Cihan Okuyucu: İbn Arabi, Mevlana ve Yunusları yetiştiren bir yolun sıhhatinden nasıl şüphe edilebilir?

A+
A-

Cihan Okuyucu: İbn Arabi, Mevlana ve Yunusları yetiştiren bir yolun sıhhatinden nasıl şüphe edilebilir?

Prof. Dr. Cihan Okuyucu ile -geçtiğimiz aylarda yayınlanan İrfan Sohbetleri kitabı vesilesiyle- tasavvuf ve günümüzün önemli âlimlerinden merhum Ahmet Muhtar Büyükçınar üzerine sohbet ettik.

Röportaj: Nihan Su

Hocam, okuyucularla bir aşinalık tesisi için önce biraz kendinizden bahsetseniz.Cihan Okuyucu kimdir?

Peki efendim, madem ki lazım, bu vecibeyi yerine getirerek başlayalım sözümüze. Bendeniz 1959 yılında Hendek/Adapazarı’nda dünyaya geldim. 1980 yılında İstanbul Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Aynı yıl Süleymaniye Kütüphanesi’nde elyazması uzmanı olarak göreve başladım. 1985 yılında doktoramı tamamladım. 1986 yılında Erciyes Üniversitesinde akademik hayata başladım. Burada 19120 yılında doçent, 1996 tarihinde de profesörlüğe yükseltildim. Çeşitli üniversitelerde görev yaptıktan sonra 2013 yılında Yıldız Teknik Üniversitesinden emekli oldum.

Araştırma, proje ve turistik amaçlı olarak birçok ülkede bulundum ve gezi yazılarını topladığım Göz Gördü Kalem Yazdı isimli kitabımla 2006 Türkiye Yazarlar Birliği ödülüne layık görüldüm.

Evli ve beş çocuk babasıyım. 25 kadar kitabım ve çok sayıda makale ve tebliğim bulunmakta. Ayrıca çeşitli radyo ve televizyon kanallarında Mesnevi sohbetlerim yayınlanmıştır. Fransızca, Farsça ve orta seviyede Arapça bilmekteyim.

Tasavvuf sizce ne anlama geliyor ve hayatımızdaki yeri nedir?

Tasavvufun hayattaki karşılığından önce onun dindeki yeri üzerine bir iki şey söyleyerek başlayayım. Tasavvufun menşei ve dindeki yeri, ona yöneltilen tenkitler ve bunlara verilen cevaplar çerçevesinde şimdiye kadar sayısız kitap yazıldı. Bendeniz ilahiyat eğitimi almamış bir meraklı sıfatıyla okumalarımın neticesini şöyle özetleyebilirim. Zannımca, hadis, tefsir, fıkıh, akait ilminin dindeki yeri neyse tasavvufun yeri de odur. Bu ne demek oluyor? Kur’an bir fıkıh yahut akait kitabı değildir ama fıkhın veya akaidin bütün ana malzemesi ve prensipleri Kur’anda -ve ikincil olarak Sünnette- mevcuttur. Bunu diğer İslâmi ilimler için de söyleyebiliriz. Bilhassa dinin ikinci ana kaynağı olan hadis, ilim dalı olarak bir asır sonra ortaya çıkmıştır. O halde bu ilimlerin dindeki yerini sorgulayacak mıyız? Dini tahrif amaçlı birçok tefsirler yapılmış olması veya İsrailî rivayetlerin karışması yahut hadis ilmini şaibe altında bırakan mevzu hadislerin ortaya çıkmış olması da bu gerçeği değiştirmez. Aynı şekilde öz olarak tasavvuf da Kur’an ve Sünnette mevcuttur. Tasavvufun esasını teşkil eden; zikir ve bihassa zikr-i daimi, tezekkür-i mevt, tefekkür, Hakka ve mahlûka muhabbet, isar vs. gibi hususların Kur’anî kaynağını nasıl inkar edebiliriz? Zamanla Kur’an’dan neşet eden diğer ilimler gibi tasavvuf da bir disiplin haline gelmiş ve uzviyet kazanmış, tarikatlere dönüşmüştür. Münekkitler tarafından tasavvufun bu sonradanlığı sorgulanıyor. Sonradan ortaya çıkmış görünmesi, tasavvufun Asr-ı Saadet’te yaşanan aşk ve heyecan dolu dini hayatın zaman geçtikçe eksilen heyecanını fark ediş ve yeniden ihya ediş hareketi olmasındandır. Ancak batıni karakteri ve “zevk”, yani kişisel oluşu itibarıyla tasavvufun bir takım dış tesirlere, diğer dinlerin mistik uygulamalarına daha açık bir karakteri olduğu, adı tasavvuf olan bazı uygulamaların dinin dışına düştüğü bir hakikattir. Günümüzde tasavvufun tamamına yönelik eleştiri ve kuşkuları doğuran da bu tip sapmalardır. O halde tasavvufda ölçü Büyükçınar Hocamızın sohbetlerinde sıklıkla dile getirdiği şu mısralarda mahfuzdur:

Şeriattır cümle işlerin başı

Şeriatsız tarikat şeytan işi

Bir şeyin sahihliği ve ihtiyaç olup olmaması biraz da sonuçlarıyla ölçülebilir. İbn Arabi, Mevlana ve Yunusları yetiştiren bir ekolün sıhhatinden nasıl şüphe edilebilir? Onları tefekkür dünyamızın dışında bırakan bir zihniyetin irfanımızı ne kadar sığlaştıracağı her türlü yorumdan varestedir.

Tasavvufun hayattaki karşılığı onun tarih boyunca ve günümüzde gördüğü büyük revaçla da sabittir. Dini yaşayış tasavvufla bir derinlik kazanmış, aşka dönüşmüştür. Bendenizin de bizzat gözlediğim üzere günümüzde bilhassa Batı’da İslâm’a yönelişin büyük ölçüde tasavvuf kanalıyla olması bu disiplinin insan hayatındaki derin bir ihtiyacı karşılamasından dolayıdır.  Tabiatıyla tasavvuf kişiseldir ve bir nasip işidir. Büyükçınar Hocamızın yine sıklıkla dile getirdiği üzere; “Hayye ale’s-sala denir ama Hayye ale’t-tarika denmez.” Tasavvufu herkes için bir fariza gibi değil, ihtiyaç duyanlara sunulan bir imkan olarak görmek daha doğru olur.

Ahmet Muhtar Büyükçınar’la tanışıklığınızdan ve hayatınızdaki yerinden söz eder misiniz?

İrfan Sohbetleri’nin  “Giriş”  kısmında da hayli uzunca anlattım: Yıl 1979, yer İstanbul Edebiyat Fakültesi. O yıl benim için buhranlar ve manevi arayışlar yılı. Habire okuyorum ve okuduklarım fikri buhranlarımı ve gönlümdeki derin boşluğu daha da büyütüyor. Fakülte arkadaşım Atillâ ile İstanbul kazan biz kepçe cami cami, dergâh dergâh dolaşıp duruyoruz. Yolumuz kâh Menzil’e düşüyor, kâh Uşşaki veya Kadiri asitanesine. Ama en çok da Karagümrükteki Cerrahi dergâhının müdavimiyiz. Bu ses, seda, aşk ve cezbe ortamında başımız dönüyor, ayaklarımız yerden kesiliyor. Ama bu hoşluklar keskin bir sarhoşluktan sonraki baş ağrısıyla dolu uyanışlara benziyor. Her uyanıştan sonra ben yine kendi nahoş kekreliğimle baş başa kalıyorum. Peki, ne arıyorum? Bunu tam olarak ben de bilmiyorum. Ama istiyorum ki aradığım güzellik ruhuma sızsın, beni ele geçirsin, baş döndüren bir koku gibi bırakıp terketmesin. Tesiri geçen bir müsekkinin ardından yeniden depreşen ruh sancılarıma kalıcı bir sükûn ve huzur limanı olsun. Acaba öyle bir liman var mıydı benim nasibimde?

O yıl Atilla bana, daha lise yıllarındayken Esenköy’de geçirdiği bir yaz tatilinden itibaren Arapça dersleri aldığı bir zattan bahsetmeye başladı; Haseki İhtisasta Hadis hocası Ahmet Muhtar Büyükçınar! Onun hakkında söyledikleri oldukça ilginçti. Henüz bir kaç aylıkken annesini kaybetmiş ve üvey ana zulmü altında çok çileli bir çocukluk geçirmiş. Dayaklar, kaçmalar, gurbetlerle geçen bu yıllardan sonra ilk gençlik döneminde dini tahsile başlamış ve bu sefer de devrin baskılarına uğrayıp hapislere girmiş çıkmış; Halep’e, Şam’a kaçmış ve nihayet Kahire’de Ezher Üniversitesinde okuyup büyük bir âlim olduktan sonra davasına hizmet etmek için memlekete geri dönmüş. Şimdi bazı evlerde sohbetlere katılıyormuş. Anlatılanlar ilgi çekmeyecek gibi değildi doğrusu. Nihayet Atilla bir gün beni Fatih’teki bir ev toplantısına götürdü. Evde bizden ve Hocadan başka çoğu çevre esnafı olan 8-10 kişi daha vardı. Gece boyunca yendi, içildi, konuşuldu ama her şey son derece normal ve sıradandı. Herkesin söze iştirak ettiği bu hiyerarşisiz sohbetin konusu genellikle aile saadeti ve iş prensipleri gibi gündelik şeylerdi. Hocanın konuşması yavaş, sakin ve heyecansızdı. Tane tane konuşuyor ve lafı gereksiz yere uzatmıyor, hamasete ve menkıbeye kaçmıyordu. Birkaç kere söz sıcak siyasete intikal eder gibi olmuş ama Hazret o konulara da iltifat etmemişti. Doğrusu bu ya biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Bu ortamda ne tekkedeki hararet ne de –o sıralar pek moda olan- camideki hamaset vardı. Fakat ilerleyen zamanlarda bu toplantılara iştirak ettikçe o sakin görünüşün altında saklı derin heyecanlara, ideallere, nice çile çekilerek elde edilmiş hazine değerindeki hayat tecrübelerine vakıf oldum. Anladım ki onun hali:

Deruni aşina ol, taşradan bigâne sansınlar.

mısraındaki türdendi. Bu buyurgan değil düşündüren, hazır veren değil, bulduran üslup zamanla ruhuma sızdı, fark etmeden beni de dönüştürmeye başladı, içimdeki iyi şeylerin sesi ve ebesi oldu. İlk hayal kırıklığımın sebebini şimdi daha iyi anlıyorum: Ben buraya menkıbe kitaplarında anlatılan bir tasavvuf arayışıyla gelmiş, bambaşka bir anlayışla onun sade, gündelik, hayatın içindeki yüzüyle karşılaşmıştım. Burada şahsiyet heykelini sabırla yontan ve hiçbir ayrıntıyı atlamayan titiz bir sanatkâr tavrı söz konusuydu. Tabii başarı sanatkâr eli kadar malzemenin kabiliyetine de merbut. Malzememe bağlı baki hamlığım bir yana bir ömür boyu ruh sükûnu ve huzuru bahşeden o mahir ele şükran borçluyum.

Şimdi biraz da İrfan Sohbetleri’nden ve orada ele alınan konulardan söz edelim. Sohbetlerde dini-tasavvufi bahisler yanında aile saadetinden spora kadar değişik birçok hususta tavsiyeler dikkati çekiyor. Bu tavsiyelerden karşımızda sıradan bir din aliminden farklı bir profil olduğu anlaşılıyor. Bu farklılık sizce nereden kaynaklanıyor?

Gerçekten buyurduğunuz gibi İrfan Sohbetleri’nin “İçindekiler” kısmına bir göz atınca onun ne kadar farklı alanlarda fikir irad ettiği görülür. Klasik bir din âliminin hayatı eviyle mektep veya medrese arasında geçer ve bu rutin çalışma tarzı onu hayatın diğer alanlarına yabancılaştırır. Oysa hayat; aile hayatı, sağlığı, sporu, mektebi, tekkesi, çarşısı ve siyasetiyle bir bütündür. Dinamik ve değişken bir hayatın ürettiği yeni sorunlar cevap vermek isteyen bir din âliminin bütün bu alanlarda hiç olmazsa ortalama bir ilgi ve kültür sahibi olması icab eder. Büyükçınar’ın Hatıratını okuyanlar onun ne kadar farklı meslekte behre sahibi olduğunu hayretle fark ederler. O çocukluktan itibaren birçok meslek ve meşrepte insanlarla bir arada bulunmuş, hayatın germ ü serdini tatmış, bilhassa yaşadığı aile travması onu mutlu bir aile yuvası üzerinde düşündürmüş; girip çıktığı farklı meslekler ve iş hayatı piyasanın problemleriyle yüz yüze getirmişti. Sağlam bir dini alt yapıya istinat eden bütün bu hayat pratikleri ve deneyimler,  onun önce kendi hayatına uyguladığı prensiplere dönüşmüş bilahare de kitaplaşmıştır. Hocaefendinin ilk kitabının;Mutluluk Yolları adını taşıması bundandır. Burada yediden yetmişe insanların hayatta sağlıklı, huzurlu, mutlu ve başarılı olmasının şartları ve çerçevesi çizilmektedir. Bu eserin bir benzeri olan son çalışması da Huzur ve Güven İçinde Verimli Yaşama Yolları da onun bu zihni çizgisinin ömrünün sonuna kadar sürdüğünü göstermektedir.

Oysa geçmiş asırlara ait kitapların kapalı dünyasında yaşayan klasik âlimlerin ilgi çerçevesinin bu kadar kapsayıcı olmadığı ve sürekli devinim içindeki gündelik hayatın nabzını yakalayamadığı açıktır. Kendisi bunu bir sohbetinde şu örnek üzerinden açıklamıştı:

“Haseki İhtisasta fıkıh hocamıza öğrencileri ‘hava parası’nın hükmünü sormuşlar. Fıkıh Hocası da büyük âlim ama bütün ilmi kitaplarla sınırlı. Ömrü boyunca ne bir iş tutmuş ne de piyasanın içinde  bulunmuş.  Günlerce klasik kitapları karıştırmış hava parasıyla ilgili bir şey bulamamış. Sonra gelip benim fikrimi sordu. Piyasanın gerçeklerine göre hükmünü söyledim.

Büyükçınar hocamızın İlmihal’ine göz atanlar onun zamanla ortaya çıkan bir çok fıkhî  meselede nasıl çözümleyici bir tavır içinde olduğunu hemen  farkederler. Burada onun daima, eskilerin “mekasıd-ı  şeria” denen hükümlerin vaz edilme prensiplerini öncelediği görülür.

Din ve tasavvuf erbabı zevatın alışılmış genel tavrı dünyayı ve dünyevi meseleleri tahkir ve hiç olmazsa lakaydidir. Oysa Hocamız insan mutluluğunu sadece ruhi arınma ve tatminle sınırlamaz onun bedeni ihtiyaçlarını da asla hafife almazdı. Bu sebepledir ki onun hem yukarıda bahsi geçen kitaplarda hem de Hatıratında insan hayatına bütüncül yaklaştığı; yeme-içme, uyku düzeni, sağlık ve cinsel ihtiyaçlara kadar insanı ilgilendiren hemen her konuda bilgi ve tecrübelerini paylaştığı görülür. Sözgelimi o müstesna bir aşçıydı ve sağlıklı beslenmenin prensiplerine bihakkın vakıftı, keza bir doktor kadar koruyucu hekimlik üzerine zihin yormuştu. Esasen ilahiyat dışında bir tahsil alanı seçecek olsaydı bu her halde tıp olurdu. Lafı fazla uzatmayayım. Bu söylediklerim onun farklılığı hakkında sanırım bir fikir vermiştir.

Peki efendim… İzninizle İrfan Sohbetleri’ne biraz daha yakından bakalım. Yukarıda genel olarak bahsettiğiniz konularla ilgili bir kaç fikrini biraz daha açarak bizimle paylaşsanız.

Eserdeki sohbetlerin bir kısmını dini ve tasavvufi bahisler teşkil eder. Ancak o bu teorik bahisleri insan hayatına yönelik pratik meseleler halinde ele alır ve bilenen gerçeklikleri yaşanan gerçekliklere dönüştürmeyi arzulardı.

Rahmetli Hocamızın sohbetlerde en çok üzerinde durduğu konulardan biri Kur’an-ı Kerim’de sıkça geçen emirlerden olan zikir ve zikrin çeşitleriydi. Malum zikrin iki türü var: Kavli ve kalbi. Kavli zikir malum. Kalbi zikir ise kulun hiçbir hal ve durumda Allah’ın huzurunda bulunduğundan gafil olmamasıdır ki buna ihsan şuuru diyoruz. İnsanda bu şuur olduktan sonra yaptığı iş ne olursa olsun ibadet yerine geçer. İşimizle uğraşıyor, çoluk çocuğumuzla veya arkadaşlarımızla oturuyor olabiliriz; eğer Allah’ın bizi gördüğünü, daima O’nun huzurunda olduğumuzu hissediyorsak, bütün bu yaptıklarımız ibadet hükmündedir. Hocaefendi bu şuurun insana neler kazandırdığı hususu üzerinde de çok durur ve şu örneği verirdi: “Mesela, sen bir iş yapıyorsun ve bu arada bir müfettiş sana nezaret ediyor! Bu durumda hiç işini alelusul ve itinasız yapabilir misin? İşte Allah da öyle bir müfettiş ki, hiçbir zaman bize nezaret etmekten vazgeçmez. Neyi eksik, neyi tam yaptığımızı görür, bu esnada kalbimizden geçen niyeti bilir. Kılık kıyafetimizle, ibadetimizle insanları hakkımızda yanıltabiliriz ama Allah’ı aldatamayız. Mademki Allah her şeyi biliyor, her şeyi görüyor… Her işimizde her davranışımızda onun rızasını gözetmeliyiz.”

Onun sıklıkla üzerinde durduğu diğer bir konu insanın kendisini üzüntü ve ümitsizliğe kaptırmamasının dini bir emir olduğu hususu idi. Kur’an’daki  “Lâ-tahzen (üzülme)” emrini hatırlatır ve; “Allah var gam yok” sözünü tekrar ederdi. Ona göre, nasıl ışıkla karanlık bir arada olamazsa Allah’ın olduğu yerde de gam, keder ve üzüntü olamazdı. Bunun neticesi olarak da yaşadığı birçok ağır sıkıntılara karşı Hocaefendinin neşesini bozduğunu hemen hiç görmedim.

Diğer bir konu Müslümanların ezeli ve ebedi problemi olan tefrika ve meşrep taassubu. Hocamız Müslümanların vahdetini bozan her türlü taassuba mesafeliydi. Sohbetlerinde bu birliğe misal olmak üzere şu örneği kullanırdı:

“Okyanusta hamsiye benzer bir çeşit balık varmış. Bunların binlercesi, yüz binlercesi bir arada gezer ve balina gibi iri bir balık gördükleri vakit toplanıp kilitlenirlermiş. O kadar sıkı bir vücut teşkil ederlermiş ki, koca balinalar ne kadar toslayıp çarpsalar da bu birliği bozamazlarmış. İşte birlik böyle kuvvet getirir. Tek tek yem olacak küçük balıklar, birlik hâline gelince kurtulurlar. Bu şuur, Müslümanlar için en güzel bir örnektir.”

Gündelik bahislerden de bir iki örnek vereyim. Hocamız sağlık ve temizlik konusunda çok titizdi. Kiri daha iyi gösterdiği için beyaz renkleri tercih eder, üstüne toz kondurmazdı.  Hatıralarında temizlik konusunda Müslümanların içinde bulunduğu duruma örnek olmak üzere Mısır’da kaldığı yurttan ilginç manzaralar resmeder. O, Ezher’de okurken, Osmanlı  devrinden kalma ortası bahçeli bir yurtta  kalmış. Yurdun bahçesi, belki yüz seneden beri atıla atıla birikmiş çöplerle küçük bir tepe hâlini almış ve üzerinde küçük ağaçlar bitmiş. Bu mezbele kötü koku saçmakta her türlü haşerata yuva olmakta. Bahçeyi temizleme konusunda yurt arkadaşlarını ikna edemeyen Hocamız, bu işi tek başıma yapmaya karar verip bir kamyon kiralar ve çöp tepesini kaldırtır. Bilahare çapayla bahçenin etrafını kazıp, her çeşitten gülfidanları diker. Mısır toprağı çok mümbit olduğu için kısa sürede fidanlar büyür ve bayıltıcı bir gül kokusu ortalığı kaplar. Daha sonra bahçede sabah koşularına başlar ve arkadaşlarını da buna alıştırır. Herkes bu değişimden mutludur. Ancak bu sırada  Büyükçınar’ın yurttan taşınması icab etmiştir. O da bahçeyi ve güllerin bakımını arkadaşlarına emanet eder. Ama bir yıl sona geri geldiğinde ne görsün! Zavallı güller  solmuş, çürümüş ve bahçenin tam ortasında, bir seneden beri atılmış çöplerin teşkil ettiği küçük bir tepe oluşmuş… Müslümanların temizlik konusundaki bu benzer halleri onu üzen hususların başında gelirdi.

Keza sağlık, spor ve bilhassa yüzme konularına da özel bir ilgi gösterirdi. Nitekim 1964’de başlattığı imam hatip öğrencilerine yönelik yaz kampları için deniz kenarındaki Esenköyü seçmesi de bu amaçla olmuştu. Buradaki yaz kamplarında öğrenciler 3 ay boyunca bir yandan derslerine çalışırken bir yandan da çeşitli sporları ve iyi yüzmeyi öğrenmişlerdi.

Hocamızın kendisi de mahir bir yüzücüydü. Bazan birlikte denize girerdik. Bendeniz birkaç  yüz metre sonra yorulup geri dönerken o gözle görülmeyecek kadar uzaklara  açılırdı. Oysa o yıllarda ben 30’lu yaşlardaydım o ise 80 yaşını sürüyordu. O yaşta bile adeta tunçtan dökülmüş gibi adeleli ve güçlü bir bedeni vardı. Ne yazık ki sonradan tutulduğu hastalıklarla hem hafızası hem de bedeni eridi gitti.

Hocam, gerek İrfan Sohbetleri, gerekse sorularımıza verdiğiniz cevaplar sayesinde biz de Merhum Büyükçınar’ı kısmen tanımış olduk. Onun hakkında son olarak neler söylersiniz?  

Efendim, bir iki sonuç cümlesiyle bitireyim. Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca Efendi’nin ibretlerle dolu hayatını okuyan bir insan, daha sonra onun bir fotoğrafını gördüğünde bu etkileyici simayla o hayat hikâyesinin ne kadar iyi örtüştüğünü hayretle fark eder. Demek oluyor ki, çehrelerimiz bir bakıma hayat hikâyemizin ve ruhumuzun bünyeleşerek dışa vurumudur. O nasıl bir insandı? Kısa bir tarifle, bin bir çileyle dolu hayatının içinden İslâm’ın aradığı güzel insanı bulup çıkarmış, onu kimlik edinmiş ve o kimlikle yaşadığı çağın Müslümanlarına model olmuş bir insandı. Ne yazık ki bu medyatik çağda, görsel araçların uzağında yaşayan o model insanı tanıyabilen ve anlayabilen kişiler hayli sınırlı kaldı. Ümid ederim ki ölümünden sonra daha iyi anlaşılan ve topluma mal olan birçok zevat gibi o da eserleri ve talebeleriyle topluma mal olsun ve insanları İslâm’ın ışığıyla buluştursun.

Teşekkür ederiz Hocam. İzninizle son bir soru daha sorayım. Acaba onun hayattaki en büyük isteği, yapmayı hayal ettiği hedefi neydi?

Hatıralarında da anlattığı üzere onun en büyük hedefi nüzul sırasını esas alan bir tefsir yazmaktı. Bu tefsir muhteva cihetiyle mevcut bütün tefsirleri  -anlayış ve yorum bakımından-  aşacak, dil olarak da kolay anlaşılacak bir tefsir olsun isterdi. Hatıratında belirttiğine göre tefsire birkaç defa başlamış, 70-80 sayfa kadar yazmış fakat ifade kabiliyetini kâfi görmediği için yarım bırakmış. Daha sonra da malum hastalık bu arzusunu gerçekleştirmesine imkan bırakmadı.

Röportaj: Nihan Su

dunyabizim.com