaka hani.. Yemin ederim ki toprağın karnına senin gibisi düşmedi” diye inliyordu.

Kadı Sıraceddin ise. “Ecel dikeni senin mübarek ayağına battığı gün oturdu, feleğin eli benim başıma helak kılıcını vursaydı da böyle bir günde gözüm cihanı sensiz görmeseydi..” diyor, mersiyeler okuyordu

Mevlâna’nın Mezarı Üzerine Bir Türbe Yapılıyor

Şimdi Yaşayan Mevlâna Değil, O’nun fâni vücudu değil, mânâ idi. Mesnevi’sinde.”Zaten görünen beden, sonunda gitmek için kurulmuştur. Fakat, mânâ ebediyyen neşeli bir halde yaşayacaktır” beyiti, sanki bugün için söylenmişti. O vücud. Mevlâna’nın ifadesiyle, “Güneşin önündeki mum alevi gibi bir bakıma yoktur, bir bakıma vardır.” “Cüz’i” varlığı, “küllî” varlıkta kaybolmuştur. Şimdi Mevlâna, “Ben tenden soyundum. O hayalden soyundu. Artık vuslat ilinin en ileri makamlarında salınmadayım” (Mesnevi, c. 6.b.4619) diyordu. Ve geride kalanlara şöyle sesleniyordu Mevlâna, “Her günüm Cumadır, hutbem daimi.. Minberim yüceliktir, maksurem insanlık..”(c. 6, b. 873) Bir devir kapanmış değil, belki yeniden açılmıştı. Mevlâna hamken pişmiş.sonra da yanmıştı ama. O’nun tutuşturduğu ocak tütüyordu.Hem de alev alev, şimşek şimşek.

Dostları O’nun mezarı üzerine ilk otağı kurmayı, önce bir türbe yapmayı düşündüler. Mevlâna ise, mezarlara kim olursa olsun, türbe yapılmasını pek istemezdi. Mesnevi’sinin üçüncü cildinde. “Mezar yapma işi, taşla, tahtayla, keçeyle, kilimle olmaz. Kendine gönüllerde bir mezar kazman gerekir. Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak mânâ sahiplerince makbul değildir” diyordu. Hattâ, bir defasında Emir Taceddin Mu’tez, Mevlâna’nın Medrese’si yanında dostlarının oturması için bir (Dar’ül-uşşak-Âşıklar Yurdu) yaptırmak istemişti.

Mevlâna:.

— Biz. şu atlas kubbenin altında ev kuramamışız. Biz ebedîlik yurdunda, sevgi köşkünde otururuz…
demiş ve bu anlamda bir gazel söylemiş, fakat oğlu Sultan Veled’in ricalarına dayanamayarak medreseye birkaç oda eklenmesine rıza göstermiştir. Babasının mezarı üzerine bir türbe yaptırmak isteyen

Emir Pervaneye de:

— Şu gök kubbeden daha iyisini yapamayacağına göre, yenisini yapmaya zahmet etmeyiniz… demiş, müsaade etmemişti.

Diğer taraftan Mevlâna’nın menkıbelerini yazan Eflâkî Ahmed Dedeye göre mezarı üzerine bir türbe yaptırılması, Mevlâna’nın bir vasiyetidir. Eflâkinin eserinde, bir gün, Mevlâna’nın yanındaki dostlarına

— Bizim müridlerimiz’ türbemizi, uzak mesafelerden görünecek şekilde yüksek yapsınlar. Kim bizim türbemizi ta uzaklardan görerek tam bir inançla bizi hatırına getirirse O’nun nâmı iki cihanda aziz olacaktır. Tam bir aşkla, riyasız bir doğrulukla gelip türbemizi ziyaret eden bir kimsenin dileğini Yüce Allah yerine getirir, buyurduğu rivayet olunmuştur. Yine ayni esere göre Mevlâna’nın:.

— Bizim Türbemiz Konya şehrinin ortasında kalacak ve gayet de mamur olacaktır. O zamanın insanlarına bizim Mesnevimiz mürşidlik edecektir… dediği ifade edilmektedir. Her iki halde de, Mevlâna’nın vefatından kısa bir süre sonra. O’nun mezan üzerine bir türbe yapmak isteği artmış, aslında mezar, şimdiden bir ziyaret yeri olmuştu. Mevlâna’nın aziz hatırasını ebedileştirecek ve sevgisini anıtlaştıracak bir esere lüzum vardı. Gönüller, gönül sahipleri bu istekle yanıyorlardı. Ve bu istek bir gün kuvveden fiile çıkmıştı. Mevlâna’nın vefatından birkaç ay sonra O’na büyük bir saygı besleyen Emîr Alemeddin Kayser, bu istekle Sultan Veled’e başvurdu. Sultan Veled, uzun uzun düşündükten sonra:

— Pekâlâ ne kadar dünyalığın var? dedi. Alemeddin Kayser:

— Helâl malımdan otuz bin dirhem.

— Bu para az. nasıl yapabilirsin?

— Hele bir başlayalım, üst tarafına Allah Kerim..

— O halde tam bir doğruluk ve samimiyetle kararını ver. yapmaya başla..

Sanduka Üzerindeki Yazılar

Alameddin Kayser, hemen hazırlıklara başladı. Mevlâna’ya bir türbe yaptırılacağını işiten Emîr Pervane ve karısı Gürcü Hatun, bu kutsal işe harcedilmek üzere elli bin dirhem yardımda bulundular. On iki bin dirhem de Sultan Veled’le Çelebi Hüsameddin vermişti. Böylece doksan iki bin dirhemle inşaata başlanmış oluyordu.

Türbenin mimarı Tebriz Türklerinden Bedreddin adında, Mevlâna’ya bağlı, birçok fenlen bilen bir sanatkârdı. Âşk ve şevkle çalışıyordu. Diğer yönden. Türbe’nin iç süslemelerini. Selim oğlu Abdülvahid tamamlıyordu.

Türbe, önce. dört fil ayağı sütün üzerine oturan onaltı dilimli, dıştan çinilerle, içten kalem işi nakışlarla süslü bir kubbe olarak inşa edilmişti. Diğer yönden, mimar Abdülvahid, Mevlâna’nın mezarı üzerine konacak olan ahşap sandukanın projelerini çiziyordu. Sandukaya yazılacak olan kitabenin metnini Sadreddin Konevî hazırlamıştı. Sultan Veled’le Çelebi Hüsameddin de, Mevlâna’nın Divân-ı Kebîrinden gazeller, Mesnevi’sinden beyitler seçmişlerdi. İş, sanduka’nın işlenmesine kalmıştı. Konyalı Genak oğlu Hümameddin Muhammed adlı usta bir marangoz da bu işi üzerine aldı. Furunlanmış cevizleri oyarak işlemeye, yazıları yazmaya başladı. Kısa zamanda sanduka da tamamlanmış, Mevlâna’nın mezarı üzerine konmuştu. Bu muhteşem sandukanın baş tarafına “Âyet’ül-Kürsî” yazılmış, altına da şu kitabe işlenmişti:

“Rahman ve rahîm olan Allah adıyla.. Ve ancak Ondan yardım dileriz. İyi son kendilerini günâhlardan koruyanlar içindir. Allah’ın zalimlerden başka kimseye düşmanlığı yoktur. Şu istirahat (uyku) yerini, dinlenme yurdunu ziyaret eden kimse kutludur. Burası, doğu ve batı âlimlerinin sultanı, karanlıklarda parlayan, karanlıkları aydınlatan, Allah’ın parlak nuru, imam oğlu imam, İslâm’ın direği, celâl ve ikram sahibi olan Allah’ın huzur-u izzetine halkın kılavuzu, delilleri yıkılıp mahvolduktan sonra yeni baştan din alâmetlerini açıklayan, nişaneleri yıpranıp kaybolduktan sonra tekrar yakiyn yollarını aydınlatan, haliyle arş hazinelerinin anahtarı olan, sözüyle yeryüzü definelerini izhar eden, halkın gönül bahçelerini hakikat çiçekleriyle süsleyen, kemâl göz bebeğinin nûru. cemâl suretinin ruhu. âşıkların gözbebeği, bütün dünyadaki ariflerin boyunlarını sevgi gerdanlıkları ile bezeyen hakla bâtılı ayıran Kur’an sırlarını kavramış bulunan ve Allah bilgilerinin mihveri olan Mevlâna’nın uyuduğu yerdir.”

Kitabe, Arapça, edebi bir üslûpta yazılmıştı. Alt tarafında şu cümlelerle devam ediyordu:

“O, âlemlerin kutlusu olan, kâinattakilerin ruhlarını dirilten, Hak’kın, milletin ve dinin celâli, Allah habercilerimle peygamberlerin vârisi. Allah dostlarıyla kemâl sahiplerinin sonu. yüce rütbeleriyle, yüksek faziletler ve menkıbeler sahibi Belhli Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu Muhammed’dir. Allah’ın rahmeti, senası ve selâmı O’nun üzerine olun.”

Sandukanın arka yüzünde, ölüm tarihi ile sandukayı yapan sanatkârların adları yazılıydı. Yan cepheler Mevlâna’nın gazellerini ve Mesnevi beyitlerini ihtiva ediyordu.

Mevlâna’dan Sonra Yeni Bir Devir

Mevlâna’nın Türbesi tamamlanmıştı. Bu taştan, tuğladan bir yapı değil, âşıklar kâbesiydi. Mevlâna, “Yere hangi tohum ekildi de bitmedi?” diyordu. Şimdi o toprağa atılan tohumdu, yeniden bitecekti. Ve gerçekten, ölümden sonra filiz vermeye başladı. Arifin gönlünde, neyin nağmesinde, semâm mihverinde, şairin dilinde, dervişin hayalinde hep Mevlâna vardı. Yaşıyordu. Aydınlık, nurlu bir başlangıçla yeni bir devir açılmıştı. O günlerde şâir Gülşehrî:

Görmedik bir er ki, ölüp yitmedi, Ol Celâleddin cihandan gitmedi diye sesleniyor, Mevlâna’nın potasında pişen ve ölümünden sonra da Konya’dan ayrılan koca âşık Yunus emre:

Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır. diyerek, sade Türkçesiyle Mevlâna’yı dile getiriyor, şâirler O’nun âşkı ve heyecanıyla şiirler yazıyorlardı.

Sultan Veled, sevgili babasını ancak su sözlerle anlatabiliyordu. “Mevlâna gibi ne bir bina. ne de bir bilgin bulunur. O bizzat, baki olan sakiden ilâhî şarap içer. O’nun yanında gerek çirkin, gerek güzel hep açıktır. Gafiller gibi sofuluk taslayarak riya ile sakın huzuruna gitme.. O. aklın da fehmin de ötesindedir. İlimden de. nakilden de hariçtir. O’nun önünde bilgiçlikten, kurrâlıktan ne lâf edersin, o hüsn-ü cemâl denizidir, kemâl içinde kemâldir…”

O, Abdurrahman Molla Câmî’nin ifadesiyle, “peygamber değildir ama. kitabı vardır. Mesnevi’si onun yüce mertebesine açık bir delildir.” Ve Mevlâna, yüzyıllar boyunca buydu.O, aslında şeyhlik, pîrlik dâvası gütmemişti. Bir tarikat da kurmamıştı. İnsanlık için aydınlık, açık, huzur dolu, imanlı bir yol göstermiş, mürşidlik etmişti.

Ölümünden sonra sahibi olduğu âşk kürsüsü, erenler postu boş bırakılamazdı, bırakılmamalıydı. Mevlâna göçmüşse Mevlâna’lar vardı. Çelebi Hüsameddin, Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi vardı. Mevlâna’yı sevenler, onun yolunu yol bilip, izini izleyenler bir araya geldiler.

Çelebi Hüsameddin, erenler postunu. Sultan Velede teklif etti:

— Veled. babadan sonra uyulacak kimse, ancak sen olabilirsin. O’nun makamına oturmak sana düşer.. Çünkü senden daha ârif, daha iyi yol bilen yok.
Sultan Veled, içten gelen bir sarrrimiyetle itiraz etti:

— Hayır Çelebi, babam ölmedi, O’nun ruhu Allah civarında bâkî. Peygamberimiz, “Müminler ölmezler, ancak, bir diyardan bir diyara göçerler..” buyurmuşlardır.. Sen. onun zamanında halifemiz idin. Değişen birşey yok.. Şimdi de halifemizsin.. Sana uyarız, seni tanırız. Babamın postuna buyurunuz..

Çelebi Hüsameddin o gün Mevlâna’dan boşalan posta oturdu. Bu bir post değil, dost makamı idi..

Çelebi Hüsameddin, onun ölümünden sonra Sultan Veled. ondan sonra da oğlu Ulu Ârif Çelebi. Bunlar Mevlâna’dan sonraki Mevlevîliğin temel taşlan, kurucularıydı.

Âşk müzik ve semâ ile dolu yeni bir devir..Yeni bir devir, yeni bir devran, devir devir, devran devran..

Mevlevilikte Semâ Ve Mahiyeti

Ölüm gününü Hak’ka vuslat, “Düğün günü” sayan büyük Mevlâna’dan sonra oğlu Sultan Veled ve yakınları tarafından, Mevlâna’nın fikir yapısı ve düşünceleri üzerine “Mevlevi Tarikatı” kurulmuş ve bu edeb – erkân yolunu izleyenlere “Mevlevî” denilmişti.

Mevlevi kelimesi, Mevlâna’ya nisbeti ifâde etmekle beraber, Kur’ân-ı Kerim’deki “Nereye dönersen Allah’ın likasını görürsün” anlamında olan “tevellû” kelimesiyle de ilgili olduğu söylenir.

Mukabele denilen Mevlevi âyini, Mevlevî Dergâhlar’ndaki semahanelerde yapılagelmiştir. Tasavvufî anlamında ilâhî âşk ve cezbeyi Mutlak Kemal ve Hak’ka Vuslatı, vuslat yolunun derecelerini sembolleştiren mukabele, usûl ve erkânla yapılır. Semâhenelerde neyzen, kudümzen, âyinhân ve na’athanlar gibi musikî erkânının bulunduğu ve sıralarına göre yerini aldığı mutribin önünde semâ meydanı, onun da tam karşısında şeyh postu vardır. Postun ucundan semahane giriş ortasına kadar uzandığı farzedilen mevhum çizgiye “hatt-ı istiva” denir. Bu gerçeğe ulaşan, Vahdet’e giden en kısa yoldur. Bu çizgiye aslâ basılmaz.

Şeyh ise. bütün ilâhî sıfatlara mazhar olan ve postunda Mevlâna’yı temsil eden Hak ilminin ve “hakikat-i Muhammedî’ye”nin mümessilidir. Post, en büyük mânevi makamdır ve kırmızı renklidir. Kırmızı zuhur ve tecelli rengidir. Bilindiği gibi gece şafak denen güneşin batmasıyla zuhur eden bir kızıllıkla başlar. Hazreti Mevlâna da 17 Aralılk 1273 Pazar günü akşam üstü güneş gurûb edip, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden öte âleme, can ve beka âlemine göçmüştür. Gündüz güneş doğarken başlayan ve fecir denen kızılla belirir. Bundan doayıdır ki, mânevi makam post, bir vuslat ve tecelli rengi olarak kırmızıdır.

Mutrib erkânı, semazenler ve şeyh efendi yerlerine oturduktan sonra mukabelede ilkin na’athan tarafından “Na’at-i Şerif” okunur. Bestekâr Itrînin bestelediği Na’at-i Mevlâna Hazreti Peygambere en içli seslenişlerde bir övgü olup “Yâ Hazret-i Mevlâna, Hak dost..” diye başlar. Sonra ney taksimine geçilir, ney asıl vatanı olan kamışlığa özlemini dile getirir. Ney, insan-ı kâmilin sembolüdür, yanık, içli sesiyle Hak’ka vuslatın özlemini çeker.

Bundan sonra Sultan Veled devri denilen “Devr-i Veledi” başlar. Musikinin temposuyla, âdâp ve erkân üzere semahane ortasında, şeyh ve dergâh erkânı semâzenlerle üç devir olan bu merasim, karşılıklı görüşmek, yani baş kesmekle veya cemâl cemâle niyaz etmekle mutlak varlığın kemâl zuhurunu takdis etmektedir.

Şemâzenlerin başındaki külah mezartaşına, sırtındaki hırkası mezarına, tennuresi de kefenine işarettir. Onlar dünyadan soyunmuş, gayb âleminin aşk pervaneleridir.

Esasen, semahâne’nin sağı görünen, bilinen âlemdir, solu da görünmeyen bilinmeyen mânâ âlemi, semâzenler mânâ âleminin mânâ erleridir.

Devr-i Veledî. ölümden sonra dirilmeye, şeyhin rehberliği ve irşadı ile. ebedî hayata yönelmeye işarettir. Üç devir, tasavvufta “ilmel yâkin” yâni Hak’kı ilimle bilmeye, ikinci devir, “aynel yâkin” yâni görmeye, üçüncüsü de “Hakkel yâkin”, yâni Hak’la bir olmaya delâlet eder.

Şeyh birinci devri tamamlarken, kıdemce, en geri ve engeç, nevniyâz denilen semâzenle karşı karşıyadır. Birbirini baş keser ve böylece tevazuu en beliğ şekilde ifade ederler. Bu karşılıklı görüşme, ayrıca birbirinin gönül kıblesine secdeye varıştır. Üçüncü devir sonunda, şeyh postuna seçer, semâzenler de yerlerini alırlar..

Haktan Alır, Halk’a Saçarız

Devr-i Veledî’den sonra âyin başlar. Semâzenler usulünce hırkalarını çıkarır, yâni dünyevi gailelerden soyunur, mezarlarından sıyrılırlar. Bu sırada şeyh postun önüne doğru yürür, başkeser ve herkes ona uyar. Semâzenbaşı ilerleyerek şeyhin sağ elini öper, şeyh de onun sikkesini. Bu sema’a destur, yâni izin almaktır. Bundan sonra birer birer semâzenler şeyhle görüşür ve sema’a kanat açarlar. Semâ ederken kol açan semâzenin sağ eli dua eder gibi yukarıya, sol eli aşağıya açıktır. Bu. “Hak’tan alır, halk’a saçarız, hiçbir şeyi kendimize mal etmeyiz, görünüşte var olan, vasıtalık eden bir suretten başka bir şey değiliz” anlamına gelmektedir. Bir başka ifadesiyle de, “Göğe ağarız, yere yağarız, varlığımız Hak’kın rahmetinde yok olmuştur” demektir. Semâzenler hem kendi etrafında döner, hem de meydanı devrederler. Feleklerin, gezegenlerin, yıldızların ve dünyanın, güneşin cazibesiyle hem kendi etrafında, hem de güneşin etrafında devrettikleri gibi… Semâ, bütün âlemlerin güneşi. Allahnın huzurunda bir devr-i âlem’dir.

Esasen semâ, gerçek varlığa ulaştıran insanı kendinden geçiren bir cezbe vasıtası, kendinden geçen kişinin can sarhoşluğudur. Mevlâna’mızın ifadesiyle, “Âşk’a kavuşmak, buluşmak sultanlığı için, perdeleri kaldırıp içeriye girmek devleti için, can elbise”dir.

Semânın birinci devresi, âlemleri seyretmedir. Hak’kın büyüklüğünü ve yüceliğini idraktir. Bundan sonrası “Selâm” olarak tecelli eder. Birinci selâmda âşıklar, şüphelerden kurtulur. Allahnın birliğine imân eder. İkinci selâm, Vahdet’i, Allah birliğini görüş hâline getirmedir. Üçüncüsünde, âşıklar görüşlerini biliş ve oluş mertebesine ulaştırırlar.

Bu devrede âşıklar, kendilerine mutlak varlığın kemal durağında yitirmiş, yok olmuşlardır. Son dördüncü devrede Vahdet durağında ayak direyerek kendi merkezleri çevresinde devrederler.

Semâzenbaşı sem’aı idare eder. Semâzenler o’nun ayak ve baş işaretlerine göre durumlarını ayarlarlar.

Semânın üçüncü selâmında şeyh de sema’a girer. Hatt-ı istivanın ortasında semâ eden şeyh, şüphesiz burada     Mevlâna’yı temsil etmektedir. Şeyh, semâ’dan sonra yavaş yavaş ilerler, posta varmasıyla semâ da sona erer.

İşte aziz okuyucu.. Mevlevî Âyini’nde semânın ifade ettiği mânâ kısaca budur. Yoksa bu dönüşler, bir tempoya ayak uyduran, rakseden, oynayan, bir gurup insanın çalıp çığırması değildir. Her hareketin derin bir mânâsı vardır.

Her yıl Mevlâna’nın vefatı yıldönümleri olan Aralık ayında Konya’da yapılan ihtifallerde, bu temsil edilir, bu gösterilmek istenir. Bu satırların âciz yazarı, Mevlâna karıncası, otuz yıl önce Konya’da O’nun mukaddes eşiğinde, dost ve yaranı ile bu ihtifallerde semâ’ı da temsil ettirirken, bu anlayış içindeydi. Bugün bu ihtifaller, tam bir olgunluk içinde, Avrupa’ya kadar uzandı. Maddeleşen dünya, ruhunda duyduğu mânevi boşluğu, âşk ve mânâ ile doldurmaya özendi.